Ne zaman iki milliyetçi yan yana
gelse derhal bir “ Ne olacak bu memleketin hali?” sohbeti açılır. Konuşanlar
milliyetçi olunca buna şaşmamak lâzım belki.
Sohbet konusu şaşılası bir şey
değil. Elbette vatanı, milletin halini en çok düşünmek, milliyetçilerin işi.
Gel gör ki sohbet ilerlerken
birbirimizden ne kadar kopuk olduğumuzdan, ne kadar “teşkilâtsız” olduğumuzdan
ya da teşkilâtlarımızın ne kadar atıl vaziyette olduğundan şikâyet etmeğe
başlarız. MHP ne yapmalıdır da
yapmıyordur? MHP’nin bir şeyler yapmasını kim engellemektedir? Eskiden nasıldır
da şimdi neler olmuştur?
Aramızda doktoralı birileri varsa
ona döner ve onlardan medet umarız. Öyle ya bu memleketin halini hocalardan
daha iyi kim anlar ki? O hocalar da başka hocaların çeşitli konulardaki
çalışmalarından yahut da akademiyadaki çeşitli kadrolaşma faaliyetlerinden
bahsederler. Herhangi bir hal
çaresi tavsiyesi falan dinlediler mi
bunu acemi bir öğrencinin salakça düşüncesi gibi dinler, yandan yandan güler, “Sen
en iyisi doçent ol, öyle gir
üniversiteye..” diye bir de dalga geçerler. Öyle ya hoca olduklarına göre zaten
okunmuş olması gereken her şeyi okumuş olmalıdırlar. Okudukları için de sizin
aklınızdan geçen her şeyi aslında önceden biliyor ve hatta düşünmüş
olmalıdırlar.
Eh! Bizim hocalardan daha iyisini
bilmemiz mümkün müdür? Ya da onların okumadıkları bir sürü kitabı okumuş olmamız mümkün müdür?
Burada anlattıklarımızı
bazılarımız acımasız genellemeler gibi görebilir ama milliyetçi camiada Osmanlı’dan
gelen ve Türk İslam Sentezci geleneğin dinci-gerici bir yapılanmasının bir
bakiyesi olan bir “müderris takdisi” alışkanlığı vardır. Buna göre bir adam
medrese mensubuysa arş-ı âlâya bir
yerlerden bağlı olmalıdır. Yani onun bizim gibi fani olmasını falan
bekleyemeyiz. İş burada başka bir mecraya sıçradı gibi görünüyor ama değil.
Çünkü milliyetçilerin beyinlerini dumura uğratan, öğrenilmiş çaresizliğin
temelinde bu hiyerarşi tapınması ve müderris takdisi yatar.
Bunun dışında bir de “ağabeyler” vardır ki onlar aşılamaz durumdadırlar.
Onlardan sonra gelen kimse yoktur ve olamaz da…
Sanırım burada önemli bir etken
de partileşme… Öyle ya Balgat’ta tepesinde helikopter pisti olan bir heyulada
her şeyi bir anda değiştirebilecek atomik bir güce sahip insanlar varken
biz kendi başımıza ne yapabiliriz ki?
Buraya kadar şunu anlatmağa
çalıştık: Bir şeyin neden olmaması gerektiğine dair peşin ve daha
önemlisi “akılcı” sebepler geliştirme alışkanlığı, milliyetçi camianın en iyi
yaptığı şey. Milliyetçi camianın aklına
gelen tek “akılcı” çözüm: Bir yerlerde kadrolaşmak, birikmek ve böylece
iktidarın gücünü ele geçirerek istenen amaçlara ulaşmak.
İşin içine bir de zaten
söylenmesi gereken her şeyi söylendiğine inanılan bir dine inanmak girdiğinde çember
tamamlanıyor. İnanılması gerekenleri
söyleyen bir din, bilinmesi gerekenleri bilen müderrisler ve yapılması
gerekenleri yapmış sözde siyasi kadrolar
ve “ağabeyler” bir “öğrenilmiş
çaresizlik çemberini” tamamlıyor; böylece herhangi bir
milliyetçiye de düşünmek ve bir
çözüm geliştirmek için hiçbir hareket
alanı bırakmıyor.
Elimizde fedakâr ve cefakâr pek çok akademisyen, haddinden fazla Gazali taassubu
ve hepsinden daha büyük bir siyasi polemik ve dedikodu yığınıyla ortada
kalakalıyoruz.
Buna benzer bir sürü şikâyetle en
nihayetinde, yapılacak hiçbir şey kalmadığında, gönül rızasıyla anlaşıp kendi
kabuğumuza çekiliyoruz.
Peki o halde ne yapmalıyız?
Birbirinden fırlama bir sürü
çocuğun video çekip ortalığı salladığı
sanalağ dünyasında belki viral video
çekemeyiz, belki de çekebiliriz. Ama bir çocuğun oynadığı oyunları paylaşıp da
deliler gibi seyredildiği bir ortamda eğer
seyredilecek, okunacak bir şeyler üretemiyorsak bu açıkça aptallıktır.
Ülkemiz bölünmenin eşiğinde.
Kürtçü ayrılıkçılık istismar ettiği kanunlarla ele geçirdiği her mevkiyi hayali
Kürdistan’ının bürokratik alt yapısı olarak görürken “mitili nereye sereceğini” bilemeyen
insanlardan medet umarak vakit kaybedemeyiz.
O halde derhal yapılması gereken
şeyler şunlardır:
Sanal ortamda lüzumsuz vakit
kaybetmek yerine derhal birer blog/sanalağ günlüğü hesabı oluşturmalı ve haftada düzenli aralıklarla
buralara düşüncelerimizi yazmalıyız.
Bunu yapamıyorsak birer youtube
kanalı açarak düşüncelerimizi videolar veya podcastlar halinde yayınlamalıyız.
Ha bunlar birer “çözüm” olabilir
mi? Türk’ü, atasını dedesini, Arap Yahudi efsanelerinin bir yerinden bulmağa
çalışan Türk İslamcı arkadaşlarımızın ne düşündüğünü bilemem ama onların
dilinden anlatalım:
İbrahim yakılacakken bir karınca
sırtında bir damla su taşıyormuş. “N’apıyon hacım? O su, o ateşi söndürür mü?”
deyip dalga geçmişler de karınca “ Ben
tarafımı belli edeyim de…” demiş.
Bilmem anlatabiliyor muyum?
Olmadı mı? Neyse… Hayırlısı gari…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder