Birinden farklı bu iki yabancılaşma şekli de var olabilmek için aynı düşmana sarıldı: "Türk" adı!
Çünkü dindarlar “Türk” dendiğinde şehirleri imarlaştırıp, kendi kültürünü oluşturmuş, yaşayan ve capcanlı bir kültürün dönüştürücü gücünü görüyorlardı. Belki kendi kafalarında da Türklük belli belirsiz bir şeydi ama yaşantıları ve kültürel fakirlikleri onu anlamalarını zorlaştırıyordu. Onlar için kökenleri olan Türk köyü, uzak, hatırlanması zor ve bir tür din dışı şamanik alacakaranlık diyarıydı.
Çünkü dindarlar “Türk” dendiğinde şehirleri imarlaştırıp, kendi kültürünü oluşturmuş, yaşayan ve capcanlı bir kültürün dönüştürücü gücünü görüyorlardı. Belki kendi kafalarında da Türklük belli belirsiz bir şeydi ama yaşantıları ve kültürel fakirlikleri onu anlamalarını zorlaştırıyordu. Onlar için kökenleri olan Türk köyü, uzak, hatırlanması zor ve bir tür din dışı şamanik alacakaranlık diyarıydı.
Kafaları Arap köktencilerden aparılmış ideolojik kolaycılıklarla dolduruluyor ve onlar bunu, hayata verilmiş en doğru cevap sanıyorlardı. Bu onlara, özendikleri üstünlük duygusunu veriyordu. Ama gene de cevapları kendilerinin vermediğini biliyor ve bundan rahatsızlık duyuyorlardı. Artık mantıklı olsun olmasın bir cevapları vardı işte! Böylece köylerinin dindışı karanlığını kafalarından temizleyip kendilerine hayalî bir Kuzey Afrikalı Arabî köken buluyorlardı. Böylece de cevapsız ve aciz Türk’ler olmak gerçeğinden uzaklaşıyorlardı. Türkiye’de siyasî dinciliğin sözde ideolojik kökeninin “Müslüman Kardeşler” ve benzeri gruplar ve düşünürler olduğu defalarca yazılmıştır.
Kenar mahallenin etnik ırkçı filizi ise, aşiretin memesinden kopamayan ama şehrin ışıklarına da özenmekten kendisini alamayanların arasında baş verdi.
Bu grubun kültürel fakirliği ise tarihi çok eskiye dayanan ve Türk solunun bağrında mayalanmış Marksist ideoloji ile giderilmeye çalışıldı. Etnik kenar mahalleciliğin ideologları, sözde hakkını savundukları kenar mahallelilerin kültürel kökeninden ve kodlarından aslında tiksiniyordu hâla tiksinmektedir. Çünkü etnik ırkçı siyasetçi için Kürt olmanın aşiret bağına gereksinmesi ve ancak bununla ifade edilebilmesi kaçınılması imkânsız bir yetersizliktir.
Kürt kimliğine Marksist bir yama vurmaya çalışanların hepsi, hem kültürel zayıflığın, cevapsızlığın, aczin, sürdürülmek istenen toplumsal yapının kaçınılmaz bir sonucu olduğunun farkındadır hem de kendi ağalık düzenlerine karşı olan bir ideolojiyi savunmaktan başka çare bulamamaktadır. Çünkü kendi toplumları içinde okuyanlar, ancak kendileri gibi ağa çocuklarıdır. Aslında bunun da bir çaresi bulunmuştu, yakın zamana kadar. Türkiye’de meslek liseleri başta olmak üzere sınavla girilen okullara, bölgedeki öğretmenlerin desteğiyle yapılan sınavlardan pek çok öğrenci “gönderilmişti”. Bu hep bilinen, söylenegelen ama telaffuz edilmesinden kaçınılan bir gerçekti.
Her iki grup da çocukların dünyasına tasallut ederek onların içinde yaşadıkları topluma entegrasyonunu engellemek yolunu benimsedi.
İstanbul’un göbeğinde sübyan mektepleri ve örgüt merkezleri ile Türk olan her şeye düşmanlık, masum beyinlere zerk edildi Çocuk masumiyetini şiddet propagandasıyla, ırkçılıkla bozmak namussuzluğu, gözleri Türk düşmanlığından kör olmuş insanlar için hiç sorun teşkil etmiyordu.
Atatürk’ü sevmediğini söyleyen dört yaşındaki başı bağlı bir kız çocuğuna aşılanan nefretle “Amel imandan bir cüz değildir!” diyen bir din bir arada olabilir miydi?
Sırtını Cudi’ye vererek vatan toprağını koruyan Mehmetçik’i öldürmek hayalleri kuran çocukların ölüm açlığı ile demokrasi bir arada olabilir miydi?
Modern dindarların da etnik ırkçı Kürtçülerin de derdi, demokrasi ve özgürlük değildir. Onlar bu vatanın üzerinde inşa edildiği değerlerin sürdürülmesine düşmandır: Yani Türk tarihine ve millet şuuruna! Ve sırf bu şuuru yok edebilmek için Türk millî egemenliğine korkunç bir hınçla saldırmaktadırlar. Anayasa’dan Türk adının kaldırılmasını isteyenlerin bir kısmının etnik ırkçı Kürtçüler olması doğaldır ama bunu önerenlerin asıl yabancılaşmış, Araplaşmış Türkler olması çok daha vahimdir.
Dolayısıyla bu iki grup için de okullarında İstiklâl Marşı okuyup çocuklarına millet şuuru aşılayan bir büyük kültür oluşturucusu, son derece yabancıydı.
Büyükşehirleri yutan gecekondusuyla modern dindarlık, kapitalizmin nimetleriyle oluşturduğu servet ve bu servetle beslenen siyasi iktidar imkânlarıyla kendisine “yasal” bir kurtarılmış iktidar bölgesi yaratmaya başlarken etnik ırkçılık da bunu doğrudan doğruya ayrılmış siyasi bölgeler elde ederek gerçekleştirmeye çalışıyordu.
Her iki grup da bilinçaltlarını ( doğrunsun “bilinçdışı” olduğunu söyleyeceklere, bunu daha mantıklı bulduğumu söylemeliyim) besleyen, kültürel aczi, Türk Milleti’nin değerlerini yok etmek için meşru birer gerekçe saymaktadır.
Kendilerini kötü hissetmelerine yol açtığı için Türk adının belirleyiciliğinin ortadan kaldırılmasını isterler.
Kendilerini kötü hissetmelerine yol açtığı için Türk adının belirleyiciliğinin ortadan kaldırılmasını isterler.
Bundan dolayıdır ki Türk çocuklarının, kültürel bütünlüğünü sağlayan tarih şuuruna “Vatan, millet Sakarya!” alayı ile yaklaşırlar. Çünkü dindarların kabul ettikleri hayalî Arabî köken de Etnik ırkçıların bel bağladıkları Marksist Kürt halkı miti de bu şuurun yarattığı etkiyi yaratamayacak kadar boş ve zayıftır.
Bundan dolayıdr ki bütünleşmeyi sağlayacak büyük kültürden kendilerini koparabilmeye çalışmaktadırlar. Bunun için “Millî Eğitim Şurası” iktidarın Arapçı zihniyetinin o çiğ hikmetçiliği ile okullarda çocuklarımıza millî şuuru hatırlatan törenlerin gevşetilmesini, bu törenlerden Türklük adına her türlü sembolün kaldırılmasını düşünebilmiştir.
Bu karar aslında etnik ırkçılıkla beraber, ortak bir düşmana karşı yürütülen seferin bir parçasıdır. Bu karar ile İstiklâl Marşı “ canı isteyenin” okuyacağı bir şarkı haline getirilerek Türk Milleti’nin egemenlik alâmetleri, etnik ırkçıların lehine yok edilmeye çalışılmaktadır.
Yarın, “demokratik özerk” etnik bölgelerdeki okullarda artık “öğrencilerin gönülsüzlüğü” bahane edilerek önce İstiklâl Marşı'nın okunmasından vazgeçildiği, sonra da bayrak merasimlerinin kaldırıldığı ve hatta Türk Bayrağı’nın ayrıştırıcı bir sembol olduğu gerekçesiyle okullardan kaldırıldığına şahit de olabiliriz.
Artık “taşın toprağın altın olması” gerekmiyordu. Artık taşın yerden sökülmeden ele gelmesi ve rahatça atılarak camın kırılabilmesiydi konforun tarifi…
Gerçi yüzleri kızıl maskeli orak çekiçli ağa babaları, kaldırım taşlarının nasıl sökülüvereceği konusunda bir sürü eylem kitapçığı yazmıştı…
Vatan ve milletin yarısı, “seçilmiş” iktidarımızın eliyle demokratik yollardan yok edildi bile. Bari Sakarya’yı bize bıraksalar…
Gidip kendime bir çay doldurayım, bu böyle olmayacak…
BİTTİ
2 yorum:
Sakaryayı da bırakmayacaklar ellerinden gelse de Necip Fazıl tutmuş bir Sakarya şiiri yazmış.İnkar edemiyorlar.
:) Haklısın anacığım, çok haklısın!
Yorum Gönder