Felsefenin özelliği nedir?
Felsefe, herhangi konuyla ilgili
bir mantıksal bütünlük süreci geliştirme çabası olabilir mi? Örneğin “bilim felsefesi” gibi…
İşin aslı şu: Şu sıralar
Epiktetos okuyorum. Onun daha önce “ Düşünceler Ve Sohbetler” adlı kitabını
okumuştum. Şu sıralar “Söylevler’ini” okuyorum. Epiktetos ‘ “Felsefe yapıyorum!”
deme! “ Adam olmağa çalışıyorum.”de!’ der. Demek ki felsefe insanın doğru ve
mutlu bir varlık olmak gayretidir..
Kitapta “Endişeye Dair” diye bir
bölüm var. Bölümün özü sanırım, insanın elinde olanlar hakkında düşünmesi,
bunlar hakkında yeterli bir idrak geliştirmesi ve elinde olmayanlar hakkında da
herhangi bir üzüntü veya kaygı duymaması.
Epiktetos sürekli bu konuyu
vurguluyor ki mantıksız değil. Sorun şu: Neyin elimizde olduğu ve neyin
elimizde olmadığı konusunu, her zaman bilebiliyor muyuz, bilebilir miyiz?
İnsan eylemlerinin iradi olduğu
konusunda herhalde herkes mutabıktır. İçki içmek “isteriz” ve içeriz. Yazı
yazmak isteriz ve yazarız. Oy vermek isteriz ve veririz. Peki ama bir varlık
olarak varoluşumuza dair eksiklikler bizim irademizle değiştirilebilir mi? Ya
da çevremizdeki insanların yaygın cehaletlerinin veya kötülüklerinin etkisinden
uzak kalmak için irademiz yeterli midir?
Ama bunların ötesinde mesele
fakir kalmak endişesi yersiz midir? Şahsen ben fakir kalmak istemem ve borçlu
kalmak, beni daima endişelendirir.
Neden? Çünkü borçlu kalmak kendime ait şeylerin olmaması anlamına gelir.
Fakir kalmak ne demektir? En
başta imkân eksikliği demektir.
Ama burada endişenin kökenine
inmek istiyorum ki bu yazının aslında kendimle bir söyleş olduğunu akıldan
çıkarmamalıyım.
Endişemin kökeninde ne var?
Sözgelimi fakirlikten korkuyorum.
Fakir kalırsam ne olur? Artık yazı yazacak bir bilgisayarım olmaz. Belki
evimde televizyon da seyredemem. İstediğim şeyleri giyemem, istediğim şeyleri
de yiyemeyebilirim.
Ama beni endişelendiren şeyler
bunlar mı gerçekten? Öğle yemeği yiyemediğim zamanlarda mutsuz muydum? Hep aynı
pantolonu giyerken mutsuz muydum? Tek bir pantolonum varken gittiğim kadar sık
bir daha sinemeye gidebildim mi? Ya da çalışmaya başladığım zamanlarda evimde
bir bilgisayarım mı vardı? Yaklaşık yetmiş duraklık sabah yolculuklarımda okuduğum kitaplardan başka ne varlığım vardı?
O zaman da aynı adam değil
miydim? Kıyafetimle bana nasıl muamele edildiğini umursuyor muydum? Ya da bunu
umursamak zorunda kalacağım yerlere gidiyor muydum? Ya da bana kıyafetimle ya
da paramla itibar edecek insanlarla ilişki kuruyor muydum? Elime şiir kitabımı alıp açık güvertede oturmak,
nişanlıma mektup yazmak, Kadıköy sahilinde gün batışını seyretmek, pazarları
kitap pazarını gezmek, güzel filmlere gitmek neyime yetmiyordu? Peki bütün bunları yaparken başkalarını mı gözetiyordum
yoksa kendi mutluluğumu mu gözetiyordum? Elbette kendi mutluluğumu
gözetiyordum.
O halde… Galiba Epiktetos haklı…
Endişelerin kökeninde muhtemelen “beğenilmek arzusu” yatıyor. Çünkü elimizde ne
çok şeyimiz olursa başkaları tarafından beğenilmek imkânının o derece arttığını
sanıyoruz. Biz aslında elimizdekileri kaybetmekten korkmuyoruz. Biz
elimizdekilerle beraber saygınlığımızı yitirmekten korkuyoruz ki galiba “endişe”
denen şey, tam da bu korku.
Zaman içinde gerçekleştirdiğimiz
birikimlere meselâ bankacıların gösterdiği ilgi hoşumuza gidiyor. Daha önce
altı defa müracaat ettiğiniz halde sizi kredi kartına lâyık görmeyen
bankacıların zamanla sizi “muteber” sayması içinizde zehirli bir “hoşnutluk”
yaratıyor.
Bunun “hak edilmiş” bir itibar
olduğunu düşüyoruz. “Hak edilmiş” itibarı kaybederek “küçük görüleceğimizi”
düşünüyoruz. Hadi bunu birinci tekil şahıs olarak söyleyeyim: “Hak edilmiş
itibarımı kaybederek küçük görüleceğimi düşünüyorum”. Belki bu düşüncenin
farkında değilim, belki de farkına varmak istemiyorum.
Ama asıl sorun şu: Başkalarını
beni küçük görmesinden endişelenmemin sebebi, benim başkalarını küçük görmem olabilir mi? Zamanla
başkalarını küçük görmek alışkanlığını geliştirmiş olabilir miyim? Dünyaya nasıl bakıyorsam dünyanın öyle
şekillendiğine dair bir kabul geliştirmiş olmam mantıklı değil mi? Dünyaya
bakışım , onun benimle ilişkisine dair beklentilerimin temelini oluşturmaz mı?
Dünyayı nasıl görüyorsam dünyanın bana verecekleri de buna uygun olmamalı mı?
Söz gelimi bir şizofren
olsam ve bir takım halüsinasyonlar
görsem, tepkilerim de bu sanrılara göre
olurdu. Elbette bu çok uç bir örnek ama daha düşük derecelerde de bu örnek
doğru olabilir.
Sanırım bu, egonun en ilkel hali.
Çünkü “tepkisellik” barındırıyor. Beğenilmek arzusu, galiba endişenin kaynağı.
Çünkü varlığın, servetin olmadığı zamanlarda dahi insan tatmin olabiliyorsa,
mutlu olabiliyorsa servet mutluluğun doğrudan kaynağı olamaz.
O halde servet aslında mutluluğun
kaynağı olmamakla birlikte itibarın kaynağıdır ve insanlar bir müddet sonra
itibara mutluluktan daha fazla önem vermeğe başlarlar ve artık onu kaybetmek
istemezler.
Burada filozofların üstünlüğü ortaya çıkıyor ki
onlar itibarlarını kendi
olgunluklarından başka bir yerde görmüyorlar ve hatta gerçek bir olgunluğa
erişmekten başka da bir mutluluk
olmadığını bildikleri için başkalarının servetle elde etmeğe çalıştığı itibara
en doğal yoldan ve basitçe sahip oluyorlar.
O halde kendime şunları
sormalıyım:
Daha zor şartlarda yaşadım mı?
Evet
Daha zor şartlarda mutlu olabildim mi?
Evet.
Daha zor şartları hâlâ
hatırlayabiliyor muyum?
Evet.
Elimdeki maddi imkânları âniden kaybetsem bile şu anda onlardan çok
daha değerli ve hatta paha biçilemez
insanlarla beraber miyim?
Evet.
O halde neden zor zamanlarda yaşadığım kadar basit yaşamıyorum?
Yazmak
mühürlemektir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder