8 Kasım 2010 Pazartesi

Söz Ola Kese Savaşı Söz Ola Kestire Başı



“Böyle de giriş olur mu?” Değil mi ama?
Bu bir internet URL’si… Yani ayrıntılı internet adresi.


Adrese dikkatle bakacak olursanız “oecalana-teoerist-ba-demeyin” gibi Fransızcalaştırılmış’a benzer bir Türkçe ifadeyle karşılaşıyorsunuz.
Bağlantıya tıklamaya üşenenlere söyleyelim, bağlantıda alıntılanan şeyler herhangi bir “insanın” ağzına alacağı şeyler değil.

“İnsan” kelimesini tırnak içine almamın özel bir vurgu ifade ettiğini herhalde anlatmaya gerek yok?
Neden böyle diyorum? İktidar partisinin akıl hocalarından eski Marksist terörist bir “yazar” bize barışın dilinin ne olduğunu öğretiyor kendince!


Bebek katili bir terör oyuncağına “teröristbaşı” denmemesini öğütlüyor.
Şu dönemde barışın dilini konuşmamız gerektiği için bebek katili bir yaratığa “parti lideri” diyebileceğimizi söylüyor.


Sanırım insanlık bu topraklarda hiç bu kadar ayaklar altına alınmamıştı.



Marksist eskisi, terörist emeklisi “yazarımıza” birkaç şeyi öğretmekte fayda var.

Birincisi bu toprakları “vatan” yapan bir millet vardır ve onun adı “Türk’tür”! Türk’ler bu gerçeği Malazgirt ile resmen başlayıp İstiklâl harbiyle biten bir süreçte, düşmanlarına onları yenerek ve tartışmaları kanlarıyla bitirerek defalarca tescil ettirmişlerdir.

Dolayısıyla bu gerçeğin inkârı bir “savaş” sebebidir! Bu gerçeği inkâr edenlere de “düşman” denir. Düşmanın söylemlerini ve hedeflerini onaylayanlara da “hain” denir!

Yani? Marksist paçavrası yazarımız için “sözlerin” birer anlam ifade ettiğini, keşfedilmemiş anlamların da bir müddet sonra keşfedilip birer kelimeyle ifade edildiğini anlatmaya çalışıyoruz.
İkincisi “İnsan”, birbirinin k.çını koklayarak birbirinin ısırarak pençeleyerek boynuzlayarak değil, kuralları uygulamak suretiyle kendi topluluğunun düzenini sağlayan bir yaratıktır.


Peki “kural” nedir?


Kural, ifade edilmiş olsun olmasın, “ Neyin yapılmaması gerektiğini bize ihtar eden” sınırlayıcılardır. Bazı kurallar belli bir yükseklikten sonrasında öleceğimizi söyler, yerçekimi gibi… Bazı kurallar topluluk içinde geğirmememiz gerektiğini söyler… Bazıları da kimseyi öldürmememiz gerektiğini…


Kural, kendisine uyulmadığı takdirde ayıplamadan/kınanmadan, toplumdan tecride kadar varan çeşitli müeyyideleri de beraberinde getiren sınırlayıcıdır.


Peki ama kurala uymasak ne olur? Kaldı ki bazı kuralların henüz ifade bile edilmediğini söylüyor isek…


Öncelikle şunu bilmekte fayda vardır. İnsan için kural, keyfî bir sınırlayıcı değil, var olabilmesinin yegâne yoludur. Çünkü insanın varoluşu hayvanların bilinçsizce uydukları kurallar gibi kurallarla garanti altına alınmamıştır. İnsan her an var oluşunu sürdürmek için sınırlayıcıları göz önüne alması gereken tek canlıdır.


Buna kuralın “dışsallığı” diyebiliriz. Yani kuralın bizimle olan ilişkisine göre tanınması..

Kuralın özünde ise kavrayıcılığı yatar. Özü kavrayıcı ve genel olmayan hiçbir sınırlayıcı insanlar için saygıya değer değildir. Yani keyfî kral kanunlarını veya parlamento ürünlerini (çoğunluğa bile dayansalar) meşruiyet testinden geçirmemizin sebebi budur. Bu da kuralın “özelliğidir”.


Bu arada bu “dışsallık” terimi bilhassa iktisatta sık kullanıyor. Hoşuma da gitmiyor değil… Çünkü insanın bireyselliğini anlamamızda çok faydalı oluyor.



Özellikle uykunuz gelip de “Kahve, kahveee!” diye içinizden inilerken…
Konu nereden geldi buraya, ben de unuttum, dağıldım işte ama… Hatırladığım şey şu:
Eğer eşinizden kahve istiyorsanız “Lütfen” demelisiniz. Borçlar Hukuku, Medenî Hukuk , mahalle karakolu öyle emretmese bile... “Lütfen” kelimesinin, isteğinizin, karşısındakinin bir lütfu ile elde edilebileceğini hatırlatarak onu onore edeceğini bildiğiniz için!



Aaa! Kimsenin kaleme almadığı, üstelik de yapmadığımız halde bizi hapse de atmadığı bir kural mı keşfettik ne? O kadar ucuz değil, hemşolarım!

Siz bu kurala uymazsanız belki İngiltere’de, kraliçenin polisleri beş çayı keyfinizi bozabilir ama Türkiye’mizde henüz buna dair maalesef bir toplumsal duyarlılık yok! Gene de bu yazıyı sabredip okuyanların bilinç seviyelerini düşündüğümde, eğer siz eşinize lütfen demezseniz alacağınız karşılık muhtemelen soğuk bir bakış olacaktır! Eşlerinin kendilerine nasıl baktığıyla ilgilenmeyen ve bunun “mala davara yarayan” bir yönü olmadığını düşünenler için zaten yazı burada bitti!

O halde iki saattir anlatmaya çalıştığımız şey nedir?

İnsan hayatının, varoluşunun temeli sözdür!

Gücü gücü yetene yaşamıyorsak aramızda sadece sözler olduğundandır. Gücü gücü yetene yaşayanlar hayvanlardır! Bütün biyolojik indirgemeciliklere rağmen “insanın” bir anlam bütünlüğü olarak ele alınmasını, söze sahip olmasına borçluyuz. Bundan dolayıdır ki insan öldürmekle hayvan öldürmek birbirinden çok az farkla ayrılan şeyler gibi kabul edilmiyor! Bundan dolayıdır ki gücü gücü yetene bir yamyam toplumu değiliz!

Yani? Ne olmuş?



Hepimiz toplumda takdir ve kınama ile belirlenen durumları yaşıyoruz ve bunların hepsi de ayrı ayrı “sözlerle” ifade ediliyor. Bir insana “haksız” yere “hırsız” denmesine bunun için o kadar kızıyoruz. “hak” denen şeyin kendisi bizatihi bir “söz”, bir” kavram!

Sözün sınırlayıcılığının bir kere ortadan kalkması halinde artık birbirimizi yok etmemek için önümüzde hiçbir engelin kalmayacağını biliyoruz ve bundan dolayı birbirimize mümkün mertebe güzel sözlerle hitap ediyoruz. Birbirimizi güzel sözlerle onurlandırıyoruz.


Buna karşılık sınırı ihlal edenleri de kötü sözlerle nitelendiriyoruz: Başkalarının şerefine ve hakkına saygı duymayanların saygıya lâyık olmadıklarını sözlerle ifade ediyoruz. Bunun için katillere “katil” demek hakaret olmuyorken bir masuma katil demek iftira, hakaret vs oluyor.
Şimdi gelelim İmralı tombalağının durumuna…


İmralı’da insan öldürdüğü, öldürmeğe azmettirdiği, hukukundan faydalandığı milletin egemenliğine ihanet ettiği hem de iki defa onaylanıp mahkûm edilen bir canlı besleniyor.
Bu canlı, hedefine gitmek için hepimizin dokunulmaz saydığı kuralları çiğnemeyi meşru sayan bir suçlu! Suçu nefsin dizginlenememesinden kaynaklanan basit bir hak ihlali değil. Suçu, doğrudan doğruya değerlerimizi yok ederek çarpıtarak insanlığımıza, varoluşumuza tecavüze kalkışmak!

Hedefini gerçekleştirdiği takdirde, şerefsizliğini telaffuz edebilecek herkesi yok ederek kendini meşrulaştıracaktı. Bunu, bizim solcuların tapındığı Stalin yapmıştı mesela… Böylece bir insanlık suçlusu, insanlık dışı bir yaratık kendini bir efsane haline bile getirebilmişti. Hitler’in talihsizliği “ kaybeden katil” olmasıydı…



Hepimiz yaptıklarımızın sonucuna göre adlandırılacağımızı en baştan kabul ederiz ve bundan dolayıdır ki kınanmamak için âzâmî gayret gösteririz.


Türk Milleti, bayrağı ve devleti ile geçmişte dalga geçip bunları yok edilesi düşmanlar sayan birini “düşmanlık” ifadeleri ile anmak, insan olmanın gereğidir! Aksi takdirde bir bebek katilinin, bir tecavüzcünün , bir hainin sözleri ile toplumda adaleti kendilerine bağladığımız sözler arasında hiçbir fark kalmaz! Bu durumda bir barış sağlanırsa bu ancak gücü gücü yetene düzenindeki yamyam barışı olabilir ancak! Yani kurbanların etoburlar karşısında sessiz kaldığı bir “çatışmasızlık” ortamı! İşte terörist başını “önder” kabul eden, etnik ırkçı, ayrılıkçı köpeklerin ve onların sahiplerinin istedikleri barış ancak “kuzuların sessizliği” ile sağlanacak bir mezbaha barışıdır! Bebek katili, terörist başı, Türk Milleti’nin düşmanlığını, küçümseyişini ve kahrediciliğini en başta kabul ederek bu yola girmiştir. Bundan dolayı “ağırlaştırılmış müebbet hapis” cezası ile toplumdan en sert şekilde tecrit edilmesine hükmedilmiştir.Her ne kadar Maldivler’de bir ada sahibi gibi yaşatılıyorsa da…



Bundan dolayıdır ki bebek katilinin tabiatı neyse, ona öyle hitap etmek insan olmanın gereğidir! Hiç bir şey sözler yoluyla olmadığı bir şeye dönüştürülmez. Yani gerçek her zaman gerçektir! Kendisinden başka bir şey olamayacağı anlaşılan her şey, hiçbir sözle başka bir şey haline getirilmez! Mızrak çuvala sığmaz! Güneş de balçıkla sıvanmaz!



Terörist başı bırakın bir barışa aracılık etmeyi, insan olmak hakkını kaybetmiştir. İnsan olmanın bütün koruyucu sözel zırhlarından mahrum edilmiştir. Kanunlar değişmese bir yağlı ilmeğin hıncıyla boğulacak mundar hayatı gene sadece sözlerden ibaret olan kanunlar sayesinde kurtulmuştur. Oysa bu medeniyeti anlayamamakta ve “sözlü” insan hayatını, hayvanca güç tutkusu ile istismar etmeye devam etmektedir.



Ona edilebilecek herhangi bir hakaret yoktur! Çünkü başka insanlar için hakaret kabul edilecek her türlü sıfatı hak etmiştir!



İşte bu yüzden sevgili hemşolarım… Eşinizden, annenizden, kardeşlerinizden bir şey istediğinizde “lütfen” demek bu kadar önemlidir! Yani bir "lütfen" yüzünden öküzlerle aynı kulvara girmeye herhalde gerek yok, değil mi?

Hiç yorum yok: