21 Şubat 2018 Çarşamba

Benim Kimsesiz Şehirlerim



ankara 1970'ler ile ilgili görsel sonucuŞimdilerde Ernesto Sabato’nun “Kahramanlar Ve Mezarlar” adlı kitabını okuyorum. Şimdiye kadar kötü bir  Latinsoylu yazara rastlamadım.

Sabato ile ilgili düşüncelerimi üçlemesini bitirince söyleyebilirim ama  bu denemeyi yazmağa beni iten, başka bir şey.

Öykü de kahramanımız Martin, sevgilisi olacak Alejandrea ile bir Rus’un barına gider. Arjantin’de  yerleşmiş bir Rus göçmenin bir ırmağa bakan barı ile ilgili ne hayal edebilirsiniz?

Dahası Buenos Aires kimin umrundadır ki? İkinci sınıf bir başkent gelmişti aklıma. Oysa yazar için önemliydi bu şehir. Siyah beyaz fotoğrafların ve belki sepya yollarının sonlarına yetişmiş biri olarak şehirlerin sokaklarında henüz uygarlığın hâkim olduğu yıllarda… Şüphesiz önemli bir yerdi Buenos Aires.

Peki  ama… Dünyaya sömürgecilik,  Kızılderili katliamları ve coğrafi keşifler dışında ( Ve elbette Flamenko, iyi yazarlar ve belki iyi müzisyenler) pek bir şey hediye etmemiş İspanyollar ve Portekizlilerin şehirleri neden önemli olmalıydı?

Günümüzde hâlâ Buenos Aires hakkında yazılıyor mu meselâ? Yoksa Arjantin artık 2000’lerin başındaki ekonomik krizle sancılı bir şöhret yaşayıp önemsizliğin rafına kaldırılmış, demode olmuş bir romantizm ülkesi midir?

Bu fikir nereden aklıma geldi?

Son yıllarda özellikle Londra hakkında o kadar çok film çekildi ki havası kapalı, hayatı ağdalı bir serinkanlılıkla akan bu şehrin, dünyanın merkezi gibi sunulduğunu düşünmeğe başladım. Gerçekten öyle mi?  Eski yapısı savaşın yıkıcılığına rağmen korunmuş, ulusal mirasına sımsıkı sarılmış ve merkezi her şeye rağmen taşranın bayağılaştırıcı  saldırılarından korunmuş bir şehir, Londra. Merkezî Londra’dan çıktığınız anda işporta yaşantıların sızdığı bir Victoria mimarisi sizi karşılar Londra’da. Ve buna rağmen İngiliz yaşantısı,  keskin sokaklarla yaşlı çınarlarla aristokrat parklarıyla  size kendisini kabul ettirir.

Ve fakat bunlara rağmen Londra bile aslında bir  yorgunluk ve  unutulmak endişesi yaşar gibidir. Çünkü dünyanın bir ucunda yaşayan ve hiç uyumayan başka bir şehrin biraz da utanmazca akan  Newyork’un yaşantısına  yenik düşmüş gibidir.
ankara ile ilgili görsel sonucu 
Ve canım Ankara’m…

Çocukluğumuzda yürüyen merdivenleri küçük süs havuzlarına ulaşan Yüzüncü Yıl Çarşısı,  küçücük paralarımızda görüp de gerçek hayatta karşılaştığımızda bizi hayran bırakan Ulus Atatürk Anıtı, öğrenciliğimizin  ulaşılmaz  Kavaklıderesi…

İstanbul’dan bahsetmek istemiyorum. Çünkü o artık anılarımda ancak sırtı eprimiş  Attilâ İlhanlı bir  Sirkeci vapurudur.

Peki ama ben bunları niye düşünürüm? Şehirler nasıl yaşar, nasıl ölür ve nasıl unutulur?

 Galiba şehirler insanlar gibi… Onlarla beraber yaşıyor, gülüyor, soluyor ve unutuluyorlar.

Dickens için “ Londra baştan başa yerle bir olsa bile, onun kitaplarıyla yeniden inşa edilebilirdi.” denirmiş.

O zaman şehirleri önemli kılan ekonomik yaşantıları, nüfusları falan değil.

Şehirleri önemli kılan, onların yazarlarca, yaratıcı  zekâlarca ne kadar önemsendiği…  Sıradan insanlar için şehir, barınılan bir yerdir yalnızca. Onların anıları rüzgârda savrulan kâğıt parçaları gibidir. Oysa yaratıcı zekâlar onları toplar ve bunlarla şehir arasında bir ilişki kurar. Böylece dikkat etmeden geçip gittiğimiz bir köşe başındaki ev unutulmaktan kurtulur.

Ve  ne kadar çok yaratıcı zekâ  şehirleri kendi ulusal kimliklerinin merkezine koyarsa şehirler dünyada o kadar çok hatırlanır ve önemsenir.

 Ankara ve İstanbul eskisinden çok daha kalabalık şehirler. Oysa bugün bayağılaşmanın, sıradanlaşmanın, taşralaşmanın, yozlaşmanın, kısırlaşmanın habis urları haline gelmiş durumdalar. Neden böyle? Çünkü artık onlar için üreten kimse kalmamış vaziyette. Çünkü artık yaratıcı zekâlar için bu şehirlerin hiçbir cazibesi kalmamış durumda.

Bunun yanı sıra ülkeye egemen olan yozlaşmış, Arabesk, esnaf/kenar mahalle diktasının, şehirlerimize kimliklerini veren ulusal duyarlılıklarla hiçbir ilgisi kalmamış.

Ulusların uygarlıkla ilgileri şehirlerde ortaya çıkar. Oysa Türkiye bugün uluslaşmadan kabileleşmeye doğru yuvarlanmıştır. Türk Ulusu hayvansal  dürtüler çöplüğünün içinde menfaatleriyle güdülen canlılar krallığında debelenmektedir.

Bu çöplüğe uyum sağlamış canlılar şehirlerde bir müddet barınabilir ama bu ilkellikle şehirleri yaşatabilmemiz mümkün değildir.

Böyle giderse şehirlerimiz içinde canlıların yaşadığı ama sadece hayatta kalmak için çırpındığı bina yığınlarına dönecektir.

Çünkü uluslaşmanın uygarlaşmaya ilgisi yitirilmiş olacaktır.

Çünkü artık iki ayak üstünde yürüyen Homo simplexler, şehirleri için yazmayı, söylemeyi, çizmeyi bırakmış olacaklardır.

Ve belki de çoktan olmuştur, olacak olan…

18 Şubat 2018 Pazar

Kötülük Ve Umutsuzluk Üzerine



“Na yapmalı?” sorusuna,  iyimser bir cevap vermek, günden güne zorlaşıyor gibi görünüyor.

Ülkenin içinde yuvarlandığı gerilik çukurundan hiç çıkamayacakmışız gibi ve dahası pek kısa bir zaman sonra ülkenin bir bölümünün Kürdistan diye bölüneceğine dair  neredeyse  kab  karamsarlık var.
ul edilmiş bir

Umutsuzluk bizi esir alıyor. Ülkenin  Kürtçüler ve şeriatçılar arasında bölüşüldüğü, toplumun bu iki kesimin fiilî ve resmi  baskısı altında rehin alındığı duygusu   da gün geçtikçe güçleniyor.

Öyle ki şehirlerde yerel iş birlikçilerle yaygınlaştırılabilen etnik ırkçı şiddet veya  topluma telkin edilen  yaygın ve yanlış dinî şiddet  tutkusu o kadar hızlı yayılıyor ve yerleşiyor ki bu tür  kötülük fırtınalarına karşı kendimizi pek doğal olarak çaresiz hissediyoruz. “ Cizre Bodrum’a hiç de o kadar uzak değil!” diye tehditler savuran insanların destekledikleri alçakların, başkentimizin ortasında onlarca insanı katledebilmeleri, kendilerini, askerin, polisin yerine koyarak silâhlanan, dinci esnaf  vs takımının hoşlanmadıkları insanları  tehdit ve taciz etmekten çekinmemeleri, bu umutsuzluğu güçlendiren örnekler.

Düşünürlerin bireysel bir zafiyet gibi gördükleri umutsuzluk bir salgın halinde bütün ülkeyi  etkisi altına alıyor.

Peki bu nasıl oluyor?

Gerçeklere gözümüzü kapatmak ve kabilecilik oynamak yüzünden, Kürtçülüğ’ün ve şeriatçılığın  yaygınlaşması olağan üstü bir güç taşıyormuş hissi uyandırıyor.

Oysa yapılan basit. Her iki grup da örgütlerinin gücünü arkalarına alarak  mahalle mahalle, ev ev durum tespiti yapmak,  menfaat dağıtmak, propaganda yapmak. Ama bunun bir başka yaygın yolu da  her iki kesimin yaygın bir sosyal medya ağı oluşturması.  Şeriatçılığın trol denen ücretli gençlerden  oluşturduğu  bir propaganda ağının varlığı epey zamandır biliniyor. Keza Kürtçü terörün, eline geçirdiği her mağduriyet görseliyle bir faşist saldırı veya soykırım algısı yaratöa çabası da uzun zamandır biliniyor.

Ülkenin üstüne  kapkara bir bulut gibi çöken bu iki kötülük de   uyumadan, durmadan, dinlenmeden ve en önemlisi bıkmadan  hiç  bir noktayı atlamadan çalışıyor.

Peki Türk vatanseverleri ne yapıyorlar?

Önce kabileleri/partileri, hangisiyse onun içinde liderlerinin talimatını bekleyerek zaman kaybediyorlar.  Topluca yapılan işlerin akılcı ve meşru olacağına inanarak liderlerinin ağzının içine bakıyorlar. Oysa partiler dahi hiçbir kabilenin  ahlâkî ve felsefî herhangi bir şey üretemeyeceğini hâlâ  göremiyorlar.

Anlayamadığımız şey şu: İyilik  kabilelerin, kitlelerin, partilerin, cemaatlerin  hep birden kabul ederek uyguladığı bir  sihir değildir. İyilik tam aksine kabileleşmenin, kitleleşmenin toplumsal gelişimine ve bunun totaliter her türlü kurumlaşmasına karşı direnen bireylerin çabalarıyla hayat bulmuştur.

Bu yüzden Türkiye’yi şeriatçılığın ve Kürtçülüğün  danışıklı döğüşünden ve ortaklığından korumak isteyen her Türk evlâdı iki  şeyi ihmal etmeden çalışmalıdır. Bunlar:

Bireysel çabanın “birikimli  etkisinin” kötülük için olduğu kadar iyilik için de geçerli olduğunu unutmamalıdır. Birikimlilik, tekrarlanan küçük etkilerin bir zaman sonra  belli sonuçlara yol açmasıdır.

Birikimlilik her Türk’ün kendi çabasını küçümsemeden  vatanın, milletiyle bölünmez bütünlüğünü, beşeri hukuku, lâikliği tek başına da olsa savunmasıdır.  Bunun asıl önemli yönü, bu çabanın sürekliliğidir.

Herhangi bir şeyi değiştirmek için örgütlenmeyi beklemek, insanları önce tembelliğe, sonra duyarsızlığa sürükler. Böylece insan, artık kötülüğün  etkilerine karşı tepki veremez hale gelir. Türkiye’de kötülük etkin olarak ne kadar   güçlüyse onun gücünü belki de çok daha fazla arttıran, milliyetçilerin, vatanseverlerin  arasında yayılan duyarsızlık ve umutsuzluktur.

Bunu aşmanın tek yolu iktidara gelmeyi, bürokraside kadrolaşmayı, tarikatlerin veya Kürtlerin himmetlerini  beklemeden  Türk adını ve bağımsızlığını her türlü iç ve dış düşmana karşı , elimizdeki bütün iletişim vasıtalarıyla savunmaktır. Bu da şu an için henüz tamamen engellenmemişken en verimli  olarak sanalağ aracılığıyla yapılabilir. Doğruyu savunmak için kabileleşmeyi bekleyen onu savunmaya zamanı kalmadan ölüp gidebilir ki bizim asıl endişemiz vatanın bu arada ölüp gitmemesidir. Ve bu yolda umutsuzlukla kötülüğü beslemeğe hakkımız yoktur.







17 Şubat 2018 Cumartesi

Ne Yapmalı?



Sık sık sorulan ve öğrenilmiş çaresizliğimizin mazereti olan “ Ne yapmalı?” sorusuna bir cevap vermeyi deneyeceğim.

Ülkenin kötü gidişiyle ilgili bildiğimiz  tel şey, kötülere karşı örgütlenmek, yığışmak ve onlarla bu şekilde oluşturulmuş bir kalabalıkla mücadele etmek.

Burada sorun şu ki maalesef Türk toplumunda en solcu, ilerici, devrimci vs kalabalıklar bile ancak ve yalnız kabile mantığıyla bir araya gelebildikleri için öncelikle daha yolun en başında  ayrışma başlıyor.  Bunun yanı sıra bu kabileleşme  ile etnikçi Kürt ırkçılığının ve siyasal İslâmcılığın toplumsal ilkelliği kabul edilmiş, onaylanmış oluyor.

Hal böyle olunca kabileleşmede çok daha becerikli ve katı olan Kürtçülük ve İslâmcılık,  muarızlarına daima üstün geliyor. Ve zaten gelinen noktada ülke  muktedir İslâmcı’larla  onlara karşı “eş iktidar” ve fiilen ülkenin ortağı durumunda görünen Kürtçülük  arasında fiilen paylaşılmış durumda. Kürtçü terörüne karşı mücadele edildiği söylense de Kürt ırkçılığının isim değiştirmesi ihanetine  hâlâ müdahale edilmiş değil. Sözde yok edilen Kürt terör örgütünün köylerimize , belediyelerimize  hatta kara yollarımıza koyduğu Kürtçe isimler birer işgal nişanesi gibi hâlâ yerli yerinde duruyor.

O halde kabileleşmeye, kitleleşmeye, sürüleşmeye karşı daha farklı, daha insanca, daha etkili bir yol bulmalıyız.

Kitleleşmek, sürüleşmek insanı sorumluluktan kurtardığı için kabileler halinde  mücadele etmek bize daha tatlı geliyor.

Hal böyle olunca  yapılması gerekenler hep kabile liderlerinden veya kabile büyüklerinden bekleniyor. Bizde nihai kabileler, partiler ve sorumlular  da onların liderleri.

Peki o halde ne yapmalıyız?

Eczacılıkta yarı katıları/ kremleri  temizlemek için talaş kullanırız. Talaş, küçük tahta kırıntılarından ibarettir. Aynı miktarda talaştan elde edebileceğiniz tek parça tahta ile yapamayacağımız bu işi küçük parçalardan oluşmuş talaşla yapabilirsiniz.
Kaba  fizyokratlık taslamak istemem ama  kabileciliğe karşı Türklüğ’ün  medeni gücü bireyselliğinden gelmelidir.

Bu nasıl olmalıdır?

Öncelikle Türk milliyetçilerinin, vatanseverlerin partileşme/ kabileleşme  saplantısından ve mücadeleyi liderlere yüklemek  tembelliğinden kurtulmaları gerekiyor.

Öncelikle şu artık anlaşılmalıdır: Kabileler, kitleler, ideoloji, felsefe, sanat,  edebiyat üretemez.  Bunları üretemeyen yığınların, kabilelerin bütün hayatımıza, bilinçten, sorumluluktan, kısaca insanlıktan uzak bir şekilde ve en basit şartlanmalarla   teker teker verdikleri oylarla  hükmetmesi son derece tehlikelidir.

 İşte bu yüzden, Türk milliyetçileri ve vatanseverler,  sanalağ ortamında  teker teker  bireysel sayfalar veya bloglar oluşturmaya çalışmalı. Bu mecralarda  yalnızca siyasete değil, edebiyata, sanata ve felsefeye dair de  fikirler paylaşılmalı.

Burada toplumun bilgilendirilmesi ve uyandırılmasının yanı sıra  kişisel blog ya da sayfa yazarının yazı ve düşünce yapılandırması alışkanlığını geliştirmesi,  sağlanacak asıl fayda olacaktır.

 Yaratıcılığın, üretkenliğin yaygınlaştırılması sağlanamazsa  toplum liderlerin ve kanaat önderi denen kabile   güdücülerin  zihnî vesayeti altında  kalacaktır. Bunu engelleyebilmenin etkili yollarından biri düşünsel  faaliyetlerde “yüzey alanını” büyütmek olacaktır.  Binlerin fikirlerine tak başına hükmeden bir  parti liderindense binlerin her birinin birbiriyle etkileşiminin sağlandığı bir  yaratım ortamında , doğruya, uygarlığa çok daha çabuk  ulaşılacaktır.





14 Şubat 2018 Çarşamba

Yanılmak Ve Aldatılmak Üzerine



İnsan her zaman bilgili ve bilge değildir. Belki de insan ömrü boyunca bilgili ve bilge değildir.

Şeylerin  tam bir bilgisine ulaşmak mümkün olmadığına göre insan, daima elindeki bilgi kandilinin kudreti kadar  aydınlanan bir yolda yürümek mecburiyetindedir.

Burada insanın, elindeki bilgi kandiliyle hangi yolu tercih ettiği sorusu akla gelir. Çünkü insan hayatının her günü    yol ayrımlarına varacaktır. Yol ayrımlarındaki tercih anları heyecan vericidir ve insan genellikle  heyecan  ve ondan sonra gelen zevkin sürekli olmasını ister.

Bir müddet sonra iş sürekli olarak heyecanın ve zevkin tercih edilmesine varır. Ve böylece insan yol ayrımlarındaki tercihlerin sonuçlarını düşünmekten vazgeçip tercih yapabilmenin zevkine bağımlı hale gelir. “Tüketim çılgınlığı” denen şeyin  davranışsal temeli budur. Yeni cep telefonunuzu aldığınız ilk gün duyduğunuz heyecan, ikinci gün söner. Ya da yeni kıyafetinizin çevrenizde yarattığı hayranlık bir müddet sonra söner.

Bu noktada “beğenilmek arzusuna” değinmek, yolların birbirileriyle ilişkili, çatallanmış hallerini sezmek ya da görmek açısından önemlidir.

Yanılmak veya aldatılmak, “Beklentilerin boşa çıkması veya boşa çıkarılması” anlamına gelir.

Yanılmak  doğru beklenen tercihle yanlış yere varmaktır.

Aldatılmak ise doğru hedefe varılacağı vaadinin boşa çıkmasıdır.  Peki ama neden “doğru” hedef? İnsan daima doğruya mı yönelir? İş burada dönüp dolaşıp “ Kimin doğrusu?” sorusuna gelir.

Yanılmak bir insanın “doğru bildiğinin” yanlış olduğunu anlamasıdır. Yanlış yola girdiğini anlamayan  kişi  yanılmış sayılmaz. Yanılmak, insanın doğruya ve yalnızca doğruya yönelmek istediğini ifade eder. Yanıldığını söyleyen kişi  seçtiği yolun yanlışlığını idrak  eden kişidir. Yanılmak, kişinin yol ile ilgili bilgisinin, izleniminin ve kararının  doğru olup olmamasıyla ilgilidir.

Aldatılmak ise bir yoldaşlığı gerektirir. Çünkü burada kişi, ona “ Aynı doğru yolda  onunla birlikte yürüyeceğini söyleyen bir insan” tarafından yanıltılır.
Burada aldatılmanın iki türü olduğunu, derhal görürüz.

Bunlardan birincisi, gerçekten doğru bir yolda  beraber yürüdüğümüz yoldaşımızın,  yanlış bir yola girerek bizi terk etmesi ve beraberlik vaadini boşa çıkarmasıdır. Aldatılmanın bu türlüsü, iyi ve doğru bir insanın güvenini boşa çıkarmakla ilgilidir.  Doğru bir yolda yürümek azmindeki insan, iyi bir insandır.

Amma ve lâkin aldatılmanın günümüzdeki yaygın  anlamı bambaşkadır.  Aldatılmanın  günümüzdeki yaygın kullanımı, “dolandırılmaktır”. Günümüzdeki yaygın anlam daha ziyade politika gücüyle oluşturulmuştur ve bu anlam kelimenin tam anlamıyla dolandırılmaktır.

Şunu en başta belirtmekte fayda vardır ki dolandırıcılar  bazen korku, iyi niyet gibi duygularımızı sömürerek bizi yanıltabilir ama sorun bizim yanlışa düşerken dahi aslında iyilikten ve doğruluktan ayrılmamak için gayret sarf ettiğimize içtenlikle inanmamızdır. Bilgimizin sınırlılığı yüzünden kötülüğü  ayırt edemememiz, sonuçta aldatılmış bile olsak aslında  bir yanılgıdır.  Çünkü iyiliğe dair tercihimiz sonuna kadar bizim irademize bağlı kalmıştır.

Peki ama “dolandırılmak” anlamındaki aldatılmanın “yanılmaktan” farkı nedir?

Yanılmak, “ doğruya yönelmek üzere kararlı” davranan ve seçtiği yolun, insanlara en az zarara vereceği yönünde samimi bir inanca sahip olan insanın, doğruya yönelme gayretidir.

Oysa “dolandırılmak” anlamındaki aldatılmak, yanlış olduğu açıkça görülen ve bilinen bir yolda birlikte yürüyen yoldaşlardan birinin diğerini yanıltmasıdır.

Dolandırılmak anlamındaki aldatılmak olayında  yoldaşların her ikisi de “ bir başkasına zarar vermek”  veya  “başkalarının zararı pahasına bir yarar elde etmek” amacıyla ortaklaşa hareket ederler. Dolandırıcılar genellikle “kolay görünen yol” vaadiyle yoldaşlarını aldatır. “Kolay görünen yol” da genellikle en az zararı verecek şekilden uzak, dümdüz ve kırıcı biçimde uzanan yoldur.

Yanlış yoldan gitmeği aklından geçiren insan, dolandırıcının hedefidir. Bu yüzden dolandırıcılar  “Dürüst bir insanı dolandıramazsın!” derler. Dolandırıcıların en çok güven duydukları şey, yoldaşlarının, bilerek yanlış yolda gittiklerini itiraf edemeyecek olmalarıdır.

Ve fakat bir başka daha önemli ayrım vardır ki o da yanılanlar,  verdikleri zarardan dolayı kendilerini suçlarlarken “aldatılanlar”, bundan dolayı yoldaşlarını suçlarlar.

Bu yüzden dolandırılmak anlamında aldatılanlar, kötüler tarafından aldatıldıklarını, kurban ve mağdur olduklarını sürekli söyler ve bunlardan şikâyet ederlerken kötü insanlarla ne işleri olduğunu asla açıklayamazlar.

Aldatılanlar yoldaşlarının kötülüğünden habersiz olabilirler. Ve fakat genellikle gittikleri yolun bir başkasına zarar vereceğinin farkındadırlar.

 Söz gelimi ulusal, lâik Türk devletini yıkmak  “menziline” beraber giden insanların, eylemleri, yolları , hedefleri zaten gayrı meşru iken bu yolda  beraber yürüyen insanların birbirlerine karşı tutumlarında, bir meşruiyet ve hak zemininden bahsedilemez.

Yanıldığını söyleyen insan, yanlıştan doğruya yönelen insandır. Yanılmak  doğruya yönelmek iradesiyle  yanlış seçim yapmaktır.

Dolandırılmak anlamında aldatıldığını söyleyen insan ise  aldatılmasa yanlış yolda yürümeğe devam edeceğini söyleyen insandır.

Bu yüzdendir ki yanılan insanlara güvenebiliriz ama dolandırıldığını/aldatıldığını söyleyen insanlara, yollarını ve yöntemlerini tam olarak öğrenmedikçe güvenmemekte fayda vardır.







8 Şubat 2018 Perşembe

Sınıf Safsatası Bizim Neyimiz Olur?



“ CHP İstanbul teşkilatı PKK’nın eline geçti!” falan deyip de çok sevdiğim solcu arkadaşlarımın dahi  “Irkçı, faşist köpek, köpekçi ( Bozkurt’u benimsediğim için), Kürt düşmanı, kafatasçı” vs  hakaretlerine uğramak istemiyorum. Aslında vaka bu olmasına rağmen solun içinde  debelendiği bunalımın kaynağına bakmak istiyorum.

O halde… Ulusal bütünleşmeye  havadan fazla ihtiyaç duyduğumuz şu günlerde dahi 6. Filo kindarlığıyla sağı içindeki bütün çelişkilere rağmen toptan karalayarak insanlık suçlusu haline getirmek için uğraşan böylece onunla uzlaşabilecek milliyetçileri de kırıp dökmeyi umursamayan sol uzlaşmazlığa  aynı sertlikte mukabele etmek hakkım doğmuyor mu?

Ama bu girişin konuyla bir şekilde ilişkilendirilmesi gerekiyor.

O da şu: Solun yıkıcı, kırıcı, haşin uzlaşmazlığı ne yazık ki onun, kendi kurucu paradigmasına duyduğu kesin ve ilkel inancından kaynaklanıyor. Nedir  kesin inançtan beslenen bu paradigma? “ Sınıf safsatası”.

“Sınıf "safsatasına, “kavram” diyerek onun bir yararlı ya da en azından tutarlı bir düşünsel inşa ya da keşif olduğunu kabul etmemiz mümkün değil.

Peki ama “sınıf” safsatasının kabahati nedir?

Toplum üretenlerin ve kapitalistlerin  çelişkisi yüzünden acı çekmiyor mu? Toplumsal sorunların temelinde sınıfsal çelişkiler bulunmuyor mu? Tarih bir “sınıflar mücadelesi” değil mi? İnsanlık ulusların ötesinde bir sınıfsal yapılanmadan oluşmuyor mu? İşçilerin vatanı yoktu, değil mi?

Romantizme, duygusallığa ve aşırı empatiye sadece beş dakika ara vererek birazcık serinkanlı ve akılcı  düşünebilirsek yukarıdaki soruların özlerinde yanlış olduklarını göreceğiz. Neden ve nasıl?

“Sınıf” endüstri toplumunun ortaya çıkışıyla ortaya atılmış bir fikir. Neden? Çünkü endüstri toplumu iş bölümünün ve zamanlamanın en kesin ve net şekilde geliştiği toplum. Burada sisler arasında kalan nokta şu: Endüstri toplumu “zaten meydana gelmesi gereken” doğal bir toplum değildi ve endüstrileşme de tarihin bir cilvesi veya kanunuyla meydana gelmedi.

Endüstri devrimi, toplumda sınıfları oluşturan din elitlerine karşı fikir hürriyetinin kazanılması, bilginin bu tutuculuğa rağmen  yaygınlaştırılması, fikir mülkiyetinin kurumsallaşması ile gerçekleşti. Bütün bunlar yararları önceden bilinerek yapılmadılar elbette. Ama ısrarcı tutuculukların ve sınıfsal katılıkların yol açtığı zararların uzun süre gözlenmesi sonucunda el yordamıyla da olsa keşfedildiler ve sonra da geliştirilediler. Yani sanıldığı gibi “sınıf” endüstri toplumunun bir zehirli atığı falan değildi.

Endüstri devriminden önce de toplumda “sınıflardan” bahsedilebilirdi ki sınıf, aslında endüstri öncesi toplumlara ait bir olgudur. Oysa “sınıf” düşüncesi, tam da sınıfların toplumsal geçişlilikle alabildiğine zayıfladığı bir dönemde ortaya atılmıştır. Bu dönemde aristokrasi önemini yitirmiştir, insanlar iş değiştirebilmeğe, yatırım yapabilmeğe, gelirini artırabilmeğe başlamıştır. Endüstri toplumu, toplumun her kesiminin yönetime ilgisinin ve katılımının arttığı bir toplumdur ki böylesi bit toplumsal yapıda aristokrasinin sınıfsal dayatmasından artık bahsedemeyiz. Ve tam da burada iddialı bir biçimde sınıflı toplumun endüstriye geçişi yavaşlattığını, geciktirdiğini endüstri devi İngiltere’nin sömürgesi Hindistan’daki kast sistemi örneğine bakarak söyleyebileceğimizi sanıyorum.

O halde Marx anlık bir kesit alıp bunu dinamik bir topluma uyarlayabileceğini sanarak toplumsal geçişlilik,  para ve servetin hareketliliği, tasarruf imkânlarının yarattığı refah imkânları gibi unsurları görememiştir. Ve bunun sonunda da “ aslında değişmeyen, hep bugünü yaşayan” ilkel  toplulukların romantik masumiyetini sosyalizmle toplumu sınıftan arındırılmış bir halde dondurmak hayaline kaynak saymıştır.

Onun “ tarihsel materyalizmi” ve diyalektiği bütün değişim iddialarına rağmen aslında “ bir kere kuruldu mu asla değişmeden kalacak bir endüstriyel refah cenneti” hayaline dayanıyordu.

Bu da sınıfların ortadan işçilerin şiddetiyle kaldırıldığı ve böylece herkesin sonsuz bir mutluluk ve gönüllülükle destekleyeceği bir işçi diktatörlüğünü yaratacaktı.

Marx en başta bir tarihsel hata yapmıştı. Çünkü öncelikle tarihi kültür  ve sosyoloji penceresinden okumak yerine kendi fantezilerine göre bir tarih oluşturmağa kalkmıştır. Bugün dahi onun fantastik tarihsel şablonunun iktisat fakültelerinde bir gerçekmiş gibi okutulması inanılması zor bir tutuculuktur.

Tarihi kültür ve sosyoloji penceresinden okumaktan vazgeçtiğinde, “sınıf” saydığı işçilerin farklı ülkelerde neden onun kafasındaki şablonlara uygun davranmadığını açıklayamamış burada bir “kapitalizm komplosu” uydurarak işçilerin aralarındaki kültürel farklılıkları aşabileceğini sanmıştır.

O “sınıf”  safsatasını alabildiğine büyütüp semirtirken insanın doğasını anladığını sanıyordu. Oysa insan doğasındaki ortak özellikleri anlamak yerine insan doğasının kendi düşündüğü gibi olması gerektiğini dayatmağa çalışıyordu. Dünyayı anlamağa çalışan filozofları küçümsüyor ve doğasını hiç anlamadığı insanı kendi tarihsel şablonlarına göre biçimlendirmeğe kalıyordu.

Oysa insan doğası, sınıf  fikrini yanlışlıyordu.

 Çünkü meselâ  insan zengin de olsa fakir de olsa her zaman çok olanı az olana tercih ediyordu. 

Toplumsal konumu ne olursa olsun bir zaman tercihine göre hareket ediyordu.

Geliri ne olursa olsun, başkalarının varlıklarını, kendi varlığına dokunulmaması gerektiğine dair ferasetiyle geliştirdiği bir empatiyle dokunulmaz sayıyordu.

İnsan, hayatını bir çelişki olarak görmüyor, aksine geliştirilmesi gereken bir uyum ağı olarak görüyor ve buna göre davranıyordu.  Çelişkileri, çelişkinin taraflarından birini yok ederek çözeceğini düşünen Marxist ilkellik burada insanın hayatta kalma şekline  çarpıyor ve parçalanıyordu.

Ve daha özel şartlarda  insanlar kendi uluslarını, insan beraberlikleri içinde  gerçekleştirilebilecek en büyük uzlaşma  şekli olarak görüyor ve bunun ötesinde bir olguyu da kabul etmiyorlardı. Dolayısıyla Marx’ın romantik müdafaaına mazhar olan sevgili işçileri, savaşta ve barışta kendi uluslarını, Marx’ın asla idrak edemeyeceği kıskanç bir sevgiyle  benimsiyor ve koruyorlardı.

Ve bu noktada Marxizm aslında akılcı bir izah olmanın ötesinde  alabildiğine romantik bir dinsel  inanca ve yobazca bir harekete dönüşüyordu.  Çünkü ne kuramsal olarak insan toplumlarının temelindeki tarihi, kültürü, dili vs görebiliyor ne de  bunların insan eylemelerine etkilerini anlayabiliyordu.

İşte bu yüzden sosyalizm nerede hayata geçirildiyse sözde halkların kardeşliği adına  rejimin kurucusu başat ulusun doğal baskısı, sözde enternasyonalist kardeşlik ve eşitlik hayaline rağmen kanla ve yıkımla egemen kılındı. İnsan doğasına uymayan sosyalizm, milyonların kırılması pahasına  yerleştirilmeğe çalışıldı. İnsanlar, sosyalist ülkelerde, doğalarına uymayan bir hurafeye itaat etmeğe zorlandılar. ( İsveç sosyalizmi, mülkiyete ve ticarete diş geçirememiş sosyalizmin, popülist ve uzlaşmacı  ödüncülüğünden başka bir şey değildir. Sosyalizmin piyasayı ve hürriyeti öldürebildiği hiçbir yerde refah ve hürriyet  gelişmemiştir.)

Sınıf hayalinin kutsandığı yerde ulusal kimliklere ve tarihe yer yoktu. Pratikte başat bir ulusun baskısı olmaksızın yaşatılamayan devletlerin varlığı dahi sınıf fikrinin bir safsata olmaktan ileri gdiemediğini göstermeğe yetiyor da artıyordu.

Peki bu durumun, Kürt etnikçiliğinin,  solun çoğunluğunu  ele geçirmesiyle rehin almasıyla veya kendine aşık etmesiyle ne ilgisi var? Şu ilgisi var:  Sınıf safsatası solcuları kendi uluslarına karşı körleştiriyor. Onların kendi uluslarının değerlerine yabancılaşmasına ve hatta düşmanlaşmasına  sebep oluyor. Çünkü sınıf safsatasıyla , ulusal tarih, dil, duygu birliği, hukuk birliği gibi olgular bir arada bulunamıyor.

Bir kere sınıf safsatasını benimsediğinizde, ulusunuzu meydana getiren bütün değerler “insanlık dışı kapitalist bir dayatma veya uydurma” haline geliyorlar. Bunları savunan insanlar da insanlık suçlusu birer ırkçı ve faşist oluveriyorlar. ( Muhtemelen yazıyı okuyunca beni engelleyecek pek çok solcu arkadaşım gibi…)

Hal böyle  olunca  ülkenizi ve ulusunuzu tehdit eden etnikçi şiddet hele sizinle aynı paradigmayı benimsiyorsa size , adı Türk olan büyük bir ulustan nefret etmeğe başlıyorsunuz. Aslında  ideolojiniz gereği nefret etmediğinizi söyleseniz bile Türk’ün egemenliği dahi size insanlık dışı bir baskı rejimi olarak görünmeğe başlıyor. Meselâ bir CHP milletvekilinin “ Hayatta duymaktan en çok tiksindiğim söz “ Şehitler ölmez vatan bölünmez!” sloganı!”demesi bu nefretin bir ifadesi.

Sınıf safsatası var olmayan ve asla olmayacak bir çelişkiyi insanların kafasına sokarak Marx’a göre doğal  bir kan ve yıkım eyleminin meşrulaştırıcısı / rasyonelleştiricisi oluyor.

İşte bu yüzden Türkiye’de sol, ulusal bütünlüğün yıkılmasında  enternasyonalist/ümmetçi siyasal islâmcılarla doğal bir ittifak halinde çalışıyor. Anayasa’nın 66. Maddesindeki Türk isminin silinmesini Kürtlere yaranmak için kabul eden solun kitlesel temsilcisinin aklındaki  temel çarpıklık, işte bu sınıf safsatasında yatıyor.*






Kime Dönek Denir?



Son on yılın belki de  en çok konuşulan  davranışı, sanırım bu: "Döneklik".

Kimin nereden nereye döndüğü  konusuna dalıp da polemik yaratmak istemiyorum. Polemik zevkli fakat yararsız bir iş.

Madem bugünlerde Epiktetos okuyorum, onun gerçek faydaya yönelik  metodunu ve tevazuunu benimsemek  egomu terbiye etmek için herhalde en doğrusu olur.

Dedim ya kimin nereden nereye döndüğünü yazmak kavgaya girişmek için iyi bir sebep.

Peki ne yapmalıyım? “ Dünyayı değiştirmek isteyenler işe kendilerinden başlamalı.”   demişti, yanılmıyorsam Bernard Shaw. Tolstoy’un da hemen hemen aynı bir cümlesi vardı.

İnsan dünyayı niye değiştirmek ister? Muhtemelen ondan memnun olmadığı için… Onu memnun olduğu bir hale getirmek insana muhtemelen doğru  gelecektir.

Dünyanın değişmesi insana tuhaf görünmeyecektir. Çünkü hiç kimse dünyanın değişime aldırıp aldırmayacağını falan düşünmeyecektir.

Fakat  bireyler, kendilerini değiştirmekte gönülsüzdürler. Bu ya menfaatleri öyle gerektirdiği için ya da inançlarına  sadık oldukları için böyledir. “İnanç” sadece  ilahi olanla ilgili değildir. İnanç, düşüncenin vardığı sonuçtur.  İnanç, düşüncenin vardığı muhtemel doğruluk hükmüdür.

Burada italiklediğim “muhtemel doğruluk” bana kalırsa meselenin özünü oluşturuyor.  Çünkü insan asla “yanlışa” inandığını düşünmez. İnsan daima doğruya inandığını düşünür. Yani herkes gerçeğe en yakın halde bulunduğuna inanır. Öyle olmasa karar veremez, eyleme geçemez, bir akıl boşluğunda  cinnet geçirir ve felç olurduk. Hayatında hiçbir beklentisi olmadığını iddia eden   bir Budist bile bu eylemin doğruluğuna  “inanır”. Böylece gereceğe en yakın bir durumda olduğunu düşünür.

Buna rağmen neden  herkes “iyi “değildir? Herkes gereceğe en yakın durumda olduğuna inanıyor ve bir “doğruluk”  hedefiyle yaşıyorsa bu kadar kötülük nereden geliyor?
Sanırım bunun sebebi bazılarının (sözde) menfaatleri gereği - ki menfaat hakkında da  kafa yormam gerekiyor- değişmemekte ısrar etmeleridir.

Peki ama bu durumla  değişmenin ilgisi nedir? Biri değişmiyor, değişmemek istiyorsa dünyayı değiştirmek ya da  egoyu eğitmenin bununla ne ilgisi olabilir? İlgisi şudur: (Sözde) menfaatleri icabı değişmemekte ısrar edenler, aslında  kendilerine dışarıdan telkin edilen menfaatler gereği hareket eden insanlardır ki bu menfaatler değiştiği anda kendilerini derhal onlara göre değiştiriverirler.

İnançlarına  sadık kalanlar ise gerçekle ilgili bilgileri arttıkça  neyin daha doğru yani  gereceğe daha yakın olduğuna bakarak değişirler. İnancına sadık kalanlar derken kesin inançlıları kast etmediğimi belirtmeliyim. Çünkü onların “bağlılıkları” akla dayanan vicdani bir bağlılık değildir. Kesin inançlılar inançlarına bağımlıdır, müpteladır.

Bu kadar ukalâlığı neden ettim?

Çünkü ben de bir sürü savrulma yaşadım.  Doğru olduğuna inandığım pek çok yanlış şey oldu. Peki bu kötü bir şey mi?  Birileri “ Ben en başından beri hep doğru yoldaydım!” diyebilir ki son zamanlarda bunu diyenlerimiz çok. Ben şahsen o kadar iddialı olamam.

Hayatta her zaman doğru olanı bilemeyebilirim. Ama doğru olduğuna inandığım şeyler  için mücadele ederim. Eğer doğruyu hiçbir zaman bilemeyeceğimi düşünseydim o zaman en başta söylediğimizi gibi bitkisel bir hayat yaşamam icap ederdi.

O halde “ Hiç kimse doğruyu bilemez!” demek insanı doğru eyleme götüremez, sadece insanı, doğruyu aramaktan soğutur. “Herkesin kendi doğrusunun olması”  bir gerçeğin var olmadığını göstermez. Sadece gerçeğe yaklaşımlardan bazılarının isabetsiz olduğunu gösterir.

Sorun gerçeğe yaklaşmak arzusundan vazgeçmemektir.  Gerçeği en baştan beri bildiklerini söyleyenlere ancak özenebilirim. Bana düşen  elimden geldiğince gerçeğe yaklaşmaktır. Bu arada  yalpalamalar ve dönüşler yaşarsam o benim cehaletimdendir. Amma ve lâkin gerçeğe gidilen yoldaki dönüşlerle sözde menfaatlere yönelen yollardaki dönüşler arasındaki farkı bilmeden “döneklikten” bahsettiğimizde   ancak gerçeği arayanları kırarız. Menfaatçiler için zaten döneklik teriminin bir anlamı yoktur. Çünkü onlar için menfaatlerini elde etmek dışında bir mutluluk yoktur.
“Döneklik”, gerçeğin yolundan menfaatin yoluna dönenlerin niteliğidir.

7 Şubat 2018 Çarşamba

Vay Benim Dertli Aklım




Bu yazının bir başka  biçimi vardı.

Söylenecek şeyleri söylemenin farklı yolları var.

Yazarın yazısı onun iç âlemiyle, duygularıyla da biraz olsun şekilleniyor. Dolayısıyla bazı yazılar hırçın olabiliyor.

Bu yüzden bu yazının öbür biçimini yayınlamaktan vazgeçtim.

Rahmetli babam la tartışırken bana “ Beni ikna etmeğe mi uğraşıyorsun, kendini tatmin etmeğe mi?” diye sorardı.

Bu yüzden Türkiye’de hepimizi  pençesine alan “kendi başına düşünmemek” hastalığını mümkün olduğunca sakin değerlendirmeğe çalışacağım.

Hepimiz aslında belli bir kabileye bağlı yaşıyoruz. Günlük menfaatlerimizi temin etmenin en kolay ve hızlı yolu bu gibi görünüyor.

Neden böyle? Çünkü Türkiye’de henüz uluslaşamadık.( Eyvah! Bir okur paradoksuna giriyoruz. Gene tepeden  bakmağa başladım, değil mi? Oysa hepiniz bunları zaten biliyor, Muharrem İnceyi mi, SezginTanrıkulu’nu mu yoksa  halifenizi ya da ulemanızı veya reislerinizi artık her ne iseler desteklemeniz gerektiğini zaten biliyorsunuz.)

Şu aşamadan sonra çoğunuz yazıyı okumayı bırakabilir.   Yazarın okura hitabı bir ego gösterisidir. Yazar ne kadar mütevazı davranırsa davransın, okurun yazamadığı, yazmağa üşendiği, yazmağa değer bulmadığı şeyleri yazarak egosunu sergiler. Böylece yazarla okur arasında bir ego çatışması yaşanır.

Bu yüzdendir ki üstünlükleri akademik veya siyasal unvanlarıyla  veya  şöhretleriyle tescillenmiş insanlara teslim olmak isteriz.

Bu insanlar kendi kabilelerin uluları olarak altlarındaki insanları güdüyorlar.   Vatansız bir takım liberallerimizin icadı “kanaat önderi”  deyimi bu anlama geliyor. Sürüleştirilmiş kabilelerini fikren güden  insanların kitleleri manipüle etmesine bilhassa liberal camiada pek bel bağlanıyor. Ama bunun başka örnekleri de var. Meselâ  CIA’nın Kürtçü  ajanını Atatürkçülük adına partilerinde tutan CHPliler veya “ Her türlü milliyetçiliği ayaklarının altına almış” AKP’yi din için destekleyen MHP seçmeni…

Bunları  sivri örnekler olarak verdim.

Sürü olmazsak kurtlar bizi kapar  güdüsü her  eylemimizi daha en baştan baltalar. Peki bunun uluslaşmayla ilgisi ne?

Ulus dünya üzerinde ideale en yakın bir adalet sistemini, toplumun en geniş kesimi adına gerçekleştirebilecek ve kabul edilebilecek,tek meşru zor kullanma mekanizmasının sahibi olabilecek en gelişmiş  ve en büyük insan beraberliği de ondan…

Uluslaşmış toplumda insan, kabilelere sığınmaya ihtiyaç duymaz. Kendi aklı ve vicdanıyla hakkını ve hakkı savunur.

O halde suya sabuna dokunmayan ve dahi ancak bireysel gelişimle ilgilenen hiç kimseyi rahatsız etmeyen felsefe nerelere vardı?

Ne bileyim ben?


6 Şubat 2018 Salı

Bugün  okulda toplantı olduğundan küçük kızımın dersleri erken bitti.

Oğlanın dersleri erkene alınmış ama bizim geç haberimiz oldu, saten onun de dersleri aza olacakmış.

Haberlere bakayım mı bilmiyorum. Çünkü her seferinde daha kötü şeyler duyuyoruz.

Epiktetos okumağa devam ediyorum. Ernesto Sabato'nun "Tünel" isimli kitabını dün gece bitirdim. Bu gün ikinci kitabına başlamak istiyorum.

Okunması gereken çok kitap var.

Birkaç gün önce arabayı çamurdan kurtarmak için iterken galiba dizimi yine sakatladım. İyileşmesi için dinleniyorum.

Endişeye Dair



Felsefenin özelliği nedir?

Felsefe  ne hakkındadır?

Felsefe, herhangi konuyla ilgili bir mantıksal bütünlük süreci geliştirme çabası  olabilir mi? Örneğin “bilim felsefesi” gibi…

İşin aslı şu: Şu sıralar Epiktetos okuyorum. Onun daha önce “ Düşünceler Ve Sohbetler” adlı kitabını okumuştum. Şu sıralar “Söylevler’ini” okuyorum. Epiktetos ‘ “Felsefe yapıyorum!” deme! “ Adam olmağa çalışıyorum.”de!’ der. Demek ki felsefe insanın doğru ve mutlu bir varlık olmak gayretidir..

Kitapta “Endişeye Dair” diye bir bölüm var. Bölümün özü sanırım, insanın elinde olanlar hakkında düşünmesi, bunlar hakkında yeterli bir idrak geliştirmesi ve elinde olmayanlar hakkında da herhangi bir üzüntü veya kaygı duymaması.

Epiktetos sürekli bu konuyu vurguluyor ki mantıksız değil. Sorun şu: Neyin elimizde olduğu ve neyin elimizde olmadığı konusunu, her zaman bilebiliyor muyuz, bilebilir miyiz?

İnsan eylemlerinin iradi olduğu konusunda herhalde herkes mutabıktır. İçki içmek “isteriz” ve içeriz. Yazı yazmak isteriz ve yazarız. Oy vermek isteriz ve veririz. Peki ama bir varlık olarak varoluşumuza dair eksiklikler bizim irademizle değiştirilebilir mi? Ya da çevremizdeki insanların yaygın cehaletlerinin veya kötülüklerinin etkisinden uzak kalmak için irademiz yeterli midir?

Ama bunların ötesinde mesele fakir kalmak endişesi yersiz midir? Şahsen ben fakir kalmak istemem ve borçlu kalmak,  beni daima endişelendirir. Neden? Çünkü borçlu kalmak kendime ait şeylerin olmaması anlamına gelir.

Fakir kalmak ne demektir? En başta imkân eksikliği demektir.

Ama burada endişenin kökenine inmek istiyorum ki bu yazının aslında kendimle bir söyleş olduğunu akıldan çıkarmamalıyım.
Endişemin kökeninde  ne var?

Sözgelimi fakirlikten korkuyorum. Fakir kalırsam ne olur? Artık yazı yazacak bir bilgisayarım olmaz. Belki evimde  televizyon da seyredemem.  İstediğim şeyleri giyemem, istediğim şeyleri de yiyemeyebilirim.

Ama beni endişelendiren şeyler bunlar mı gerçekten? Öğle yemeği yiyemediğim zamanlarda mutsuz muydum? Hep aynı pantolonu giyerken mutsuz muydum? Tek bir pantolonum varken gittiğim kadar sık bir daha sinemeye gidebildim mi? Ya da çalışmaya başladığım zamanlarda evimde bir bilgisayarım mı vardı? Yaklaşık yetmiş duraklık sabah yolculuklarımda  okuduğum kitaplardan başka ne varlığım  vardı?

O zaman da aynı adam değil miydim? Kıyafetimle bana nasıl muamele edildiğini umursuyor muydum? Ya da bunu umursamak zorunda kalacağım yerlere gidiyor muydum? Ya da bana kıyafetimle ya da paramla itibar edecek insanlarla ilişki kuruyor muydum? Elime şiir  kitabımı alıp açık güvertede oturmak, nişanlıma mektup yazmak, Kadıköy sahilinde gün batışını seyretmek, pazarları kitap pazarını gezmek, güzel filmlere gitmek neyime yetmiyordu? Peki bütün  bunları yaparken başkalarını mı gözetiyordum yoksa kendi mutluluğumu mu gözetiyordum? Elbette kendi mutluluğumu gözetiyordum.

O halde… Galiba Epiktetos haklı… Endişelerin kökeninde muhtemelen “beğenilmek arzusu” yatıyor. Çünkü elimizde ne çok şeyimiz olursa başkaları tarafından beğenilmek imkânının o derece arttığını sanıyoruz. Biz aslında elimizdekileri kaybetmekten korkmuyoruz. Biz elimizdekilerle beraber saygınlığımızı yitirmekten korkuyoruz ki galiba “endişe” denen şey, tam da bu korku.

Zaman içinde gerçekleştirdiğimiz birikimlere meselâ bankacıların gösterdiği ilgi hoşumuza gidiyor. Daha önce altı defa müracaat ettiğiniz halde sizi kredi kartına lâyık görmeyen bankacıların zamanla sizi “muteber” sayması içinizde zehirli bir “hoşnutluk” yaratıyor.

Bunun “hak edilmiş” bir itibar olduğunu düşüyoruz. “Hak edilmiş” itibarı kaybederek “küçük görüleceğimizi” düşünüyoruz. Hadi bunu birinci tekil şahıs olarak söyleyeyim: “Hak edilmiş itibarımı kaybederek küçük görüleceğimi düşünüyorum”. Belki bu düşüncenin farkında değilim, belki de farkına varmak istemiyorum.

Ama asıl sorun şu: Başkalarını beni küçük görmesinden endişelenmemin sebebi, benim  başkalarını küçük görmem olabilir mi? Zamanla başkalarını küçük görmek alışkanlığını geliştirmiş olabilir miyim?   Dünyaya nasıl bakıyorsam dünyanın öyle şekillendiğine dair bir kabul geliştirmiş olmam mantıklı değil mi? Dünyaya bakışım , onun benimle ilişkisine dair beklentilerimin temelini oluşturmaz mı? Dünyayı nasıl görüyorsam dünyanın bana verecekleri de buna uygun olmamalı mı?

Söz gelimi bir şizofren olsam  ve bir takım halüsinasyonlar görsem, tepkilerim de bu  sanrılara göre olurdu. Elbette bu çok uç bir örnek ama daha düşük derecelerde de bu örnek doğru olabilir.

Sanırım bu, egonun en ilkel hali. Çünkü “tepkisellik” barındırıyor.  Beğenilmek arzusu, galiba endişenin kaynağı. Çünkü varlığın, servetin olmadığı zamanlarda dahi insan tatmin olabiliyorsa, mutlu olabiliyorsa servet mutluluğun doğrudan kaynağı olamaz.

O halde servet aslında mutluluğun kaynağı olmamakla birlikte itibarın kaynağıdır ve insanlar bir müddet sonra itibara mutluluktan daha fazla önem vermeğe başlarlar ve artık onu kaybetmek istemezler.

Burada  filozofların üstünlüğü ortaya çıkıyor ki onlar itibarlarını  kendi olgunluklarından başka bir yerde görmüyorlar ve hatta gerçek bir olgunluğa erişmekten başka da bir  mutluluk olmadığını bildikleri için başkalarının servetle elde etmeğe çalıştığı itibara en doğal yoldan ve basitçe sahip oluyorlar.

O halde kendime şunları sormalıyım:

Daha zor şartlarda yaşadım mı?
Evet
Daha zor şartlarda mutlu olabildim mi?
Evet.
Daha  zor şartları hâlâ hatırlayabiliyor muyum?
Evet.
Elimdeki maddi imkânları âniden kaybetsem bile şu anda onlardan çok daha değerli ve hatta paha biçilemez  insanlarla beraber miyim?
Evet.
O halde neden zor zamanlarda yaşadığım kadar basit yaşamıyorum? 

Yazmak mühürlemektir.



4 Şubat 2018 Pazar

DNA’n Kadar Konuş!


Enternasyonalizmin  Bilimci Faşist Yönelimine Kısa Bir Bakış

Türk'lerden nefret etmesinin sebebinin
ırken Kürt olması olduğunu sanan kızın şaşkınlığı
Şu günlerde özellikle Türk düşmanı, sağcı-solcu enternasyonalistlerin pek tuttuğu DNA analizi videoları sanalağda cirit atıyor.

Bu  videolarda insanlara mensubiyetleri, milliyetleri ve bunlar hakkındaki, fikirleri sorulıuyor. Daha sonra bu deneklerden alınan örneklerdeki bir takım  haplotiplere bakılarak onların  kalıtımlarının izi sürülüyor ve hangi ırklardan geldikleri onlara “bilimsel” olarak gösterilerek aslında “sandıkları kadar saf olmadıkları”  gösteriliyor.

Burada denekler sonuçlara çok şaşırıyor ve aslında “olduklarını sandıkları kişiler olmadıkları” gibi bir sonuca varıyorlar.

Acaba  bu deney sanıldığı kadar şaşırtıcı ve gerçekçi mi? Yoksa  kasıtlı bir  bilimsel izolasyonun bilinçli saptırmasından mı ibaret?

Bu deneyin  tek sosyal yönü, deneklerin mensubiyetlerinin beyan edildiği bölüm. Bunun dışında DNA kalıtımı analizinin bize, aslında öğrettiği ya da gösterdiği hiçbir sosyal kanıt yok.

Deneyin sosyal bir  beyanla başlaması, sosyolojik verilerle yürütüleceği izlenimini uyandırıyor. Oysa deney kalıtımla yürütülüyor.  Bu durumda deney “biyoloji” sınırlamasıyla  verilerini diğer her şeyden izole ediyor. Oysa insanların  mensubiyetlerine dair beyanları alınırken onlardan “ırklarıyla” ilgili herhangi bir cevap alınmıyor. Denekler “üstünlüklerini” dahi öne sürerken bunun için “biyolojik” bir argüman ileri sürmüyorlar. Öne sürdükleri gerekçelerin bağlamı, deneyi yapanlarca göz ardı ediliyor ki bu da deneyin” saptırılmasına” yol açıyor.

Deneyi yapanlar, uzun zaman önce kalıtımı etkilemiş yabancı ırk karışımının, insanın değer edinimiyle, toplumsal bilinciyle  ne derece ilgili olduğunu hiç açıklamıyor. Dolayısıyla örneğin deneklere “ İngiliz olmaktan ne anlıyorsunuz?” “ Kürt olmak sizin için  neden önemli?” vs sorular sormak yerine, insanların mensubiyet şuurlarının salt bilinen ırksal kökenlerden gelebileceği dşüncesinden yola çıkıyorlar.

Bilimsel yöntemleri kötüye kullanan insanlar,  başka bilimlerin gerçeklerinden, tespit yöntemlerinden, toplumsal gerçeklerden habersiz bir biçimde “insanların sadece genetikle, kalıtımla kimliklenebileceği” gibi saçmasapan ve dahası çocukça bir  kabulle DNA analizine girişip insanların kimlik kabullerini aşağılıyorlar.
Şüphesiz her mensubiyet  bir millete/ulusa ait olmuyor. Kürtler, Ermeniler vs.  kabile ya da etnik topluluk mensubiyetleri de var. Fakat  deneyi yürüten kalıtsal ırkçı zihniyet, bu mensubiyetlerin içindeki “insani kurgulamayı”, “değer oluşturma işini” tamamen yok sayıyor.

Bu sözde deney, insanlığın bir bütün olduğunu düşünmemizi isteyen ve  bunu da değerlerimizi   bizzat bize inkâr ettirerek dayatmağa yönelen yeni enternasyonalizmin bir ürünü.

Eğer DNAlarımızla kimlikleniyorsak  neden DNAlarımızın “ saf” kalmasını sağlamak için uğraşmayıp da diğer ırklarla karışma yolunu izlemişizdir?

Diğer ırklarla karışmamıza rağmen kültürel anlamda nispeten homojen, ortak değerleri paylaşan, ortak duygular geliştiren beraberlikler kurmamız acaba DNA’nın hayvansallığından daha üstün bir  insani eylem  değil midir?

DNAcı enternasyonalizm farkında olarak ya da olmayarak kınadığı Alman ırkçılığının yöntemlerini daha da geliştirerek insan toplumlaşmasını dolayısıyla insanlaşma gelişiminin kendisini yok etmeğe yöneliyor.

Bize bir yandan “DNA’n kadar konuş!” diyor, diğer yandan, aklımızı biçimlendiren toplumsal /insani şablonları yıkmağa yöneliyor. Eğer faşizmin salt antikollektivist bir ırkçı baskı yönetimi olduğuna hâlâ  bir KGB şartlanmasıyla  inanıyorsak önümüzdeki gerçeği idrak etmemiz zorlaşıyor.

Oysa faşizmin doğasının,  sizi herhangi bir baskı ile insanlık dışı bir yöne sürüklemek olduğunu düşündüğünüzde bahsi geçen sözde kalıtım deneylerinin asıl zararlı etkisi ortaya çıkıyor.


Enternasyonalizm bu sözde bilimsel, saptırılmış , izolasyonist sonuçlarıyla insanlık dışı- faşist yönelimini bir kez daha gözler önüne seriyor.