....
Bir büyük kültürel merkez meydana geldiğinde, bir anlam oluşturucu merkez meydana gelmiş demektir.
Ve bir toplumsal oluşumun anlam dağarcığı da kendisinin meydana getirdiği kültürel merkeze göre teşekkül eder. Bundan dolayıdır ki bir ulusun eğilimlerinin başkalarına göre anlamsız olduğunu söyleyerek o ulusu düzeltmeye kalkamazsınız! Almanlar arkadaşlarına bira ısmarlamaz, bu bizim anlam dağarcığımızda ayıp sayılır. Bizde erkeklerin kucaklaşması yiğitçe bir davranıştır; Amerikalılara göreyse anormal bir cinsel tercih belirtisidir.
Bu sadece kültürel cevaplar açısından böyle değildir. Bir milletin siyasetinde de böyledir. Merhum Atatürk, “kendi anlam dağarcığımıza” göre oluşturulmuş bir “Türk siyasetini” bize miras bırakmıştır. İngiltere’de hükûmetlerin arızî tercihlerine rağmen değişmeyen bir küresel aktör olmak siyaseti İngiliz anlam merkezinin bir sonucudur.
Bir İngiliz için dış politikada hareketlerin yönlendiricileri İngiliz ulusunun anlam dağarcığıdır. İngiliz dışişleri, Malezyalı’ların yaşadıkları hayal kırıklıklarıyla ancak kendi milletlerinin menfaatlerine etkisi oranında ilgilenir.
Klasik emperyalizm karşıtı söylem ise bunun bencilce, ahlâksızca bir şey olduğunu söyler. Aslında bazı toplulukların “iyilik” telakkilerinin de kuvvetli uluslarca belirlenmesi gerektiğini söylediğini bir türlü fark edemez. Klasik anti emperyalist söylem, bu açıdan kuvvetli ulusların anlam dağarcığının mutlak üstünlüğünü kabul ettiğini fark edememektedir. Öyleyse kuvvetli uluslar zayıflara karşı âdil olmalıdır!
Fakat klasik antiemperyalist söylem, uluslaşamamış toplulukların uluslaşma sürecine katılıp katılmamaları konusunda tek kelâm etmez… Temel sorunun, tek başına, cevap oluşturucu bir anlamsal merkez oluşturamamak olduğunu göremez. Onları daha en başında bir iradeden yoksun, güçlü devletlerin oyuncak adayları olarak görür ki bu gün istisnasız hepsi Marksist olan etnik ırkçı örgütlerin hepsinin ağızlarına sakız ettikleri emperyalizm karşıtlığı aslında bir ulusun parçası olmayı değil, sadece “âdil” bir kuvvetliler egemenliğinde yaşayabilmek arzusunun ifadesidir. Ve Kürt etnik ırkçılığının da tek dayanağı bu çarpıtılmış mazlum toplum söylemidir.
İşte Türk uluslaşmasında Mustafa Kemal’in rolü “emperyalizm” kolaycalığına” kaçmaksızın ve mazlum rolüne sığınmaksızın uluslaşmış ve kendi başına anlamsal bir merkez olan bir toplum olduğumuzu bize hatırlatmak olmuştur. Böylece dünyaya başkalarının gözüyle değil, kendi anlamsal merkezimizden bakarak çevremizi kendimize göre etkilemek iradesini bize aşılamıştır! İşte uluslaşmanın özü budur!
İşte etnik ırkçılık, uluslaşmanın yarattığı güçlü cevap vermek yeteneği ve anlam dağarcığına karşı, uluslaşamamış toplumsal yapıların içinde beliren ciddi aşağılık kompleksinin yarattığı eksik anlamlandırma sürecinin ta kendisidir.
Uluslaşamamış topluluklarda, uluslaşmanın yarattığı muhteşem kültürel zenginlik ve soyut değerler manzumesinden eser bulunmaz. Çünkü uluslaşamamış topluluklar, uluslaşmış toplulukların yaşadığı toplumlaşmayı bilmezler. Uluslaşmış ve toplumlaşmış toplulukların yaşadığı kültürel alışveriş, uluslaşamamış yapılarda çok ciddi bir korku sebebidir. Elbette bu , bu tip yapıların asla uluslaşmaya dahil olmayacağı demek değildir.
Fakat etnik ırkçılık kendi başına bir anlam dağarcığı meydana getirememek durumunun zayıflığını sezmek ve bu sezgiyle içe kapanmak refleksiyle harekete geçmek demektir. Etnik ırkçılık, uluslaşamamış topluluklara “ulus” diyerek, yabancı korkusunu ve düşmanlığını meşrulaştırmaya çalışır. Bu korkuyu gidermenin tek yolu olarak da “devletleşmeyi” görür.
Peki ama meselâ etnik ırkçılığın anlam merkezinin kendi içindeki tutarlığı söz konusuysa? O zaman etnik ırkçıların mı yoksa bizim mi haklı odluğumuza nasıl karar verilecektir? Neden uluslaşma “haklı” olsun ki?
Bu soruya cevap vermek görecelikçilik açısından son derece zordur. Kaldı ki zaten görecelikçiler cevapların peşinde değildir. Öyle ya, kendisini aklileştiren her toplumun kendi meşru gerekçesi oluşturulabiliyorsa eğer o zaman bütün yapılması gereken “haklıya” hakkını vermek değil midir? Yani önemli olan sadece “haklı olduğuna inanılması” değil midir?
Üzgünüm ama değildir.
Bunun sebebi şudur:
Eğer dünya kabilelerden, aşiretlerden ibaret olsa ve daha “gelişmiş” bir beraberlik türü keşfedilememiş olsaydı bu düşünce belki doğru olabilirdi. Neden? Çünkü o zaman daha farklı bir beraberlik türünün meydana getirecek normları oluşturacak anlam dağarcığı var olamazdı.
Oysa insanlık uluslaşmayı/ milletleşmeyi, sanıldığının aksine Fransız İhtilali’nden çok önce keşfetmiştir. Kabile yönetimlerinden” devlet” haline geçişin anlamı budur.
Bu durumda, bütün anlam dağarcığı kaile şefinin keyfi idaresinden ibaret olan küçük kültürlerle kurala dayalı yönetimi benimseyenlerin anlam dağarcıkları bir çatışma yaşamıştır.
Burada bu anlam dağarcıklarından hangisi insan varoluşuna daha uygun ise tercihimizi ondan yana kullanmamız ve diğer tercihleri dışlamamız gerekir. Kurala dayalı yönetim tercihiyle aşiret reisinin “aile meclisi idam kararları” bu yüzden aynı anda var olamaz. İnsanların “faydaya yönelmeleri” onların temel güdüsüdür. “fayda maksimizasyonu” denen şey genellikle açgözlülükle bir tutulmakla beraber aslında varoluşun en ucuz ve kolay şekilde korunması, sürdürülmesi ile temellenir. İnsanların toplumlaşmadaki yönelimi bu yöndedir.
Dolayısıyla var olmak için ancak aşiret reisinin, kabile şefinin keyfini tatmin etmenin yerine “kurala uymak” normu geliştirilmişse ve hayatta kalmak konusunda endişe duymuyorsak, hayatımızın birilerinin iki dudağı arasında olduğu düzenlerin anlam dağarcıklarının bizim toplumumuzdaki siyasette bir yeri olamaz! Aşiret düzeni, kabile yaşantısı, ferdin hakkının, tek meşru zor kullanıcısı devlete karşı bile korunduğu hukuk devletleri düzeninde “meşru” sayılamaz! Bundan dolayıdır ki kendilerine göre anlam dağarcıkları vardır diye etnik ırkçıların ilkelliklerine toplumsal hayatımızda ve siyasetimizde bir yer veremeyiz.
Bundan dolayıdır ki “devletleşmek” bir etnik gruba bir anlam dağarcığı kazandırmaz.
(Devam edecek...)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder