30 Temmuz 2019 Salı

Doğu Türkistan Sorununa Çok Kısa Bir Bakış



doğu türkistan çin'e nasıl katıldı? ile ilgili görsel sonucu

Doğu Türkistan’ın Çin’e Sovyet işgal korkusundan dolayı katıldığı bilgisi Sencer İmer tarafından verilmekteyse de işin aslı, 19. YYdan itibaren Doğu Türkistan’ın Çin yayılmacılığının hedefinde olduğudur.

Komünist Çin’i kendi vatanlarından daha fazla benimseyen bir kısım solcularımızın, bir türlü görmeğe yanaşmadığı gerçek, Çin yayılmacılığının , komünist rejimde bile  hiçbir şekilde azalmadığı veya değişmediği.

Çünkü rejimleri değiştirenler de  devletleri kuranlar da daima uluslardır.  Tarih/geçmiş bilincine sahip olup da geleceğe dair hedefler belirleyenler de uluslardır.

Dolayısıyla Doğu Türkistan sorunu, “ Çin egemenliğinin doğallığını kabul ederek, üzerinde  ufak tefek  düzeltmeler yapılması gereken” bir sorun değildir. Doğu Türkistan sorunu,   Çin’in, kadim ve meşru Türk yurdu Doğu Türkistan’ı açıkça  işgali sorunudur. Dolayısıyla da böylesi bir sorun, kendi vatanlarında esir hayatı yaşayan Türk’lere  bir  takım inanç ve ifade hürriyeti hakkı bahşedilerek ya da lütfedilerek çözülemez.

Doğu Türkistan sorunu, doğrudan doğruya Çin’in orada var olmasından ibarettir.

Solcularımızın, ideolojileri gereği bir “üst yapı/burjuva kurumu” olarak görerek “vatanı”  küçümseyebilmeleri ihtimaline rağmen Doğu Türkistan, Türkiye’den ayrı  görülemeyecek bir Türk vatanıdır.

Bunun yanı sıra  Çin’in yayılmacılığı ve “emperyalizmi”  rejimini değiştirmesine rağmen ortadan kalkmamıştır. Şimdi özellikle Maoculara sormak istediğim soru şudur: “ Madem Çin kendisini emperyalizmden,  komünizm ile kurtarmıştır, neden yıktığı emperyalist rejimin işgal ettiği topraklardan çekilmemiştir?”

Cevap aslında basittir. Solcularımızın kahir ekseriyeti, dünyanın “ideoloji” denen öküzün boynuzlarının üstünde durduğunu sanmaktadır. Oysa dünya, ulusların, ulusal menfaatleri ve tarih  bilinçlerinin ekseninde dönmektedir.

Dolayısıyla  “Doğu Türkistan’daki Türk’lerin durumlarını iyileştirmek için Çin’le dostane ilişkiler kurmak” pısırıklığı bizi hiçbir yere götürmez. Yapılması gereken -ki bunun  başımızda vatansever Türk yöneticilerin olması gerekir-  Çin’in Doğu Türkistan’da işgalci olduğunun, Doğu Türkistan’ın, Çin’in tarihi bir  parçası olmadığını tekrarlamaktır.

Peki hela ibriğimize kadar Çin’den ithal ederken bunu neden söylemeliyiz?

Bunun de cevabı basit. Çin asla Doğu Türkistan sınırında kalmak istememektedir.  Doğuda olduğu kadar batıda da kendisine bir deniz kıyısı edinmek istemektedir.  Bu yüzden de  sürekli Orta Asya komşu ülkelerinin topraklarını azar azar kemirmekte, sınır ihlallerini  ilerletmekte, vatandaşlarının Orta Asya’da gayrı menkul almasını teşvik etmekte, Orta Asya pazarlarına sürekli vatandaşlarını sokmakta, bölgede Çince’nin kullanımını yaygınlaştırmağa çalışmaktadır.

Rejimi ne olursa olsun Çin, dünyanın en tehlikeli emperyalist ülkesidir. Büyük nüfusu, yayılmacılığının en öneli unsurudur.

Bu yüzden de Doğu Türkistan, Çin yayılmacılığına ve yok ediciliğine karşı uygar dünyanın  en önemli müdafaa hattıdır. Eğer Doğu Türkistan bağımsız olmaz ve diğer Türk devletlerince de desteklenmezse Çin burayı batıya doğru  bir  sıçrama tahtası olarak kullanacaktır ve onu hiç kimse engelleyemeyecektir.

Doğu Türkistan, Çin vahşi emperyalizminin önünü kesebilecek  tek güç olan Türk cesaretinin son kalesidir.

Bu yüzden de mütemadiyen, onun bağımsızlığının sağlanması için çalışmak Türkiye Türk’lerinin en önde gelen vazifelerindendir.




29 Temmuz 2019 Pazartesi

Gözlerimi Kaparım Düşmanımı Öperim




barış, pkk, chp ile ilgili görsel sonucuEn çok ne garibime gidiyor, biliyor musunuz?

Kuvay-ı Milliyecilikten bahseden ulusalcı sol seçmenin “düşman” sözcüğüne  antipati duyması.

CHP seçmeni “düşman” sözcüğünü adeta duymamak için elinde ne varsa kulağına tıkıyor.

Kuvayı Milliye’nin kime karşı savaştığını bilmezden geliyorlar. İstanbul’u işgal ettiğimizi düşünen Yunanlı’larla barış hayalleri kurup  Kıbrıs’ı Yunanistan’a bağlamak için Türk çocuklarını  bir küvetin içinde paramparça eden  alçakların “düşmanımız” olduğunu  görmezden geliyorlar.

Ya da  otuz beş yıldır ülkenin bir bölümüne açıkça Kürdistan diyen alçakların, aslında haklı olduklarını, bizim buraya sonradan geldiğimizi sessizce kabul ettikten sonra PKKlı   hainlerle empatik diyaloglar kurulabileceğini söyleyebiliyorlar.

O zaman azıcık düşünelim mi? Acaba “düşman” denen kavram “aşırı sağcıların” “faşistlerin” falan uydurduğu bir  nefret söylemi mi yoksa  tam da gerçek bir olguyu mu ifade ediyor?

Ulusalcı solun Kürtçülükle flört eden ana akımı, egemen  kitlesi, 12 Eylül kinlerini alabildiğine  derin sürdürerek milliyetçileri düşman kabul etmekte beis  görmüyor. Oysa  aynı  kesim, belki tekrara düşeceğiz ama ülkemizin bir bölümüne Kürdistan diyen vatan hainlerini “ideolojik kardeşleri” olarak kabul edip bağrına basabiliyor.

Bu kesim  sözgelimi ülkücüleri alabildiğine nefret edilmesi gereken faşist-ırkçı  vahşiler olarak görürken  bebek katleden, asker,  polis, öğretmen şehit eden insanların aslında dostumuz  olduğunu , onlarla  beraber siyaseti “çok güzel salladıklarını”, bu kati,l sürüsünün  tellâllarının mecliste olmasından “büyük mutluluk duyduklarını”  söyleyebiliyorlar.

O halde bir ulusun dostu kimdir, düşmanı kimdir, belki de önce buna bakmalıyız.

Bir ulusun, egemenlik hakkına içten bir saygı gösteren herkes o ulusun dostudur.

 Bir ulusun egemenlik hakkını tartışmaya açık bir şey olarak gören herkes de o ulusun düşmanıdır. 

Düşman tanımı size sevimsiz ve saçma geliyorsa, ulusların sınırlarını askerleriyle ve silahlarıyla koruduklarını size hatırlatmak isterim. Yani aslında “uluslar arası” ilişkilerde “dostluk” falan yoktur. (Türk  cumhuriyetleriyle aynı ulusun parçaları olduğumuzu umarım hatırlatmama gerek yoktur.)

John Locke’un “Uluslar arası ilişkilerde doğa durumu egemendir.”  Saptaması bu açıdan gerçeğin tam bir ifadesidir.

Bu yüzdendir ulusalcı sol kampın ana  akım seçmen kitlesinin,  uluslar arası ilişkilerin diplomatik yönünün, aslında  sürekli bir karşılıklı zaaf arayışı ve taviz koparma mücadelesi olduğunu  görmeyerek böylesi bir inkârı, barış taraftarlığı sanması, hastalıklı bir durum.

Kapımızda bekleyen düşmanın aslında düşman olmadığını  söylediğimizde gerçek değişmiyor.

İçimizde beslediğimiz, milli güvenlik belgelerine erişebilen, Türk egemenliğinin kalbinde Kürdistan naraları atan, egemenliğimizi işgal olarak niteleyen insanların “dost” sayılabileceğini düşünmek herhalde en hafif deyimle nevroz benzeri bir durumdur.

Türk egemenliğini tanımayan, Türk dilinin, Türk hukukunun, Türk kültürünün tekliğinden nefte eden, Türkiye’nin bir bölümüne Kürdistan diyen insanların çokluğundan korkup onlara yaranmağa çalışarak, barışın sağlanabileceğini düşünen insanlara İzmir’i işgal eden Yunan efzunlarının düşman olduğunu anlatmak herhalde mümkün değil.

Türkiye, Türk düşmanlarını seven muktedirleriyle ve sözde muhalifleriyle aslında fiili bir düşman işgalini yaşıyor. Yani hiç kimse iktidara muhalif olmanın “vatanseverlik” olduğunu falan düşünmesin. Çünkü ülkenin yüzde yetmiş beşi aslında Türk düşmanlarına bir şekilde yaranmak isteyenlerin elinde oradan oraya savruluyor.

Düşman kapımızda ve içimizde kanımızla beslenip semirirken biz de “ Acaba Türk  var mı? Türküz dersek Kürt’lerle Araplar gücenir mi?” endişesiyle tam bir hümanizm kabızlığı yaşıyoruz.



18 Temmuz 2019 Perşembe

Bir Şey Soracağım: Müsaade Ederseniz Türk Olabiliyor Muyuz?




Bugün beni çok üzen bir sohbetten bahsetmiştim. Sohbetin genel karakteri, Türk solunun PKK’ya, Kürtçülüğe duyduğu sempatinin , herhangi bir solcuyu hiçbir şekilde rahatsız etmemesiydi.

Ä°lgili resimAnladığım kadarıyla Türkiye’de sol “bir şekilde” PKK ve benzeri Kürtçü oluşumları sırf “ emperyalist” oldukları için kınıyordu ama mesela “emperyalist olmayan” gerçek bir gerilla gücü olsalar haklarında ne düşüneceğini bilmiyordu.

Fakat sohbetin “siyasi magazin” boyutunda solun Kürtçü /bölücü sempatisinin somut kanıtlarına karşı önüme  konulan savunma şuydu: “ PKKlıları 29 Ekim’de Habur’dan Suriye’ye geçiren CHP miydi?”

Bu savunmanın bir mantığı var mı sizce? Bence yok. Çünkü  bu işi yapan  partinin “sağcı” olması, yaptığı işi meşru kılmıyordu ve ben de bir Türkçü olarak zaten en başta bunu kınamıştım.

Bu mantığın iki sakat noktası var:

Birincisi bir kötü işi kınamak için başka bir kötülüğü yapamazsınız. Yani? Kürt eşkıyasını Habur’dan sokan “sağcılara” karşı olmak için aynı eşkıyanın sözde temsilcilerinin meclise girmesini destekleyemezsiniz.

İkinci ve daha kırıcı sakatlık şuydu ki ülkenin yarısının oyunu alan şeriatçı ve Türk düşmanı siyasetin de Atatürkçü olmak iddiasıyla hareket eden kitlesel solun da birbirlerine tavırlarını belirleyen şey, “Kürt seçmeni” olarak görülen PKK taraftarlarının tavlanması için giriştikleri  rekabetti. İki taraf da “Kürt sorunu” denen şeyi  ölçülerine göre kabul ediyor,  iki taraf da ülkenin temel değerlerinin Kürt eşkıyasıyla “siyaseten  ve silahsızca tartışılabileceğini” söylüyor. İki taraf da  silahsız olmak kaydıyla Türk adından vazgeçilebileceğini, sözde anadille eğitim yapılabileceğini, Kürdistan eyaleti gibi federatif  sözde çözümlerin düşünülebileceğini savunuyor.

Ve burada her iki taraf içinde “alternatif”, PKK oluyor. Öyle ki siyasetin bu iki anadamarından birini Kürtçülükle, bölücülükle suçlarsanız sizi doğrudan “diğerinden “olmakla yaftalıyorlar. Yani? Yani CHP’ye neden PKK’nın etkisinde kaldığı sorulduğunda, AKPli oluyorsunuz; AKP’ye Kürtçülüğe neden her türlü  müsamahayı gösterdiğini sorduğunuzda, doğrudan CHPli olmakla suçlanıyorsunuz. Yani iki anadamar da aslında Türk adına karşı Kürtçü popülizmden destek alırken diğer yandan Kürtçülük pazarındaki rekabette, diğerini  sahadan atmağa çalışıyor.
Ä°lgili resim
Bu arada olan, Türk insanına , Türk kimliğine, Türk tarihine, Türk egemenliğine oluyor. Ne yazık ki iki taraf da büyük kitlesel narkozlarıyla ülkenin sahibinin, kurucusunun, egemeninin kim olduğunu düşünmüyor.

Üzülerek söylüyorum ki Türk’ün ülkesi  zaten zihnen ve kalben Türk olmayan yabancı insanların işgal ettiği bir siyaset alanından yönetiliyor.  Ülkenin en büyük iki partisi kendisini kilit oy paketi olarak gören Kürtçü bölücülüğün sözde siyasetinin fiili kaprisleriyle savrulup duruyor.

Ne AKP ne CHP Türkiye’de yaşayan Türk Milleti’nin refahını, bağımsızlığını ve özgürlüğünü savunuyor. Türk demeden, Türklükle övünmeden, Türklüğü önemsemeden memlekette demokrasinin, adaletin ve refahın kurulabileceğini sanıyorlar.

Dedim ya ülke yabancılar tarafından yönetiliyor. Ne muktedirler ne muhalifler Türk, bu ülkede…

Ülkenin iki partisinin seçmenlerine sormak istiyorum:  Müsaade ederseniz, Türk olabilir miyiz?



Soldaki Bölücü Damar



Bugün Çok Üzüldüm

Evet… Bugün çok üzüldüm. Atatürkçü bir ağabeyimin, HDPKK oluşumuyla uzlaşılabileceği, Kürtçülerin ikna edilebileceği  gibi düşünceleriyle  çok üzüldüm.

sol ve PKK ile ilgili görsel sonucu
Bu gerçek mi? Sadece soruyorum...
Beni daha çok üzen şey,  bir katil ve hain sürüsünün “gerçekliğini” kabul etmem gerektiğini düşünmesiydi. Ona göre sayıları milyonları bulan HDP seçmeni “meşru” ve makbuldü. Ona göre arkasında milyonlar olan bir ayrılıkçı örgüt “kabul edilmesi gereken” bir  gerçeklik/realiteydi. Ona göre HDP’ye oy veren milyonlara seçmen, otuz küsur yıldır oy verdikleri partinin ya da siyasetin aslında bölücü bir  yapısının olduğunu bilmiyor ya da buna inanmıyordu ve “ikna edilebilirlerdi.” Ona göre PKK ile silahlı mücadele bırakılmalı ve onunla “konuşulmalıydı”.

Bu düşünceler şu anda  eğer yanlış anlamıyorsam, adına “ulusalcı” denen ana akım solun temel düşünceleri. Ulusalcılar, anlayabildiğim kadarıyla sol içinde olup olabilecek en milliyetçi “fraksiyon” fakat onlar bile Kürt ayrılıkçıları sırf aynı ideolojik dili ve geçmişi paylaştıklarını düşündükleri için kendilerine Türk milliyetçilerinden daha yakın görüyorlar.

Kendisine PKK ile ne konuşmamız gerektiğini sorduğumda, ulusal devletin neden gerekli olduğunu anlatmamız gerektiğini söyledi. Yani neredeyse kırk yıldır Türk  kanı içen bir örgüt, sırf biz “sınıfsal/marksit” bir izah getirdik diye silah kullanmaktan vazgeçecek ve ulusal devletin neden gerektiğini anlayıverecekti. Ona anadilde eğitimi mi  kabul etmemiz gerektiğini yoksa ikinci bir göndere  bir  başka bayrak mı çekmemiz gerektiğini sorduğumda, bunların zaten olamayacağını söyledi.

Üzüldüğüm şey şuydu ki   devletin ulusal yapısı, egemenliği kullanan öznenin kimliği ve tarihi gibi konular onu hiç ilgilendirmiyordu.  Ona bu tip sorular sorduğumda, bana “sağcı” kimliğime izafeten vatansız şeriatçı sağ egemen kitlenin kötü örneklerini sıralayarak popülist sağın  ihanetlerini üstüme yıkmağa çalıştı.

Anladığım iki şey vardı: Birincisi “teorisinde” , “sağ” diye nitelediği şeylerden eser yoktu. Dolayısıyla Türk kimliğinin, Türk tarihinin, Türklük bilincinin onun teorisinde bir yeri yoktu. Dolayısıyla yargılarında da Türklük bir ölçü olarak yer almıyordu.

İkincisi, Stalin’in “Ulusal Sorun”  yavesinden yararlanmağa kalkan Kürtçülere kızıyor buna mukabil Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu fikri Türkçülüğe de  aynı gerici- faşist  nitelemesiyle yargılıyordu.
Ona Kürtçülerin sınıfsallıkla ya da Marksist yavelerle ilgilenmediklerini, Kürtleri PKKlılaştırmağa çalıştıklarını, ülkenin bir bölümünü Kürdistan olarak bölmek için iç savaşı bile planladıklarını  söylediğimde, beni derhal “Kürt düşmanı” olarak yaftaladı. İşte bu nokta Türk solunun, Türk insanına, Türk Milleti’ne, Türk vatanına, Türk tarihine, Türk olarak değil de  enternasyonalist ve kimliksiz bir Marksist gözüyle baktığının  kanıtı gibiydi.

Bana solun içinde  altmışa yakın fraksiyon olduğundan bahsetti. Solu toptan yargılamamalıydık. Sorun şuydu ki “Atatürkçü” olmak iddiasındaki bir solcu bile Türk Ulusal egemenliğinin, Kürtçü katillerle “tartışılabileceğini” düşünebiliyordu…

Evet… Bugün gerçekten çok üzüldüm…





Olduğun Gibi Olduğunda Demokrasiye Ne Oluyor?



Ä°lgili resimKendisini İslamcı olarak tanıtan bir avukat bey, bir sanalağ kanalındaki sohbet programında, memlekette İslamcıların  yirmi yıl önce kendilerini saklamak zorunda kaldıklarını ve takiyye yaptıklarını, aslında   Türkiye’de herkesin takiyye yapmak zorunda kaldığını, çünkü fikirlerini  ifade edebilecekleri demokratik bir yapının olmadığını söylüyordu.

“Kendisini olduğu gibi gösterdiği takdirde iktidara gitme yolunun kapalı olduğu bir şey…” Avukat beyin  Türkiye’de eleştirdiği eksik demokrasiyi tanımlama biçimi bu.

Avukat bey, demokrasiyi “herkesin olduğu gibi iktidara gelebileceği” bir rejim sanması  tuhafıma gitti.

Herhangi biri herhangi bir İslamî mezhebin kurallarına göre davranabilir. Sorun şu: Herkes, kendi fikrinin yaygınlaşması durumunda  nelere yol açabileceğini acaba ciddi biçimde düşünüyor mu? Yani hırsızların ellerinin kesilmesi, evli olmayan  cinselliklerinin recimle cezalandırılması gibi uygulamalrın yaygınlaştırılmasını savunarak iktidara gelip de bunları hayata geçirmek , emokrasiye sığar mı sığmaz mı hiç kimse bunu düşünmüyor.

Ya da meselâ  bir Kürt etnik özerk bölgesi kurmayı savunarak iktidara gelip de memleketin bir bölümünde sözde Kürt bayrağı  çekilip çekilemeyeceğini kimse düşünmüyor.

Mesele  sizin neyin nasıl yaşayacağınız değil. Mesele sizin yaşam tarzınızı, insanlara demokrasi yoluyla dayatıp dayatamayacağınız.

Biri şunu söyleyebilir: “ Efendim ben de bana lâik yaşam tarzının dayatılmasına karşıyım!”

Buradaki temel sorun : Herkese , her zaman uygulanacak, yeri ve zamanı geldiğinde de “akılcı biçimde değiştirilebilecek kurallardan ” oluşturulan  bir hukuk  sitemi var olmadıkça  işlerin, sadece parmak sayısına bağlı yürütülmesinin mümkün olmamasıdır.

Yani “ Ne yapalım arkadaş, millet böyle olmasını istşyor!” diyerek her istediğinizi herkese  kabul ettirmeniz mümkün değildir. Siz entari giyip içinize don giymeyip uygun yere çöemelerek def-i hacet edebilir ve kıçınızı taşla silebilirsiniz. Fakat sırf belli bir sürü haline geldiğiniz için  elinizdeki iktidar gücünü kullanarak insanları bunu yapmağa zorlayamazsınız. Ya da arkadaşlarınızla üç haftada bir banyo yapıp, sakal bırakarak sizce tamamen ilerici bir ahlakla eş değiştirmenin ve paylaşımın yaşandığı bir komün hayatı vs de sürebilirsiniz ama hiç kimseye sırf belli bir sürü benimsiyor diye,  bu yaşam tarzınızı dikte edemezsiniz.

Nitekim size şaka gibi gelen bu yaşam tarzları meselâ ABD’de yaşanıyor. Buna rağmen hiç kimsenin, mesela insanları Tanrı’nın emirlerine göre yaşaması için hükümet eliyle zorlamak gibi bir hayalinin  demokrasi yoluyla insanlara dayatabileceği falan düşünülmüyor.

Yani? Yanisi şu: “ Yaygınlaşmaları halinde toplumu karmaşaya, şiddete, hürriyetsizliğe sürükleyeceği açıkça görülen hiçbir düşüncenin ve yaşam tarzının” iktidara gelmesine ve hükmetmesine izin verilmiyor! Dünyada içine kaçmak isteyip de içine girince “ kâfir” diye sövdüğünüz bütün demokrasiler, özgürlükler işte böyle işliyor.

Yani “Olduğum gibi görünerek neden iktidara gelemiyorum?” diye demokrasiyi sorguluyorsunuz ya… “Olduğunuz gibi olduğunuzda” toplumu boğacağınız ve fikirlerinizin toplumu öldüreceği açıkça bilindiği için sizin demokraside bir yerinizin olduğu düşünülmüyor ve bu yüzden partileşmeniz de demokrasi ve dahası hukuk dışı bir şey sayılıyor; en azından, kadınlarının açıklığına ağzınızın suyunu akıtıp sosyal yardımlarından alabilmeyi hayal ettiğiniz müreffeh hukuk devletlerinde ve çağdaş demokrasilerde…


17 Temmuz 2019 Çarşamba

On Gün Oldu Ben Buraya Gelmedim



fesli kadir karikatürleri ile ilgili görsel sonucu
On gün olmuş. Bir  sanalağ günlüğü/blog  için on gün, sanırım büyük ara…

Tabii bloga ne yazdığınız da önemli.

On, on iki kafadarın  bir araya gelip de ıslak ayak kokulu,  Türk ve cumhuriyet düşmanlığı yaptığı liberal yavşaklıklarının  sanal metinlerine de “blog” deniyor, en nihayetinde.

Küçük gözlük takıp traş olduktan sonra “ resmî tarih” diye söze başlayıp sonra da fesli Kadir iftiralarına, Müslüman masumiyetinin hırkasını giydiren “temiz yüzlü Müslüman genç”  imajıyla  “yazar” olmak son on yedi senenin  genel karakteri oldu.

Gözlüğüyle traşıyla gömleğiyle ayakkabısıyla İsveçli görünüp de memlekette  imamların sözlerine göre yaşanabileceğini düşünen bir  çarpık sosyetemiz zuhur etti. O sosyete de “sosyal medya” denen şeyi kendi ayak kokulu çöplüğüne çevirdi.

Hal böyle olunca insan ne yazacağını da bilemez oluyor.

Ayağa oje sürme fetvasının karikatürize edilmesinden daha derin bir düşünsel yöntem bilmeyen kaba muhalefet ki gençlerin kafası bir ölçüde çalışanlarının bile en sevdikleri tarz bu, sanalağda  traşlı ve temiz yüzlü şeriatla birlikte “kupon arazileri” kapmış görünüyor.

Her neyse…. İşte geldim, gidiyorum. Bu hafta da  blogu iyi kötü doldurduk. Okur musunuz, okumaz mısınız bilmem…
Kalın sağlıcakla.




8 Temmuz 2019 Pazartesi

Yarım Buçuk Egemenlik Ve Bütün Bütün Düşmanlık



akp ve kürtçülük ile ilgili görsel sonucu 
“ Yüzde elli birin dediği olur!”

Taşralı Müslümanlığın demokrasiden ne anladığını özetleyen slogan budur. “Bu millet, isterse halifeliği geri getirir!” Bu da o yüzde elli birin on sene boyunca Türk vatanının namusunu, Türk devletini bekasını  kendisinin ellerine teslim ettiği “milli iradenin” sözü.

Ya da “ Laiklik elden gidiyormuş. Millet isterse laiklik elbette gidecek…”, “ Türkçülük yapmak bölücülüktür…”  sözlerine de aynı yüzde elli bir onay verdi.

Bu sözlerin sahiplerinin zihniyetine ülkenin kaderini teslim eden kitle, homojen olmayabilir. Ailemde sağduyulu insanlar “ Hepsini bir kefeye koyma!” diye sık sık beni uyarıyorlar. Yüzde elli birin içinde tanıdıklarımız, vatan ve millet sevgilerinden  emin olduğumuz insanlar var.

O halde her dediğini bize bir fazla oyla yaptırabileceğini her seferinde fütursuzca bize dayatan basit çoğunluğu  hiç mi tanımlayamayacak, niteleyemeyeceğiz?

İstatistik bize bu imkânı veriyor. Halk irfanındaki “ İstisnalar kaideyi bozmaz…” sözü, istatistiğin özünü ifade eder. Hiçbir bilimsel araştırmada bütün veriler net bir çizgi verecek  şekilde ortaya çıkmazlar. Fakat buna rağmen verilerin gruplaşmaları, veri eğilimlerini frekanslarını gösterir ki  bütün bu veri yığınlarının grafiklerine bakıldığında, yığın genel karakterini, bütün sapmalara ve istisnalara rağmen anlamış olursunuz.

Yani senin anlayacağın dille aziz kardeşim: Mahallende kavga çıktığında, mahalledeki bir iki korkağa veya bir iki akıllı delikanlıya rağmen gruplar kavgaya girdiler mi kavganın kimler arasında çıktığına bakılmaz.  Sen kavgaya girdiğinde mahalle esnafı, “Bizim mahallenin delikanlıları, Sepet Mahallesi’nin delikanlılarıyla kavgaya girdiler!” denir.

Elli birle herkesi şeriata mahkûm etmek, memleketin bir kısmında Kürdistan eyaleti kurmak isteyen insanlar, herkesin kaderine, bütün bir milletin  kaderine, ellerindeki yarım buçuk oyla hükmedeceğini söylediğinde, artık içinde akıl ve vicdan sahibi kimler var diye düşünmek mümkün değildir. Elli birin içinde iyi niyetle hareket edenler olsa bile neticede “elli bir”, Türk adına, Türk egemenliğine, Türkçe’ye, Türk şerefine  ve üstünlüğüne karşı bir nefretin iktidar olmasını sağlıyorlarsa  bütün bütün düşmandır.

Çare nedir? Elli birin içinde vicdanı olanların kendilerini bu sürüden ayırmasıdır. Aksi takdirde elli birin mevcut ya da olası  her türlü düşmanlığına, niyetleri ne olursa olsun ortak olmuşlar demektir. Olay bu.




7 Temmuz 2019 Pazar

Hainistan’a Hoşgeldiniz!



Şu anda ışıklarda uyuyası Necip Hablemitoğlu’nun hayatı ile ilgili  eşiyle yapılmış bir röportajı izliyorum.

Necip Hoca, 1999’daki bir televizyon programında Etyen Mahcupyan Ve Nevval Sevindi gibi  iki insanın hakaretleri arasında kalarak kendisini “Atatürk ilke ve inkılâplarına bağlı bir TÜRK MİLLİYETÇİSİ”  olarak tanımlıyordu.

Türk  milliyetçiliğini MHP kanalıyla Menzilcilere ve Nurculara ipotek eden siyasal  akımı düşündüğümüzde, onun kendisini hele de iki tescilli Türk düşmanı arasında böyle net tanımlaması zaten başlı başına büyük bir cesaretti.

Herkes onu Bergama Vakıfları ve Fethullahçılık araştırmalarıyla anıyor. Sanırım bunun sebebi, özellikle Türk solunun, onun Sovyetlerdeki baskı rejimini ele alen kitabını gizlemek istemesi.

Peki ama Necip Hoca nereden aklıma takıldı? Şuradan: Nitelikli emeğini Türk Milleti’ne vakfetmiş bu çağdaş, akıllı ve milliyetçi Türk evlâdının anlayışına henüz adı “milliyetçi” olan bir parti dahi erişememiş durumda. Beni üzen ikinci ve biraz daha büyük şeyse onun dar bir akademik çerçeve dışında doğru dürüst tanınmaması.

Ama Necip Hablemitoğlu vakasının asıl büyük trajedisi, onun gibi bir Türk entelektüelinin bugünkü Türk toplumunda nasıl kolayca yok edilebildiği. Budurum toplumsal olarak geçiştirilebilecek bir  sorun değil.

Necip Hablemitoğlu’nun  şehit edildiği bu ülkede, Türk olmadığını, Türklüğü tanımadığını, Türk milliyetçiliğini ayaklarının altına aldığın söyleyen insanlar, yani açıkça Türk düşmanlığı eden insanlar, milyonların rızasıyla devletin başına gelerek bugün Türk Ordusu’nu , Mustafa Önsel’in inanılmaz isabetli benzetmesiyle tam da Mondros felâketindeki   mütareke hükümeti gibi terhis etti. Bu sadece bir örnektir. Yeni askerlik kanunu gibi bir şeyi bu milletin kesinlikle yarısı göleri kapalı ve Türk düşmanlığını,  Türk Ordusu düşmanlığını paylaşarak onaylıyor.

İşi siyasetçilerin sırtına yüklemek işin kolaycılığı. Siyasetçiler arkalarında geniş halk desteği görmedikçe  iş yapamazlar. Bugün Türkiye’de “Andımız” kaldırılabilmiş, resmi  bayramlar yasakalanabilmiş, ülkenin her yerinde adeta bir Kürt işgalindeymişiz gibi Kürtçe PKK propagandaları yapılabildiği günler yaşamışsak bunu yapan siyasetçilerin güvendikleri bir şeyler olmalıdır. Güvendikleri şey de ataları Kurtuluş Savaşı’nda koyunlarına Yunan bayrağı çizen ( Lütfen bkz: “ “Yüzbaşı Selâhattin’in Roımanı”, İlhan Selçuk), askerden kaçan vatan hainlerinin torunlarının kitlesel desteğidir.

Bugün Türkiye geçici bir işgal  hükümetince yönetilmiyor. Çünkü böylesi bir hükümet soyuna, tarihine, şerefine sahip çıkan bir millet tarafından bir şekilde  uzaklaştırılabilir.

Bugün Türkiye, Türklükten nefret eden, Türk düşmanlarına, Türk yasama meclisinin yani  milli egemenliğin  namusunun, mahremiyetinin, kapılarını açan, yabancılaşmış ve hain koskoca bir kitlenin işgali altında yaşıyor.

Bugün artık şunu görmeliyiz: Komşularımızın olası bir savaşta bizi arkadan vurmayacağının hiçbir garantisi yoktur. Komşularımızın Türk Bayrağı’na, Türkçe’ye Türk varlığına, Türk egemenliğine sevgi ve saygı beslediğinin hiçbir garantisi yoktur.

Bugün Türkiye,  Birinci Dünya Savaşı’nda  Türk komşularını Rus birliklerine ve Ermeni çetelerine satan hainlerin ve Türk Ordusu batıda savaşırken İngilizlerle iş çevirerek doğuda Mehmetçik’i şehit eden alçakların, çocuklarının ve torunlarının işgali altındadır.

Türkiye bugün artık bir Türk ülkesi  değildir. Türkiye bugün, kitleleşmiş, örgütlenmiş ve işgalci bir güruhun elindeki “Hainistandır”.

Demokrasi ne işe yarar bilemem ama bugün Türk düşmanlarının ve hainlerin tescilli işgalinin bir aracı olarak iş görüyor.

Hainistan’a hoş geldiniz.





6 Temmuz 2019 Cumartesi

Kendi Kendisine İhanet Eden Toplum



Ä°lgili resim Işıklarda uyuyası  büyük Türk yazarı Aytmatov “ Gün Uzar Yüzyıl Olur”da mankurtlaştırmayı dehşetengiz  bir güçle anlatır.

Mankurtlaşma bir roman kahramanının başına gelen hayali bir kavram mı?

Son İstanbul seçimlerinin sonuçlarını gördüğümden bu yana bana hiç de öyle  gelmiyor. “Kim kazandı, kim kaybetti?”, “ Kim kime ne dedi?” gibi güncel siyasal dedikodulara falan dalmak istemiyorum.

Sorun memlekette artık “ Ne olmalı?”yı tartışamamamız… Hiç kimse ne yapması gerektiğini bilmeden sürekli bir şeyler yapıyor. “Abi ne yapıyorsun? Yaptığını niye yapıyorsun?” diye sorsak hiç kimsenin verecek adamakıllı bir cevabı yok.

Öncelikle insanlar gönüllü bir cehalete daldı… “ Öğrensek ne olacak ağabeyciğim? Parasını verip cep telefonu alıyor muyum? Alıyorum. Cep telefonu yapmayı öğrenmenin ne lüzumu var?”  kolaycılığı hepimizin beynini doldurdu.

Ha bir de gönüllü bir soysuzluk hali var ki o iyice akıllara ziyan… Komşularımız sohbetlerimizde   “Canım Türk olmuş, Kürt olmuş ne fark eder, insan olsun…” diyerek insaniyet taslıyor.

Tamam da bunların, başlıkla  ne ilgisi var, değil mi?

Bir şeyleri öğrenmek istemezsen sevgili kardeşim, besi hayvanı seviyesine düşersin.  Bir inek için  yediği samanın kökeninin bir önemi yoktur. “ Abi yiyoruz ama bu samanı kim nasıl üretiyor yahu?” falan diyen bir inek yoktur.

Soysuzluk nedir? Dün yüzme havuzunun soyunma odasında , “Herif Ankaralı, “Ben artık Bruki oldum!” diyordu” diyen birine rastladım… “Bruki”, bir Kürt aşireti. Ankaralı bir Türk gele  gide kendisini  bir Kürt aşiretinden hissetmeğe başlamış. Herhangi bir Bruki’ye “ Sen Brukisin ama Türk Milletindensin!” diyebiliyor muyuz? Hayır. O zaman kendisini Bruki sanan Ankaralı’nın “insan” olup olmadığını Ankara’daki komşu ablama sormak istiyorum. Kendisini “Bruki” sanan Ankaralı abinin “İstiklâl Marşı”, “Türk Bayrağı”, “Andımız” vs. hakkında artık ne düşündüğünü de ciddi ciddi merak ediyorum.

akp karikatürleri komik ile ilgili görsel sonucuÖğrenmek istemeyen insan, insanlığından vazgeçiyor demektir. Öğrenmek istemeyen insan,  bilincini terk eden insandır.  Bir komşum “Abi, bana göre namus dışında her şey alınır satılır!” diyerek hayat dersi veriyordu. Başka bir genç komşum “ Abi biz ekmeğimize bakıyoruz…” diyerek memleketin haliyle ilgili hiçbir şey bilmeksizin ekmek kazanmak istediğini söylüyordu.

Soyundan vazgeçen insan da dilinden, bilincinden, geçmişinden, ailesinden vazgeçiyor demektir.

“İstanbul seçimi diyordun… O ne ayak abi?” diye soracaklara cevap vereyim şimdi:

İstanbul seçimlerinde büyük bir farkla dükalık el değiştirdi. Tamam da kaybeden tarafın oy oranı kaç? Kaybeden tarafın oy oranı: %45! Bu neredeyse toplumun yarısına yakın bir oy oranı. Yani? Yanisi şu:  Toplumun yarısının, aylarca süren seçim propagandalarında, ortaya konan üsluba, bilgiye-bilgisizliğe, kabalığa/hoyratlığa, bağnazlığa, Türksüzlüğe, bakıp da hâlâ cehalete, bağnazlığa, vatansızlığa, bilinçsizliğe onay/oy verdiğini görünce dehşete düştüm.


Bu %45, “ ekmeğine bakan”, “öğrenmek istemeyen”, “ soyunu küçümseyip de Bruki olmak isteyen”, “Türklüğü umursamayan”  insanların oranı demek.

 Bu %45, memleket bir işgale uğrasa, cepheye koşmak yerine “ ekmeğine bakacak”, “ kendi köyü dışında memleketin gerisine ne olduğunu öğrenmek istemeyecek”, “ Bruki olduktan sonra Türklüğe ne olduğunu umursamayacak” insanların oranı demek.

Bu oran “kendi kendisine” ihanet eden, “kendi kendisini inkâr eden” , koskoca bir toplum demek!

İşte bu kadar lâfın, başlıkla ilgisi bu…

Bilmem, anlatabildim mi?

5 Temmuz 2019 Cuma

Gerçek Benim Neyime?



George Berkeley ile ilgili görsel sonucuGeorge Berkeley’nin “İnsan Bilgisinin İlkeleri Üzerine” adlı kitabını dün bitirdim.

Hacimce küçük, içerikçe ağır bir kitap, hem de bayağı ağır bir kitap.

Berkeley idealist bir filozof sayılmakla birlikte aynı zamanda geleneksel idealizme ciddi eleştiriler getiriyor.

George Berkeley kitapları ile ilgili görsel sonucuKitap tanıtımı yapacak değilim. Ama Matrix’te Neo’nun “ Matrix’te ölürsek gerçek hayatta da ölür müyüz?” sorusuna Morpheus’un verdiği “ Bilinç öldüğünde yaşayamazsın.” Cevabı baba Berkeley’nin kitabının özünü yansıtıyor gibi geldi.

Berkeley “ İdeaların varlıkları, algılanmalarından ibarettir.” Önermesi tam da bu sorunun cevabını oluşturuyor.

Bunlar sizin bir işinize yarar mı? Bilmiyorum.

Dün ayrıca Fallout 4 oynamağa başladım ve sanırım daha fazla oynamayacağım. Tuhaf gelecek ama oyun atmosferi bana çok üzücü geldi.

Şimdi bazılarınız, “ İnsan  bir bilgisayar oyununu bu kadar ciddiye alıp da ona üzülür mü?”  diye  sorabilir. Bilmiyorum… Ama şunu görüyorum ki okuduğumuz, seyrettiğimiz her şey ama her şey, beynimizde bir takım izler bırakıyor.
fallout 4 ile ilgili görsel sonucu 
Buradan aklıma şu geldi: “O halde Türk insanının her gün seyrettiği Kürt feodalitesi dizileri, şiddet-servet melezi gecekondu  dizileri vs. onun idrakinde nelere yol açıyor?”

Bir silah ortaya çıkıyor ve bütün sözler o anda siliniveriyor. Herkes kendi adaletini kendisi sağlıyor. Konuşmanın bir anlamı kalmıyor. Tuhaf başörtülü Kürt hanımağaları,  kirli sakallı, pahalı takımlı hanzolar idolleştiriliyor ve meselâ doğuda,  düğünlerde, dizilerden fırlamış gibi duran bir alay kabadayı gençle halaya duruveriyorsunuz.

Dizlerde algıladığı şeyin gerçekliğini yaşayan bir yabancılar sürüsünde Matrix’ten bahsetmek de gülünç…