29 Mayıs 2016 Pazar

Türk Nasıl Düşünmelidir?


Türkiye’nin içine düşürüldüğü etnik ve dini fesat sorununa nasıl yaklaşmalıyız?

Basın yayının dayattığı, “genel kanaat”, Kürtlerin kendi ülkelerini kurmaya hakları olduğu, bunun önüne geçilemeyeceği, uluslararası  şartların da bunu gerektirdiği vs  yönünde.

Türk Ulusu’na, biz ne istersek isteyelim batının zaten Kürtlere bir devlet kurdurduğu ve bu devletin de bizim topraklarımızdan bir parça almasının kaçınılmaz olduğu kanaati  kabul ettirilmeye çalışılıyor.

Konunun teknik, siyasî, hukukî, diplomatik yönleri üzerinde yürütülen tartışmaların  hiçbir objektif yönü olmadığı gibi zaten bu tartışmalar objektif olmak niyetiyle de yapılmıyor.

Bütün bu tartışmaların tek amacı Türk’ü teslime zorlamak. Çünkü bir ulus kendiliğinden düşmana teslim olduğunda artık ordusunun vs hiçbir anlamı kalmayacaktır.

Yapılan sözde tartışmalarda Türk tarihinin düzmeceliğinden tutun da Türk adının sahteliğine kadar pek çok konuda  bütünlüklü bir  beyin yıkama faaliyeti sürdürülüyor. Türk insanına kendi yurdunda işgalci, katliamcı olduğu kabul ettirilmeye çalışılıyor. Bunun yaygın adı “ psikolojik savaş”.

Psikoloji öyle büyük bir güç ki mantığın bütün  sınırlamalarını aşabiliyor. 1919’da İzmir’e bütün gösterişiyle ayak basan efsun alaylarına karşı çıkan  Hasan Tahsin’in ruh hali bütün bir ulusu etkileyebiliyordu. Buna karşılık tek bir Türk’ün kendilerine karşı çıkmasından bile korkan Yunan birlikleri, çok geçmeden, ayak bastıkları iskelelerden denize dökülüyorlardı.

Bugün Türk Milleti, aslı astarı olmayan  bir kara propagandanın bombardımanı altındadır. Kürtçü ve şeriatçı işgalcileri ulusumuza alabildiğine yalan söylemektedir.

Bu yalanların iki yönü var: Birincisi kendi varlığımızdan utanmamızı sağlamak istiyorlar. İkincisi de karşımızdaki işgalci ve işbirlikçi güçlere karşı aşağılık kompleksine girmemizi istiyorlar.

Türk evlâdı, bu çağda uyanık olmalıdır.

Uluslar dünya şartlarını düşünmezler, dünya şartlarını belirlerler. Diplomasi egemen ulusların kendi aralarında belirledikleri şartları diğerlerinin  “doğal” diye kabul ettikleri bir silâhsız savaş alanıdır. Bu savaş asla bitmez. Bu açıdan çatışmasızlık barış anlamına gelmez. Çünkü aslında meselâ İngiltere’nin petrol kaynakları için Barzani katiline destek olması, bizim sınırlarımızın güvenliğini tehdit etmek demektir ki bu da aslında savaş ilanı veya tehdididir.

Ulusların dünyanın şartlarını “belirlemesi”, uluslaşmanın “öz saygı”  duygusunun bir sonucudur. Uluslaşma, devletleşmenin,  kendiliğinden sağladığı bir toplumsal durum değildir. “Uluslaşma” ancak  kendi başına ve kendi şartları içinde  yaşayabileceğine  sürekli ve sarsılmaz bir güçle inanan toplumlarda  devletleşmeye koşut olarak gelişebilir. Başka ulusların ve toplumların yardımlarından medet uman toplumlar asla uluslaşamazlar. Bu yüzdendir ki meselâ Kürt toplumu, uluslaşma trenini kaçırmıştır.

Uluslaşma, ulusun bireyleri arasında, tarihten köken alan ciddi bir üstünlük ve farklılık duygusuyla beslenir. Bunun sanıldığı gibi  insanlık dışı bir yönü yoktur. Çünkü kendi çocuklarının iyiyi ve güzeli hak ettiğini düşünen insanların bu öncelemeleri, atalarının kendileri için bunu düşünmüş olmasından dolayıdır.

İnsanlık ailesinde bir kısım toplumların siyasal egemenlik  kurarak uluslaşma aşamasına girdikleri günden bu yana “insanlık” belli  ve tanınan bir geçmişten, şerefli ev aydınlık bir geleceğe uzanmak arzusundaki uluslarla  yaşatılmaktadır.

Kabilelerde  tanınan, açık ve hatırlanan bir tarih yoktur. Kabileler ve diğer bütün kapalı toplumlarda “geçmiş” ancak efsanelere ve masallara dayalı, belirsiz, sisli bir kabulden ibarettir. Bu yüzdendir ki meselâ Türk tarihine Çinlilerden, İtalyanlar’dan vs yazılı kanıtlar bulabilirken “Kürt tarihi”, “Sırp tarihi” vs  diye bir şey yoktur. Ulusaltı topluluklarda tarih, egemen ulusların çıkarlarına göre oluşturulmuş birer kurmacadan ibarettir. Bu yüzdendir ki  Kürdoloji Enstitüsü, Fransa’dadır.

Bütün bu  şartlar ve  tutumlar bize bir gerçeği açıkça göstermektedir: Hiçbir ulus kendi tarihine ve egemenliğine “başkasının gözüyle” bakamaz, bakmamalıdır. Uluslararası ilişkilerde “empati” yoktur!

Bu Türklük bilincinin uluslararası ilişkilere bir tepkiden ibaret olduğu anlamına gelmez.

Bu, Türk Ulusu’nun kendisini, “büyük” sayılan devletlerden aşağı görmemesi gerektiği anlamına gelir. Bu, Türk Ulusu’nun diplomaside ve kendi ülkesinde   kendi anlam dağarcığını ve sözlüğünü oluşturması  gerektiği anlamına gelir. Hiçbir ulusal devletin mekanizması, başka ulusların terminolojilerine veya doktrinlerine göre işlemez, işletilemez. Bu yüzdendir ki ülkemizde bir “Kürt sorunu” olduğunu söyleyen batılı ülkelerin objektif olduğunu düşünmemiz mümkün değildir.

Türk Ulusu, devlet şeklini ve  vatan bütünlüğünü tehdit eden Kürtçü ve şeriatçı şiddete bu yüzden asla kulak vermemeli ve direnmelidir. Hiç  bir ulusun   kendisinin ve devletinin meşruiyeti başka  ulusların onayına muhtaç değildir. Devletleri başka uluslarca kurulmuş ve bağımlı kılınmış ulusaltı toplumlar, bu kuralın dışındadır.

Türk Ulusu’nun varlığı doğal, meşru ve tartışılmazdır. Türk Ulusu’nun her devleti de aynı şekilde tartışılmaz egemenlik kullanıcılarıdır.

Türk evlâdı, kendisini şartların oyuncağı  bir kurban gibi göremez, görmemelidir. Türk evlâdı Türkçe’nin, Türk tarihinin, Türk egemenliğinin  dokunulmaz, devredilmez ve vazgeçilmez olduğunu gerektiğinde kanıyla savunmaya hazır olduğunu tüm dünyaya duyurmalıdır.


Türk’ün düşüncesi ancak bu olabilir.

27 Mayıs 2016 Cuma

Türkiye’de Sol Enternasyonalizmin Sömürge Kompleksi

Türkiye’de sol, Kürtçülüğü açıkça destekleyen militan Marksizm ve kendisini  “Atatürkçü” diye tanımlayan Marksizm dışı bir sosyal demokrasi kampı olarak ikiye ayrılıyor.

Militan kamp mülkiyet fikrine açıkça ve şiddetle düşmanken Atatürkçü sol mülkiyet  hakkında o kadar set düşünmüyor fakat kendisini daha ziyade “ilerici”, “lâik” vs diye tanımlıyor.

Militan solun bir kısmı ve Atatürkçü sol “tam bağımsızlık” dedikleri bir  kavramı savunuyorlar. İçi asla tam doldurulmamakla birlikte her türlü dış ittifakı dışlayan ve daha ziyade  “yalıtımcılık/izolasyonizm”  gibi bir “izlenim” veren bir  tutum bu.

Her iki kamp da “Türk” adının  ülkenin yönetiminde, toplumsal hayatta belirleyici olmasından rahatsız.

Militan sol kamp Stalinci bir tavırla Kürtçülüğü açıkça ve şiddet kullanımını da onaylayarak desteklemekle Türk adına karşı duruyor.

Atatürkçü sol ise Türk adının artık miyadını doldurduğunu, bunun, zamanında Atatürk tarafından, ülkenin birliğini sağlamak için uydurulmuş bir ad olduğunu düşünüyor. Onlara göre “Türk”, ülkenin toplumsal yapısını tanımlamakta yetersiz kalan, “etnik” bir tür kabile adı. (İşin garip tarafı meselâ “özTürkçeciliğin” en keskin savunucuları da Atatürkçü soldan çıkıyor.)

“Tam bağımsızlık” yanlısı  solcuların en büyük eksikliği, tam bağımsızlığı kimin için istediklerini bilmemeleri veya bilmezden gelmeleri.

Millet kimliğini reddederek insanlığa karşı ahlâkî bir görev yaptıklarını düşünüyorlar.

Militan solun bilmezden geldiği, Atatürkçü solun ise bilmediği nokta ise milletlerin/ulusların, dünya üzerindeki gerçek politik özneler oldukları. Öyle ki bu iki kamp da uluslar arası ilişkilerin gerçek ve aşılamayan kimliğinin “ulus” olduğunu bir türlü anlayamıyor.

 Her iki kamp da dünyayı ulus ötesi bir “ sömürücüler ve sömürülenler”  mücadele alanı olarak görüyorlar. Ulusun, insan kimliklenmesinin en üst ve aşılamaz aşaması olduğunu anlamama
larının en büyük sebebi ideolojileri yani Marksizm. Atatürkçü  sol belki kendisini Marksizm dışı olarak görüyor olabilir ama  dünyayı  algılama biçimi tamamen Marksist  paradigmaya dayanıyor.

Ama bunun yanında daha özel bir sebep var ki o da  Türkiye’de Türk solunun ( Kürt solu diyebileceğimiz kesim, zaten kendisini Türk’e tamamen yabancı sayan, düşman bir kol)  kndisini asla eğmen ve üstün bir milletin mensubu sayamamasıdır. Bu bir tür aşağılık kompleksidir. Muhtemel sebebi, solun ideolojisini kendisinin oluşturamamış olmasıdır.

 Sol/sosyalizm  batı uygarlığından  neşet eden bir ideolojidir.  Bu, batılı egemen ulusların yarattığı , onların dünyayı kendilerine gör algılayışlarının ürünü olan bir dünya görüşü ve önermedir. Türk solu bunu ancak tercümeler aracılığıyla tanıyabilmiştir. Bir düşüncenin yaratılışında yer almamak, o düşünceyi ne kadar benimserseniz benimseyin sizi kendiliğinden ikincil ve edilgen bir konuma getirir. Bu durum solda , batılı ideolojik kardeşlerine karşı ciddi bir aşağılık kompleks  yaratmıştır. Hiç durmaksızın Marksist veya Neomarksist ideologlardan  alıntılarla “objektif” olmak gayretlerinden anlaşılabilir.

Oysa hiçbiri bahsettikleri solcu yazarların dünyayı ve ideolojiyi kendi kültürel kalıpları  içinde  anlayabileceklerini düşünememişlerdir. Onlara göre herhangi bir batılı solcu “insanı temsil eden” en üst insandır.

Dolayısıyla meselâ Türkiye’de “tam bağımsızlık” düşüncesi, sömürge olmaktan yeni kurtulmuş veya kurtulması gereken herhangi bir kabile devletinin onur mücadelesi gibi görülmüştür.  

Türkiye’de “emperyalizm” söyleminin  altındaki düşünce, Türk solunun, Türk’ü kendi başına ve kendisi için var olabilecek, egemen, etkili bir ulus olarak görememesidir. Bugün dahi sol bir partinin genel başkanının  “Ne Türk dedim, ne Kürt!” söyleminin altındaki aşağılık kompleksini anlayabilecek durumda değildir.  Türk solu, kendi ikincilliğini doğrudan Türk’e yansıtmış ve onu “emperyal politikaların kurbanı” olan bir tür üçüncü dünya  etnik topluluğu mesabesine indirmiştir.

Türkiye’de sol tam anlamıyla Türk olmadıkça ne yaratıcı ne de ahlâkî anlamda  herhangi bir varlık sergileyemez. Ama en nihayetinde o da  siyaset esnaflığıyla  iş takibi vasıtasıyla geçinme yöntemini benimsediğinden, “rakı içen taşralı”  rolünden fazlasına talip olmamıştır. Bugüne kadar Türk Ulusu için umut olamamasının en büyük sebebi de budur. Türkiye’de sol, derin bir sömürge aydını kompleksini yaşamaktadır.


İşin garip tarafı Türk solunun batının ideologlarına duyduğu hayranlıktan kaynaklanan aşağılık kompleksi, derin bir nefretle Türk adına ve egemenliğine yansıtılmıştır. Böylece  Türk adının aslında nefret uyandırıcı bir “icat” veya kurgu olduğuna dair söylem, Türk solu başta olmak üzere enternasyonalizmde onunla kardeş olan liberaller arasında da paylaşılmıştır. Bu derin ve sapkın kompleks, Kürtlerle dayanışma görüntüsüyle aklîleştirilmiş/rasyonalleştirilmiştir. Kürt  etnik ayrılıkçılığının ve terörünün sol içinde bu denli serpilmesinin sebebi Türk solunun, batı ideologları karşısında duyduğu “besleme” psikolojisinin, Türk adına yöneltilerek ortak bir ideolojik düşman karşısında mücadele edildiği sanısıyla beslenmiş olmasıdır. Türk solu ulusal, üretici ve özgün değildir.

Türk olmak, üstün ve gelişmiş bir ulus kimliğini benimsemekle ilgilidir ki  kültürü hemen hemen tamamen çeviriye  dayalı ikinci el bir ideolojik  tutuculuktan ibaret olan sol için bu son derece zor görünüyor. Türk solu “Türk için” özgün metinler üretebilecek bir akla ve kimliğe ulaşabilir mi? İşte bu işin yakıcı tarafını ortaya koyan sorudur.

Hoş bir şarkıyla yazıyı bitrelim:



26 Mayıs 2016 Perşembe

Makineler Bizi Nasıl Anlayacak?



 Teknoloji her gün gelişiyor hem de inanılmaz bir hızla.

Teknolojinin gelişimi belli bir amaca mı hizmet ediyor? Meselâ Honda’nın Asimo’su bizim  düyamıza göre mi şekilleniyor?

Teknoloji bir insan  simülasyonu üzerinden geliştiriliyor. Çünkü makinelerin insanı anlayabilmesinin başka bir yolu yok.

Asimo’yu yapan insanlar onun bize hizmet etmesini  sağlıyor ama ona bizim değer yargılarımızı yüklemiyor, yüklemeleri de mümkün değil. Bütün yapabilecekleri, Asimov’un robot yasalarının basitliğiyle belli sınırlamalar getirerek robotların ya da zeki makinelerin bize zarar vermesini engellemek.

İnsanlar kendi aralarında, çocukluktan edinilmiş kültürel kodlarla , değer yargılarıyla hızlı iletişim kurabiliyor. Kültürel farkların büyük olduğu toplularda ise iletişim daha zayıf ve yavaş kalıyor.

Makine dilinde ve kavrayışında ise durum farklı. Çünkü hiçbir değer yargısına sahip olmayan bir karar verici  birim yaratılması gerekiyor. Dahası bir değer yargısının nasıl tercüme edileceği sanırım  hâlâ meçhul. Ama dahası bir değer yargısının tanımlanmasından da öte değer yargısı oluşturacak seçim sisteminin  herhangi bir makineye yüklenebilmesi  herhalde önümüzdeki en büyük engel.

İş basit bir fayda /zarar aritmetiğinin ötesine geçtiğinde makinelerin ne yapması gerekecek?


İşte insanı düşündürmesi gereken en önemli soru bu.

25 Mayıs 2016 Çarşamba

Türk Milliyetçiliğinde “Dava” Saçmalığı





 
Sağ siyasetin en sevdiği kelimedir belki de “Dava”.

Ne anlama  gelir?  Haklılık iddiasındaki iki taraf arasındaki  duruşmadır, dava. Ama  yaygın kullanılışı daha ziyade   erişilmek veya gerçekleştirilmek istenen “ülkü”, “ideal” anlamındadır.

Peki ama Türk sağının “davası” nedir? MHP’de  hacca gitmiş liderin deyimiyle  bu dava” Allah davasıdır.”  Yani?  Bu iyimser bir yaygınlıkla “ Haklının hakkını aldığı bir adalet devletini temin etmek”  gibi anlaşılmıştır.

Türk sağının dinci kesiminde ise “dava”  doğrudan doğruya şeriat devletini savunmak anlamındadır. MHP’nin  üç hilalli Türk İslamcılık kararı aldığı 1969 kongresi sonrasında  “dava” kelimesi  örtük de olsa şeriat  arzusu olarak kabul edilmiştir.

“Dava”  bir haklılık iddiasıdır.  Türkiye’de sağın, “dinin tek ve geçerli gerçek” olduğu iddiasını özetleyen bir kelimedir.  Bu kelime ile “sağ” ile kendisini ifade eden dinci siyaset, toplumun devlet eliyle  şeriat kurallarına göre  yaşamaya zorlanmasını  ifade eder. Türkiye’de sağı biçimlendiren düşüncenin liberalizm değil de dine bağlılık olduğunu hatırlamazsak kelimenin kullanılışındaki güdüleri ve amaçları da doğru anlayamayız.

Buna göre toplum eğer şeriat ile idare edilirse haksızlıklar kendiliğinden engellenip hiç değişmeyecek bir ahlâkî düzen kurulmuş olacaktır.

Bu anlayış dünyadaki İslâmcılığın  zaten yaygın  kabulüdür. “Toplumun iyiliği” için Allah adına zor kullanmak İslâmcıların Kur’an’dan  aldıklarına inandıkları bir yetki, hak dahası bir görevdir.

Böylece Müslümanlar, İslamcılara göre karılarını istedikleri gibi kullanmalarına izin vermeyen, toplumu akla dayalı bir biçimde kanun önünde eşitleyen “kâfir  düzeninin”  geçersizliğini , ilâhi bir mahkeme önünde ispatla mükelleftir.

Peki ama bununla siyasal Türk milliyetçiliğinin ne ilgisi vardır?

Türkeş’in İslamcılığa kayışının  gerçek sebeplerini  bilemiyoruz elbette. Ama partisini bariz bir biçimde şeriatçı söylemlere iterek  halkın dindarlığından oy devşirmeye çalıştığını biliyoruz.

Bu tavrın MHP ile Türk milliyetçiliği ile ve  milliyetçi bir bilinçle ilgisi var mıydı, olabilir miydi? Bizim asıl üzerinde düşünmemiz gereken sorular bunlardır.

Türk milliyetçiliği, Türk Milleti’nin dünyada hür ve bağımsız yaşamasını arzulamaktır. Ayrıca Türk Milleti’nin dünyada etkili ve yetkili bir millet olarak var olmasını öncelemektir.  Vatanda Türk için Türk’e göre ve Türk tarafından bir devlet düzeni sağlamak, dünyada da Türk Milleti’nden olan herkesin hürriyeti, bağımsızlığı ve refahını sağlamak için uğraşmaktır.

Peki ama bunları yaparken ölçülerimiz neler olacaktır?

Türk Milliyetçileri 1969  MHP kuruluş kongresinde ölçülerini İslâm olarak belirlemişler ve tarihlerindeki en büyük yanlışı yapmışlardır. MHP ambleminin Türklüğün bir dönemki İslâmî sembolü olarak seçilmesi dahi şeriatçılığın etkisiyle olmuştur..
Devrinde  geçerli bir siyasetti...

1969 kongresi görünen odur ki Türk milliyetçiliğinin  particiliğin sığ siyasal aklına teslim edilişidir.  Çok kısa zamanda görülmüştür ki MHP’nin, Türkçülük fikrinin kurucularının akla, bilime , tarihe dayanan Türkçülüğüyle bir ilgisi kalmamıştır.

Çünkü MHP, tarihi, siyasi  ve sosyal bir gerçeklik olan “Türk Ülküsü” yerine “İslâmî “ bir dava  fikrini benimsemiştir. Türkeş’in bahsettiği “Allah davası” safsatasıyla   Türklüğü  dünyada iri ve diri kılmayı  hedefleyen “Kızıl Elma”  arasında hiçbir ilişki yoktur.

MHP “dava” terimini kabul etmekle  daha en başta şeriatçılığın metotlarını ve söylemlerini benimsediğini ilân etmiştir.  Şeriatçı/dinci “dava” safsatasıyla birlikte  siyasal milliyetçilik içinde, Türk olan her şey “bedene”, “geçiciliğe” indirgenmiştir.

Oysa Türk ülküsü  içinde, dini/ şeriatı, topluma ve dünyaya egemen kılmak gibi bir “dava” yoktur. Kaldı ki Türkler adaleti temin etmek  için dine de ihtiyaç duymamışlardır. Adalet denen şey, Türk Ulusu’nun var oluşunu sağlayan törenin uygulanmasından ibarettir. Türk  töresi  varlığını ne Araplara ne de İslâm’a borçludur. Türk devletlerinde Tanrı inancı şüphesiz  manevi bir destekleyicidir ama siyasal bir manevra alanı sağlamak dışında toplum hayatında, şeriatın töresel bir yeri yoktur.
Çaldıran sonrası büyük Türkmen kırımıyla birlikte Türkmenlerin bir kısmının Kürtleşmesi ve daha sonra yozlaştırılmış bir Tanrı inancının  hilafetin  egemenliği için dayatılmasıyla beraber  Türk toplumsal yapısında da yozlaşma başlamıştır.

İşte “dava”, bu yozlaşmanın, “ahlâkîleşme”, “ dindarlaşma”,” “Müslümanlaşma” sanıldığı, hâlen devam eden büyük kültürel soğuma ve gerileme döneminin anahtar kelimesidir.

Siyasal milliyetçilik, milliyetçiliğin toplumsal kökenlerine,  bir bakış açısı olarak  toplumsal kabulüne  yönelmek yerine, onu  sığ bir siyasi doktrin halinde özetlemeye çalışmış, bunda  fevkalâde başarısız olmuştur. Bu başarısızlığın sonunda,   siyasal İslâmcılığın meşrulaşmasına zemin hazırlamış, Türk Milleti’in tarihinden, milli şuurundan, kahramanlarından soğumasına da sebep olmuştur.

Nitekim siyasal milliyetçiliğin çok sevdiği NFK, Serdengeçti, Arvasi gibi isimlerin şeriatçılar için de  önder sayıldıklarını hatırlamak önemlidir.  Çok yakın zamana kadar siyasal Türk milliyetçiliğinin Atatürk’e , İstiklâl    Harbi’ne bakışını  şekillendiren isimler bunlardır. Hatta 1991’deki büyük bağımsızlık dalgasından bu yana Türk  Cumhuriyetleriyle ilgili en ufak bir siyasi tasarı geliştirilememiş olmasında dahi “davacı” , şeriatçı zihniyetin, siyasal milliyetçilik içindeki uyuşturucu ve  yabancılaştırıcı etkisinden bahsedebiliriz.

Bugün milliyetçiliğin büyük problemi, onu Türk’e göre  düşünmek  bilincinden uzaklaştıran ve ona sahte bir  hedef gösteren “dava” kelimesinden bir an önce kurtulmaktır. Türk milliyetçiliğinin, Türk Ülküsünden başka bir “davası” vs. olamaz, olmamalıdır.  






Dağdaki Çobana Karşı Mıyım?



Siz "aptal bir sarışın" görüyor olabilirsiniz...
Kimse kızmasın ama evet, karşıyım. Neden mi? Aklı  fikri  siyasetten menfaat temin etmek olan, yazın parayı kırıp kışın yatmaktan başka zanaat bilmeyen, koyunları güdüp de koyun gibi güdülmekte mahzur görmeyen  herkesi küçümserim.

Dağdaki çoban bu ülkenin köylü tipolojisidir. Onun taşralı/ kasabalı  türü de “Zübüktür”.

Ülkeyi kuran Atatürk ve arkadaşlarından , Türk milliyetçiliğinin çeşitli düşünürlerine kadar pek çok  vatanseverin köylüyü ululadığı bir gerçek.

Sorun  bahsi geçen kişilerin dönemindeki köy şartlarıyla Dağdaki çoban’in bugün yaşadığı şartların  arasındaki büyük ve aşılamaz fark.

Türk köylüsünün ululandığı dönemde,  köylü yaşayışı, şehir yaşantısından hemen hemen tamamen kopuktur. Bu dönemde köy toplumu, dışarıya kapalı ve kendi geleneklerini üreten, kendi çapında medeniyet yaratıcısı bir toplumdur. Hayatın hemen her anının belli törenlerle biçimlendirildiği  bir yaşayış söz konusudur. Halk kültürü bu dönemde üretken ve sıcaktır.

Oysa özellikle kara yollarının, ABD’nin  petrol politikalarıyla  yaygınlaştırıldığı dönemlerden itibaren köylü, artık “elinin emeğinden” gayrısıyla geçinebileceğini, siyasete yaslanarak  geleneklerin üstünde  ayrıcalıklı bir yaşayış sürebileceğini keşfetmiştir. Zübük tipolojisinin DP  dönemi ile ilişkilendirilmesi  tesadüfî değildir.

1950 sonrasında karayolları köylüleri şehrin konforuyla öyle hızlı buluşturmuştur ki köylü için geleneklerini seremonilerin vs bir önemi kalmamıştır.

Gelişen iletişim araçları köylünün,  halk kültürünün üretici yönlerinin  törpülenmesine sebep olmuştur. Köy seyirlik oyunları, halk oyunları, çocuk oyunları yerini önce radyonun, sonra televizyonun paketlenmiş eğlencelerine bırakmışlardır. Şehrin kenar mahallelerine yerleşip de  elindeki avcundaki gelenekleri  de yitiren köylü yığınları arabesk ile avunur olmuşlardır.

İş bu kadarla kalsa belki bir giderilebilir bir hasardan bahsedilebilirdi. Oysa köyden kent göç durmamış ve hatta artmıştır.

Şehrin konforu köylünün gözünü kamaştırmıştır. Özellikle  Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da Kürt köylüsü hâlâ elindeki mal varlığını  nakde çevirerek  kentin  ya da batı ülkelerinin konforuna herhangi bir   şekilde eklemlenmek için çırpınmaktadır.

Bu  yüzden özellikle Doğu ve Güneydoğu  Kürt köylüsü, kendisinden başka bir hayat süren insanların propagandalarına açık bir hale gelmiştir.

Veya kadınını eve kapamayı namusun yegâne amacı sayan ama haberlerdeki sunucunun açık saçlarına ve belki göğüs dekoltesine bakmaktan kendini alamayan köylü erkek için dünya  bazen anlaşılamaz bir çelişkiler yumağı haline gelmiştir.

Karayollarıyla başlayan yıpratıcı kültür el etkileşim içinde  köylü, eski kapalı toplum yapısını sürdürmek için şeriatçılığın çeşitli şekillerine bağlanmayı bir çözüm sanmıştır. Dinin emrettiği  tutucu yaşam biçimini, kapalı toplum yapısını sürdürmenin yegâne yolu olarak görmüştür. Özellikle Süleymancılar gibi  şeriatçı grupların köylerde kurdukları sözde yurtlarda pek çok köylü çocuğu Arap özentisiyle ve şeriat tutkusuyla şekillendirilmiştir.

Köylü toplumundaki dine dayalı içe kapanma  siyasetin de derhal ilgisini çekmiştir elbette. Böylece özellikle “sağ” siyaset dine dayalı söylemleriyle köyleri birer oy paketi olarak görmüştür. Bu dönüşümden, zihniyet açısından maalesef şehirli olmaktan çok uzak olan  meselâ milliyetçi bir parti olarak MHP bile etkilenmiş, halka Türk Ülküsünü ve uygarlaşmasını anlatmak yerine halkın hurafelerini kutsayan fırsatçı  ve dalkavukça bir  biçimde yaklaşmayı kendince aklîleştirmiştir.

1950 Türk köylüsü için bir kırılma noktasıdır. Kürt köylüsü hâlâ etnik kabile bilinciyle yaşadığı için onun yaşantısında değişen  şeyler sadece bu  etnik labileci bilinci besleyen araçların  daha modern bir hale gelmesi olmuştur.

Bugün siyasetin Türk Ulusu’nun bekası için bir tehdit haline gelmesinin en büyük sebebi, köylünün ve köylü zihniyetinin topluma egemen olmasıdır.

AKP denen şeriatçı parti,  ( AYM 2008 Kararı) kendi içine kapalı köylü toplum yapısının, yasaları kendince sömürerek  kanserli bir biçimde büyümüş halinden başka bir şey değildir. Bu partinin Anadolu şehirlerindeki tabanı, zengin veya fakir, apartmanlarında hâlâ köy yaşantısı sürdüren, kadını  dışlamayı ahlâk sayan, cinsiyet tutuculuğu dışında hiçbir konuda ciddi bir ahlâkî endişe taşımayan, hileyi şeriyeci bir  cemaatten ibarettir.

Bir kâğıda bir leke bırakmakla
o lekenin sonucu hesap etmek aynı  şey midir?
Bu toplumsal yapının, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş ilkeleriyle de Atatürk ilke ve devrimleriyle de hiçbir  ilgisi yoktur. (Kürt köylülerinin zaten kendilerini menfaat sağlamak dışında büyük ölçüde bizimle herhangi bir şekilde “kardeş” vs saymadığını belirtmeliyiz. Çünkü artık toplumsal yarılma Kürt köylülerinin  PKK propagandasıyla  iyice belirgin hale gelmiştir. Kürt köylü toplumsal yapısı,  etnik teröre,  ayrılıkçılığa desteği,  israfa  düşkünlüğü, şeriatçılığa yakınlığıyla ayrıca incelenmesi gereken ciddi bir sorundur.)

Türkiye’de Türk köylüsü, hükümetlerin gelip geçici oluşları, siyasi heveslerinin ve menfaatlerinin devletin ve milletin bekasına tesirleri gibi şeyler hakkında asla düşünmemiştir.  Türk köylüsü  sadece oyu karşılığında elde edeceği menfaatle  ilgilenmiştir. 1999 seçimlerinde sağın en popüler siyasetçisinin fındık taban fiyatı ile oy satın almaya çalışması bunun kanıtlarından yalnızca biridir.

Türkiye’de köy toplumu şehre ölçüsüzce akın etmiştir. Şehrin konforu ölçüsüzce ve kuralsızca sömürülürken bu konforu yaratan iş bölümüne hiçbir katkı yapılmamıştır. Bunun sebebi köy toplumunun kapalı yapısındaki iş bölümünün, şehrin karmaşık ve üretici işbölümüyle kıyaslanamayacak kadar  basit olmasıdır. Diğer yandan kapalı toplum yapısının sürdürülmesi için gereken kuralların sayısının az ve bu kuralların genellikle pek somut şeyler olmasından ötürü köylü bireyi için şehrin  yaşayışındaki  sebep sonuç ilişkileri , korkutucu  derecede karmaşıktır. Şüphesiz şehir insanı da bu ilişkileri bütünüyle kavrayamamıştır fakat  hoşuna gitsin gitmesin, iş bölümündeki her işin şehir yaşayışının konforu için elzem olduğunu sezecek kadar uygarlaşmıştır.

Türkiye’de Türk köylü toplumsal yapısı özellikle sağ siyaset tarafından ciddi menfaat temini ile güdülendirilmiştir.  Sebep sonuç ilişkileri ile sezgisi zayıf ve  menfaatleri ancak kısa vadeli ve neredeyse hayvani düzeyde olan köylü toplumu siyaseti ancak  “devleti seçimler yoluyla  sömürmek” şeklinde  anlayabilmiştir. Ne yazık ki CKMP’den   dönüşmüş milliyetçi MHP dahi  bu yöntemin dışına çıkamamıştır.

Türk köylüsü “sağ” denen dine dayalı siyasî kampın  biri menfaat diğeri din olan iki söylemiyle  kendi  ulusal köklerinden ve bilincinden uzaklaştırılmıştır.

Hal böyle olunca Suriye ve Kuzey Irak Kürt yığışmalarının  millî bekamız üzerindeki tesiri gibi konuları düşünmekten bile uzak kalmıştır. Çünkü  din  simsarlarının onlar yerine düşünmeleri ve hatta siyasi yön göstericilikleriyle köylüler dağdaki çobanın cehaletini, şehirde kalabalık nüfusları ve bulaşıcı dinî hurafeleriyle  şehir yaşantısına  egemen kılmışlardır.

Özellikle uydu çanaklarının yaygınlaşmasıyla  yerli, yabancı pek çok yayına bir anda ulaşabilmenin yarattığı kültür şoku belki de ancak on yıllar sonra anlaşılabilecektir. Bu yayınlar özellikle Kürt kökenli yurttaşlarda, yabancılaşmayı ve Türk düşmanlığını  arttırmıştır.

Bugün Türkiye’de köylü toplumu, verimli ziraatten ve hayvancılıktan koparak şehrin üretimini ekonomik ve insani olarak sömüren,  şehre de  uyum sağlayamamış, üretici olmayan  kültürünü her yere bulaştıran, akıl yürütmeden ve vicdani sorumluluklardan uzak bir sağ seçmen kitlesidir.

Bu seçmen kitlesinin, Türk Ulusu’nun ve devletinin bekası hakkında  hiçbir endişesi yoktur. Milliyetçi siyaset artık bu kitleye dalkavukluk  etmekten vazgeçmeli; devletin, bu kitleye ulusal bütünlüğü benimsetmesi için uygun projeler  tasarlamalıdır.

Dağdaki çobanın şehirdeki insanın, Türk Ulusu’nun kaderi hakkında  keyfî  ve cahilce egemenliği  basit bir “seçkinlik problemi” değildir; bu Türk Ulusu’nun hayat memat meselesidir.







Katılırsınız katılmazsınız ama sanırım o ülkenin yarısından çok daha fazla "düşünüyordu"....

16 Mayıs 2016 Pazartesi

Bölünmenin Mekaniği Üzerine


Siyasal düşüncelerin temel ekseni aynılaştırmadır.

Her ideoloji bir “tiploji” yaratmaya çalışır ve ideolojilerin felsefi çatışmaları da genellikle bu tipolojiler üzerinden yürütülür.

Liberalizmin metodolojik bireyi genel olarak Homo economicus olarak bilinir ama bu tanımlama liberal insan tasavvuru için eksiktir.

Sosyalizm için  adı konmuş bir insan tipinden bahsedildiğini bugüne kadar duymamakla birlikte üzerinde  düşünülen  ve ona göre toplumun dizayn  edilebileceğinin sanıldığı insan tipine muhtemelen  Homo colectivicus denebilirdi.

Homo colectivicus, varoluşsal temelde  özgeci,  kültürel anlamda  enternasyonal, toplumsal bağlamda paylaşımcı bir insandır.

Buna göre H. colectivicus, kendisi için yaşamak iradesinden yoksundur. Bu yoksunluk doğal değildir, iradidir. H.clectivicus   hayati ihtiyaçları dışında bir ihtiyaç tanımayan ve gerektiğinde, başkaları için bundan vazgeçen insandır.

H.colectivicus kültüre anlamda “saftır”. Hiçbir değer yargısı taşımayan, ahlâkı hiçbir kültürel kaynaktan gelmeyen, dolayısıyla insanlığa kimliksiz bir insanlıkla bağlı olan tiptir.

Toplumsal  bağlamda iş gücünü tamamen topluma bağışlamıştır. Özgeciliğin  topluma egemen olmasını  ister ve özgeci bireylerden oluşan bir toplumu organize eden bir devlet yapısı içinde mutluluğun kendiliğinden meydana geleceğine gönülden inanır.

Peki ama insana dair bu iki  ana bakış bizi nereye götürür?

Bu iki bakışta da aşılamayan ve yadsınamayacak bir davranış vardır ki o da “bölünmedir”.

Klâsik liberalizmin kabulünde haklar, onların müdafaası birey üzerinden gerçekleşir.  Birey elle tutulan, gözle görülen ev eylemlerinden sorumlu tutulabilecek en küçük birimdir.
Sosyalizmin öznesi ise toplumdur.  Öyle ki her birey en nihayetinde toplumun bir “ürünü” olarak ortaya çıkar. Dolayısıyla yetenekleri topluma olan doğal borcuyken sorumluluklarını da toplumla paylaşarak yargılanmalıdır.

Sosyalizmde bölünme bu yüzden neredeyse yok gibidir. Çünkü bireyle toplum arasında yapısal bir ayrım gözetmek mümkün değildir. Buna rağmen toplumu meydana getirecek temel bir bireysel tipoloji oluşturmak gereği, ondaki örtük bölünmeyi kanıtlar.

Sosyalizm ile liberalizm arasındaki fark,  bireyin bu bölünme/ayrışma durumunun, sosyalizmde gizlenmesi ve bastırılması, liberalizmde ise gerçek  bir ölçü olarak ele alınmasıdır.

Bu iki tercihin yol açtığı sonuçlar da şüphesiz uzlaşmaz farklılıklar içerecektir.

Liberalizmin  bireyciliğinde  tipolojinin dayandığı “aynılaşma” , aynı eylemlerde bulunmak ya da aynı davranışları göstermek ile ilgili değildir. Liberal bölünme mekanizmasının  “aynılaşma”  ölçüsü, “aynı kurallarla sınırlanmayı kabul etmekle” ilgilidir.  Liberalizmin toplumsal düzen tasavvurunda davranışların emredilmesi değil, sınırlandırılması  bu yüzden önemlidir.

Sosyalizmin aynılaştırmasında ise doğrudan doğruya   sınıf davranışının bireye dayatılması vardır. Çünkü birey her şeyini topluma borçludur. Dolayısıyla özgeci, paylaşımcı olmayan bir birey tel3akkisi sosyalizmde zaten mevcut değildir, yok hükümündedir.

O halde ideolojik insan telâkkilerini meydana getiren kabullere göre toplumsal düzende bölünmeler şekillenir. Bunun sonucunda da  üretim, adalet, savunma gibi bütün bir politik alan şekillenir.

İdeolojilerin toplumsal düzenle ilgili bu temel yaklaşımlarına  birer hayal olarak bakıp da  başka yollar denememiz daha insanî ya da ahlâkî olur muydu? Neden olmasın? 

Bazıları gerçeğin bunlardan farklı olduğunu iddia edebilir ama şu unutulmamalıdır ki her iki temel ideoloji de  zaten “gerçeği bulmak”  ya da “gerçek olmak” iddiasındadır.  Eğer bu iki temel yaklaşımdan biri “gerçek” değilse o zaman bunlardan birine dayanan bir toplumsal düzen, insanı ancak yok oluşa götürebilir.








Kürtçü/Etnikçi ve Şeriatçı Çelişkiler

 

Türkiye’de herkes insan haklarından, özgürlüklerden, demokrasiden bahsediyor. Peki ama neden herkes aynı sonuçlara ulaşamıyor?

Bunun sebebi basit: Biz Türkiye’yi, Atatürk’ün kurduğu,  imtiyazsız ve sınıfsız Türk  vatandaşlarından oluşmuş bir ülke olarak görmek istiyoruz.

Oysa gerçek Türk vatandaşlığının, toplumsal, kültürel ve siyasi açılardan  toplumun her kesimine nüfuz edememiş olması.

Bu neye yol açıyor?

Türk vatandaşlığı,  dünya üzerinde üç yüz milyona yakın nüfusuyla büyük bir millet olan Türk Milleti’nin kendi adıyla anılan ülkesinde , onun siyasi, hukuki ve tarihi bir parçası olmak demekti.

Oysa ülkenin ücra bölgelerinde yaşayan,  kapalı bir yapıyı sürdürmekte ısrar eden Kürtler ve din yoluyla kendilerini dışarıya kapamayı şeriatçı alt kültür yapıları bu bütünleşmeyi içlerine sindirememiş görünüyorlar.İşin kötüsü Kürtler ve taşralılıktan köken alan dindar gruplar  bu yapılarını kozmopolit şehir yerleşimleri içinde de  getto benzeri mahalleleşmelerle sürdürdüler.
Bu, bahsi geçen toplumsal yapılarla ilgili objektif bir tespittir.

Bugün devletin güvelik güçlerinin, büyük şehirlerde girmeye çekindiği Kürt  veya tarikat  kenar mahalleleri var mıdır? Evet vardır. Son günlerde özellikle Kürt  ayrılıkçı terörünün şehir yapılanmalarının bu kenar mahallelerde, ellerinde silahlı gezen unsurlarının fotoğrafları sosyal medyayı  epey işgal ediyor.

Kürtçü ve şeriatçı   yapılar, toplumu   sürdüren toplumsal, hukuki ve siyasi bütün kurumları reddediyorlar.

Onlar  zaten “toplumlaşmayı” toptan reddediyorlar. Çünkü onlara göre insan beraberliği ancak  görünüşte benzeşen bir grup canlının birbirini kesin şekilde tanımasına dayalı bir beraberlik. Bu beraberlik algısı, kurala dayalı insan beraberliğinden ziyade fiziksel benzeşimle sürdürülen hayvan sürülerinin beraberliğine daha çok benziyor.

Dolayısıyla Kürt olmayan, Müslüman olmayan ( Hatta sünni olmayan) herkes, ancak kendi  av sahasında beslenmesi gereken farklı bir sürüyü temsil ediyor. Elbette bu bir benzetme ama her  etnik grubun  kendi başına bir özerk veya  bağımsız bölge kurması gerektiğini söylemek başka bir anlama gelmiyor.  Kokusunu ve dokusunu tanımadıklarını kendi bölgesine sokmamak veya onları ancak av olarak tanımak sadece hayvanlara özgü bir beraberlik türüdür.

Buradaki yakıcı çelişki şu:
Kürt ve şeriatçı yapılar bir yandan onlara özgürlük imkânı sağlayan yapıyı sürekli kullanabilmek istiyor diğer yandan bu yapının gayri meşru olduğu iddiasıyla onu yıkmaya çalışıyorlar.

Türkiye Cumhuriyetini kuran “uluslaşma” dinamiği, insanlara hiçbir beraberliğin sağlayamayacağı kadar geniş bir  hürriyet alanı sunuyor. Çünkü Türk olmakla insanlar  elde edebilecekleri en geniş    beraberlik değerleri kümesini  elde etmiş oluyorlar. Bu değerler kümesi onlara  psikolojik bir tatmin sağlarken istedikleri görünüşü, “cemaati”,  dayanışma grubunu vs. meşru şekilde seçebilmek, değiştirebilmek imkânını da sunuyor.

Oysa Kürtçü ve şeriatçı yapıların temel özellikleri, değişimi engellemek. Bu iki yapı da kndilerine mensubiyeti irade dışı sayıyorlar. Dinin iradi bir tercih olması gerçeği “ Din kardeşlerinin birbirinden mesul olması” safsatasıyla derhal hasıraltı ediliyor. Kürt olmak zaten belli bir aşirete mensubiyetle derhal ortaya konabiliyor.

Bu iki yapı da insanların iyiliği ve kötülüğü, beraberliği veya bireyselliği kendi başına seçmesine kökten karşılar. Dolayısıyla insanlara bir büyük kültürel ve tarihi yapının üyesi olmaktan dolayı gurur veren ve bu gururla kendini,  hukuk altında eşit bireyler olarak tanımlamalarına imkân veren ulusal devlete öldürücü bir kin duyuyorlar. Bunu da  asimilasyon, katliam, zulüm, firavunluk” gibi simgelerle nitelemeye  çalışıyorlar.

Ancak fiziksel olarak benzeşen  türdeşlerin serbestçe dolaşabildiği yaşam alanlarını hayal etmekla kanun önünde eşit fakat farklı değer kardeşlerinin beraberliği aynı şey olabilir mi?

Oysa demokrasi ancak değerler, değer yargıları, tarih ve hukuk birliği içinde uzlaşmış bireylerin barışçı seçimleri ile yaşatılabilir ki bu da ancak uluslaşma/milletleşme ile sağlanabilir.

Kürtçü ve şeriatçı yapılar, beraberlik dinamikleri sayesinde yıkıcı eylemleri şüphesiz daha rahat örgütleyebilirler. Yapamayacakları şey ise vatandaşlarına kanun önünde eşitliği, bireysel tercihlerle yaşamak hürriyetini ve ortak bir değerler kümesi etrafındaki gurur hissini sağlayabilecek gerçek bir hukuk devletidir.
Bugün yaşanan  toplumsal ilkellik krizi Türkiye’ye de özgü değildir.
Bugün etnik ve şeriatçı ayrılıkçılık dünyanın sayılı bütün ulusal devletleri için  nükleer silahlardan bile  daha büyük bir tehdittir.

Ulusal devletler bu tehditleri ortadan kaldırmazlarsa yalnızca bölünmekle kalmayacaklardır. Dünyanın kabileler ve dinler arasında yürütülen milyonlarca  etnik savaşla yanmasına da sebep olacaklardır.



15 Mayıs 2016 Pazar

Normal Nedir?



TDK sözlüğünde normal; alışılagelene uygun olan, şaşılacak bir yönü bulunmayan, olağan, doğal olarak tanımlanmaktadır. Normal kelimesi norm kelimesinden türetilmiştir. Norm standart içi ise normal, standart dışı ise anormaldir. Norm ise, insan eylemlerini ve davranışlarını düzenlemeye yardım eden, toplumsal bakımdan bağlayıcı olması beklenen kurallar, yönergeler ve gereklerdir. Standart, kıyaslama için kullanılan ölçüdür. Bir toplum içerisinde de farklı normal tanımlamaları vardır. Toplumsal statü, sınıf gibi farklılaşmalar normları da etkiler.

Şimdi gelelim başörtüsünün normalleşmesine; normallik göreceli bir kavramdır. Afşar Çelik Beye ya da bana göre normal olmayan şu veya bu nedenden ötürü başını kapatmayı tercih eden bir kadın için normal olabilir. Ben empatik yaklaşımdan daha çok bir kadın olarak en nihayetinde din olgusu ile süslenmiş bir davranış ve yaşayış kalıbına farklı bir bakış açısı ile yaklaştım.


 Ülkemizin bir kültür gecikmesi yaşadığı ortada… Medeniyet gereklerine aynı hızda karşılık veremediğimiz, binlerce lira ödediğimiz televizyonlarımızın üzerine dantel oyalar örttüğümüz, teknoloji harikası akıllı telefonlarımız ile Ankara’nın Bağları fon müzikli videolar hazırladığımızı kim inkâr edebilir. Bir zamanlar TRT televizyonlarında arabesk müzik yapan sanatçılara yer verilmezdi, kültürümüzü yozlaştırdıkları gerekçesiyle. Günümüzde bırakın yasaklamayı, koca memlekette başka akıl sorulacak adam kalmamış gibi akılcı başı olmadılar mı?

bir teselli ver ile ilgili görsel sonucuBaşörtüsü aslında bir arabesk meselesidir. Tekrar ediyorum köyden kente göç ile kentli olamamış kitlenin türkü üretemediği için klasik sanat müziğini yabancı bulduğu için duygularını ifade edişidir, “Bir Teselli Ver”…Başörtülü kadın da köyle kent arasına sıkışıp kalmıştır. Tabii şartlar olgunlaşınca da her ülkede olduğu gibi din bezirganları, geçmişe sıkışıp kalmış şarkcılar, tam kadro sahne almışlardır. Örneğin; Mustafa Yürekli bir yazısında (haber7com),”Müslüman zihninin daima çatışma halinde olduğu Batılı değerler tarafından önce kuşatılması, sonra yenilgiye uğratılmasıyla neticelenen süreç,  20.yüzyıl boyunca batıcılık adı verilen aşağılık kompleksine dönüşmüştü. Bu kompleks, modern dünyayı temsil eden her şeyi tereddütsüz kabullenmeye evrildiği için derinliğimizi yitirme kabusu ile karşılaştık.”diyor. Benim kültür gecikmesi yaşıyoruz diye eleştirdiğim durumu bırakınız eksiklik olarak görme aksine “Aşağılık kompleksi “ olarak gördüğünü belirtiyor.


Bu noktada yazarı düşüncelerinden ötürü yargılıyor değilim, sadece farklı bakış açıları ve topluma yansımalarından söz etmek istedim. Başörtüsü, yukarıdaki düşüncenin şekilsel olarak en basit ifadesidir. Erkek egemen bir yapıda doğal olarak  (Erkek açısından) en zayıf birey olarak görülen kadın üzerinden toplumu yeniden dizayn etmek en kolay yaklaşımdır. Kadının onuru, iffetini başörtüsünden daha iyi ne koruyabilir ki?


14 Mayıs itibariyle haber sitelerine bir haberi düştü. Kendilerine Özgür-Der üniversite gençlik grubu üyeleri, İstanbul’da devam eden ‘Istanbul Modest Fashion Week’i protesto etti. Grup adına açıklama yapan bir genç kız özetle tesettürün bir ticari meta ya da reklam malzemesi olmadığını, esas olarak iffet ve kimlik, hayat tarzı ve duruş anlamı taşıdığını açıklamış. Onun içindir ki önce ki yazımda renga renk başörtülerini istedikleri gibi takma haklarını savunmuştum, kadınların.
 Ben kendi savımı savunuyorum. Aslında basit izahı ile kentli olamamış kadının kendi modasını yaratma ve kendini iyi hissetmesi meselesidir, başörtüsü… İslamcılar da laikler de empatiden uzak daha derin ve simgesel anlamlar yüklüyorlar meseleye o kadar..

11 Mayıs 2016 Çarşamba

Din Ve Robotik Belirsizlik


Tanrı'nın dini yoktur.
Son yirmi yılda teknolojideki neredeyse  üstel değişimler özellikle cep telefonu alanında  belirginleşti. Telefonlarımız artık cepte taşınabilir bilgisayarlar haline geldi.

Akla gelebilecek hemen her konuda yazılan uygulamalarla dünya artık gerçekten parmaklarımızın ucunda.

Peki ama bir sonraki adım ne olacak?
Telefonumuzla blog yazabiliyor, sanalağda dolaşıp alış veriş listelerini, fotoğraflarımızı, videolarımızı anında  birbirimize yollayabiliyor, günlük kalori takibimizi yapabiliyorsak daha fazla ne isteyebiliriz ki?

Görünen o ki teknoloji hayatımızın her alanına nüfuz etmiş  durumda. Bu biraz da ürkütücü. Çünkü “Büyük Birader”  paranoyası, yaldızlı bir eğlence sektörünün kanatları altında usulca ve sevimli bir surette hayatımıza yerleşiveriyor.

Ama bu noktada, teknolojinin mevcut hali, aslında o kadar da tehlikeli değil. Çünkü en nihayetinde hâlâ teknolojik ürünleri, yazılımları kendi isteğimize göre seçmek imkânına sahibiz. Meselâ hoşumuza gitmeyen bir temizlik uygulamasını anında silerek telefonumuzun hafızasına yer açabiliyoruz.
O halde sorun ne?
Sorun şu ki teknoloji üreticileri için yeni donanımlar ve sistemler  bambaşka imkânlar sunuyor. Lambalı devrelerden tansistörlere, oradan mikroçiplere sıçrayan teknoloji, hayatı çok daha küçük bir birim alana belki de hacme sığdırmaya başladı.

Ve teknoloji yaratıcıları artık Tanrı’nın insanı nasıl yarattığını çok daha iyi anlayabilecek durumda. Otomatik sürüşlü arabalar ile artık yolun stresine mahkûm olmak zorunda değiliz.  Teknoloji Tanrı’nın armağanı olan aklı artık akla hayale gelmedik her yere sokabilecek güce neredeyse ulaştı.
Böylece yeni bir  yaşam türüne doğru el yordamıyla evriliyoruz.

Peki ama bunun dinle ne ilgisi olabilir? Öyle ya başlıkta dinden bahsettiğimize göre  akılcı yaratıcılıkla tutucu dinî tutuculuğu ve akıldışılığı nasıl bir arada anabiliriz?
Bu ikisi de hayatımıza  hükmetmeye çalışıyor.

Din, ortaya çıktığından bu yana hayatı en akıldışı yöntemlerle düzenlemeye çalışıyor. Teknolojinin tek farkı bize bir seçme şansı sunduğu illüzyonunun henüz parlaklığını yitirmemiş olması.

Din  herkese aynı emirlerle aynı şeyleri yaptırmak için oluşturulmuş bir kurumdu. Herkes  aynı kitapla ve aynı peygamberle  aynı şeyleri yapacaktı.  Oysa öyle olmadı. Çünkü insan toplumları büyüdü, genişledi. Sorunlar çeşitlendi. Düşünüş biçimlerimiz  değişti. Böylece ortaya büyük belirsizlikler çıktı. Mezhepler, dinin cevap veremediği   konularda ek kurallar uyduran alt dinler haline geldi.

Dinler bugunkü anlamda hayat  için üretilmiş programlardı. Bu programlar, Tanrı’nın akıldışı varlığından gücünü alan dolayısıyla sorgulanmasının imkânsız olduğu düşünülen emredici  yordamlardı.  Bilginin yaygınlaşmasıyla beraber bireyselliğe ve  bilime yenildiler.

 Teknoloji de  aynı sorunla karşı karşıya. Evet teknoloji belki hepimize çok daha bireysel bir konfor sağlıyor ama öbür yandan bireylerin devlet denetimine daha açık hale gelmesine de yol açıyor.  Ve bunu yaparken  yapay zekânın   yarattığı ve karşılaştığı belirsizlikler de gti gide daha fazla ortaya çıkıyor.

Herhangi bir makinenin insan gibi kararlar alabilmesini sağlayabilecek kadar gelişmiş bir donanım yaratmak elbette mümkün ve işin asıl kolay olan yönü de bu. Peki ama donanımların çalışma şeklini “insanîleştirmek” ne kadar mümkün?

İnsanileşmek, “Evet” ve “Hayır”ın yanına bir “Belki” seçeneği eklemekle sağlanabilir mi? Sanırım bu o kadar kolay değil.

Öncelikle insanlar her zaman “mantıkla “ karar vermez. Yani karar eylemi basit bir  istatistikî  mantık elemesinden ibaret değildir.

İnsanlar farklı  toplumsal yapılarda farklı değer yargıları  edindiklerinde farklı öncelikler ve farklı fayda dizgeleri oluştururlar.

İşin belki daha zor olan yanı ise insanların eylemlerinin sonuçlarının ve etkileşimlerinin en yakın planda bile bilinemez oluşudur.

Yapay zekâ aynı yordama bağlı makinelerin, birbirleriyle iletişimlerini düzenleyebilir ama  o makinelerin insanla etkileşmelerini sağlayamayabilir.
Belki de bunun sebebi “Tanrı yetersizliğidir”. Tanrı bize ne yapmamız gerektiğine dair bir yazılım yollamış olabilir ama ona neden itaat etmemiz gerektiğini anlatmamıştır. Dahası kendisini nasıl anlamamız gerektiğini bize bildirmemiştir. Bu yüzden insan, bir anlam arayışına girmiştir. İnsanın varlığının anlamına dair arayışı aslında  bir yandan Tanrı’nın neliğine dair bir arayıştır.

Peki ama bunun teknolojiyle ya da yapay zekâyla ya da robotikle ne ilgisi vardır?

Yoğun ve hızlı bir cevap verme yeteneği olarak zekâyı yaratmak her zaman mümkündür. Sorun, sorunlara, varlığa bir anlam verebilmektir.

İşte bu noktada ne emredici dinin ne de konfor üretici teknolojik yeniliklerin yeterliliğinden bahsedilebilir. İnsanın doğasından kaynaklanan belirsizlik hiçbir yazılımla aşılamaz.

Olasılıkları kendisi yaratan insanı, hangi yazılım biçimlendirebilir ki?