Siz ey benim güzel okuyucu kitlem!
Sayıları binleri bulan, her gün ne yazacağımı merak eden, yazılarım bir saat gecikince beni e-posta yağmuruna tutan vefalı hayranlarım! Sizin alkışlarınız olmasa ben var olamazdım! Siz ki peçetelere yazı istekleri yapıp bana yolluyorsunuz , ben ancak öyle konu bulabiliyorum. Aksi takdirde evde çay içemez, soğan yiyemezdim.
N’oldu?
AB 13. İlerleme Raporu veya AB komiseri bilmemkimin Kıbrıs ile ilgili ültimatomu veya Füze kalkanı gibi bir şeyler yazmadım diye mi bu şaşkınlığınız?
Aslına bakarsanız yazının burasına kadar bile ilerlemeniz delilikte fakirlikte beraber olduğunuzun bir belirtisi.
Neden böyle dedim şimdi?
İşin açığı en büyük kızımı çocuk hastanesine götürürken kafamda patladı, dünden beri serseri mayın gibi dolaşan ilham. Tam bir okulun müdür lojmanının yanından geçerken yüzünü ortaya çıkardı. Ve Ayıptır söylemesi yememeğin yanında soğan yerken iyice billurlaştı. Başlıktaki soğanın rolü burada bitiyor, böylece.
“Normal” insanlar olarak yazının girişinin tuhaflığını sezdiğinizden eminim. Aklı başında sizler, benim binlerce okurum olmadığını, hiç kimsenin yazayım diye sabırsızlanmadığını, hele bana peçeteyle istek yazı yollamadığını biliyor olmalısınız. Dolayısıyla bu yazdıklarımın hepimizin bildiği şeylerle bir ilgisinin olmadığını da “anlıyorsunuz”.
Eğer yazının girişini ciddi şekilde savunacak olsam, bunların gerçek olduğunu iddia etsem muhtemelen bana “deli” dersiniz.
Neden?
Çünkü yazıklarım arasında hiçbir tutarlı ilişki bulamazsınız. Bahsedilen şeylerin sizin bildiğiniz ve davranışlarınızı kendilerine göre düzenlediğiniz hiçbir şeyle ilgisinin olmadığını “anlarsınız” da ondan…
O halde; diğer her şeyle kavranabilir ve tutarlı düzenlilikler meydana getiren her bir şeyin sahip olduğu bu düzenliliklerin ifade edilmesine kabaca “anlam” diyebiliriz.
Haritaların nasıl çizildiğini hep merak ederdim. ‘80lerin ikinci yarısında Kemer yolu üzerindeki kampımızı kurduğumuz koyu çevreleyen yamaçlarda betona gömülü çiviler ve onların ortasında da koca beton bir kitleye rastlamıştık. Rahmetli babam bu kitlenin bir harita kerterizi olduğunu, çevresindeki çivilerin de onun “sigortaları” olduğunu söylemişti. “Karşı tarafta da böyle bir kerteriz ve onun sigortaları vardır, muhtemelen… Bu kerteriz kaybolsa bile sigortaları yerlerinde durduğu müddetçe onlara göre tam yerini tespit etmek her zaman mümkündür” demişti.
Öyle sanıyorum ki bu örnek “anlam”ı kavrayabilmemizde çok daha açıklayıcı olmuştur. Dört veya beş çivinin yerleşimi tek bir kerterizin anlamını oluşturuyor, kerterizlerin birbirlerine göre konumlarını birleştirerek de vatanımızın “resmine” ulaşıyorduk.
İyi ama “anlam “denen şey neden bu kadar önemlidir?
Sonuçta küçüklüğümüzden beri bize “Birden fazla doğrunun olduğu”, “Asla tek bir anlamın var olamayacağı” anlatılmadı mı? Veya hümanist gazeteciler intihar bombacılarını “anlamamız” gerektiğini, onarlı anlamazsak hiçbir sorunu çözemeyeceğimizi söyleyip durmuyorlar mı?
Böylece bize kendi anlamlarımızın aslında “var olmadığını” veya “diğer her anlam” kadar ancak değerli olduğunu, bu yüzden de pratikte, günlük hayatta onlardan bir etki beklememizin yersiz olduğunu, saçma olduğunu söylemiyorlar mı?
Böylece herhangi bir davranışı kınamanın aslında ayıp olduğunu, bizim hiçbir davranışı kınamaya hakkımızın olmadığını söyleyip durmuyorlar mı? “Evet onlarca kişiyi öldürdü, ama bir bak, bakalım onun gerekçesi neymiş?” denmiyor mu hepimize?
O halde şu soruyu sormamız gerekiyor: “Doğruyu bilemeyeceğimize göre haklıyı nasıl tespit edeceğiz? Eğer haklıyı tespit etmemiz imkânsızsa “adaleti” nasıl sağlayacağız? Eğer adaleti sağlamamız imkânsızsa insanları nasıl bir arada yaşatacağız? Eğer insanların bir arada yaşaması aslında saçmaysa nende bugüne kadar hep bir araya gelmişlerdir? Eğer bir araya gelmek istemezlerse buna rağmen onları bir arada tutarak insanca bir yaşam sağlayabilir miyiz? İnsanlık da sadece özel bir maymun davranışından ibaretse birbirimizi öldürmemizin önündeki engelleri neden kaldırmıyoruz?”
“Soruyu” dedim ama soruları sıraladım… Çünkü bunların hepsinin, etrafında döndüğü kavram, “anlamdır”.
Anlam olmasa şeyler birbirlerinden bağımsız şekilde savrulur ve asla isim taşımazlardı! (Bir şeylere isim veren tek canlının insan olması bana öyle pek de bataklık canavarlarından neşet etmiş maymunların kravat takmasıyla açıklanacak bir şey gibi görünmüyor doğrusu… Anlam, evrim histerisinin beton duvarıdır…)
İsimler yalnızca insanlar için vardır.
İnsanın hayvan olmamasının sebebi nedir? İnsan yalnızca muzu daldan indirmekle ilgili mekanik ilişkileri kurmaz. Göremediği şeylerle ilgili de kafasında düzenlilik varsayımları oluşturur.
Sosyal bilimlerle , uygulamalı bilimlerin kör dövüşü bu noktada başlar.
Sosyal bilimler davranışlarımızı yöneten “görünmeyen” değerlerin ve normların oluşumundaki toplumsal mutabakatı ve bu mutabakatın sağladığı düzenlilikleri inceler.
Uygulamalı bilimler ise görebildiğimi ve göremediğimiz “maddî” evrenle ilgili tutarlı düzenlilikler tasarlamaya çalışır ki bu şekilde çevremizle maddî ilişkilerimizi her zaman ve her yerde aynı şekilde yürütebilmemizi sağlamaya çalışır.
Yani her ikisi de hayatımızı “anlamlandırmaya” çalışır!
Einstein’ın görecelik kuramı, düzenliliğin olmadığını anlatmıyordu, kavrayış sınırlarımızın yakınlarında düzenliliğin değiştiğini gösteriyordu. Oysa bu gün zamanın ve ışığın kütle çekimiyle sapmasının doğrusallığın reddi ve dolayısıyla anlamın reddi olduğunu söyleyen sayısız sıradan beyinle bir tımarhaneye tıkılmış gibiyiz.
Uzay sınırına kadar olan bütün hesaplamalarda hatta uzay araçlarının hareket esaslarında gene Newton mekaniğini kullanıyoruz oysa. Yerçekiminin olmamasının eylemsizliği yok etmediğini, dolayısıyla yerçekimsiz bir ortamda aynı hıza sahip iki cisimden daha büyük kütleli olanın enerjisinin daha fala olacağını Newton sayesinde biliyoruz. Bugün sinemaları dolduran binlerce insanın cebinden bilet paralarını alan “Derin Darbe” ve “Armageddon” filmlerinin çarpıcılığı, yıkıldığı söylenen Newton fiziğine göre yapılan felaket hesaplamalarına dayanıyor. . Öyleyse Einstein’ın yaptığı şey Newton’la kazandığımız anlam dağarcığını bir üst basamağa taşımaktı, onu genişletmekti.
N’oldu?
AB 13. İlerleme Raporu veya AB komiseri bilmemkimin Kıbrıs ile ilgili ültimatomu veya Füze kalkanı gibi bir şeyler yazmadım diye mi bu şaşkınlığınız?
Aslına bakarsanız yazının burasına kadar bile ilerlemeniz delilikte fakirlikte beraber olduğunuzun bir belirtisi.
Neden böyle dedim şimdi?
İşin açığı en büyük kızımı çocuk hastanesine götürürken kafamda patladı, dünden beri serseri mayın gibi dolaşan ilham. Tam bir okulun müdür lojmanının yanından geçerken yüzünü ortaya çıkardı. Ve Ayıptır söylemesi yememeğin yanında soğan yerken iyice billurlaştı. Başlıktaki soğanın rolü burada bitiyor, böylece.
“Normal” insanlar olarak yazının girişinin tuhaflığını sezdiğinizden eminim. Aklı başında sizler, benim binlerce okurum olmadığını, hiç kimsenin yazayım diye sabırsızlanmadığını, hele bana peçeteyle istek yazı yollamadığını biliyor olmalısınız. Dolayısıyla bu yazdıklarımın hepimizin bildiği şeylerle bir ilgisinin olmadığını da “anlıyorsunuz”.
Eğer yazının girişini ciddi şekilde savunacak olsam, bunların gerçek olduğunu iddia etsem muhtemelen bana “deli” dersiniz.
Neden?
Çünkü yazıklarım arasında hiçbir tutarlı ilişki bulamazsınız. Bahsedilen şeylerin sizin bildiğiniz ve davranışlarınızı kendilerine göre düzenlediğiniz hiçbir şeyle ilgisinin olmadığını “anlarsınız” da ondan…
O halde; diğer her şeyle kavranabilir ve tutarlı düzenlilikler meydana getiren her bir şeyin sahip olduğu bu düzenliliklerin ifade edilmesine kabaca “anlam” diyebiliriz.
Haritaların nasıl çizildiğini hep merak ederdim. ‘80lerin ikinci yarısında Kemer yolu üzerindeki kampımızı kurduğumuz koyu çevreleyen yamaçlarda betona gömülü çiviler ve onların ortasında da koca beton bir kitleye rastlamıştık. Rahmetli babam bu kitlenin bir harita kerterizi olduğunu, çevresindeki çivilerin de onun “sigortaları” olduğunu söylemişti. “Karşı tarafta da böyle bir kerteriz ve onun sigortaları vardır, muhtemelen… Bu kerteriz kaybolsa bile sigortaları yerlerinde durduğu müddetçe onlara göre tam yerini tespit etmek her zaman mümkündür” demişti.
Öyle sanıyorum ki bu örnek “anlam”ı kavrayabilmemizde çok daha açıklayıcı olmuştur. Dört veya beş çivinin yerleşimi tek bir kerterizin anlamını oluşturuyor, kerterizlerin birbirlerine göre konumlarını birleştirerek de vatanımızın “resmine” ulaşıyorduk.
İyi ama “anlam “denen şey neden bu kadar önemlidir?
Sonuçta küçüklüğümüzden beri bize “Birden fazla doğrunun olduğu”, “Asla tek bir anlamın var olamayacağı” anlatılmadı mı? Veya hümanist gazeteciler intihar bombacılarını “anlamamız” gerektiğini, onarlı anlamazsak hiçbir sorunu çözemeyeceğimizi söyleyip durmuyorlar mı?
Böylece bize kendi anlamlarımızın aslında “var olmadığını” veya “diğer her anlam” kadar ancak değerli olduğunu, bu yüzden de pratikte, günlük hayatta onlardan bir etki beklememizin yersiz olduğunu, saçma olduğunu söylemiyorlar mı?
Böylece herhangi bir davranışı kınamanın aslında ayıp olduğunu, bizim hiçbir davranışı kınamaya hakkımızın olmadığını söyleyip durmuyorlar mı? “Evet onlarca kişiyi öldürdü, ama bir bak, bakalım onun gerekçesi neymiş?” denmiyor mu hepimize?
O halde şu soruyu sormamız gerekiyor: “Doğruyu bilemeyeceğimize göre haklıyı nasıl tespit edeceğiz? Eğer haklıyı tespit etmemiz imkânsızsa “adaleti” nasıl sağlayacağız? Eğer adaleti sağlamamız imkânsızsa insanları nasıl bir arada yaşatacağız? Eğer insanların bir arada yaşaması aslında saçmaysa nende bugüne kadar hep bir araya gelmişlerdir? Eğer bir araya gelmek istemezlerse buna rağmen onları bir arada tutarak insanca bir yaşam sağlayabilir miyiz? İnsanlık da sadece özel bir maymun davranışından ibaretse birbirimizi öldürmemizin önündeki engelleri neden kaldırmıyoruz?”
“Soruyu” dedim ama soruları sıraladım… Çünkü bunların hepsinin, etrafında döndüğü kavram, “anlamdır”.
Anlam olmasa şeyler birbirlerinden bağımsız şekilde savrulur ve asla isim taşımazlardı! (Bir şeylere isim veren tek canlının insan olması bana öyle pek de bataklık canavarlarından neşet etmiş maymunların kravat takmasıyla açıklanacak bir şey gibi görünmüyor doğrusu… Anlam, evrim histerisinin beton duvarıdır…)
İsimler yalnızca insanlar için vardır.
İnsanın hayvan olmamasının sebebi nedir? İnsan yalnızca muzu daldan indirmekle ilgili mekanik ilişkileri kurmaz. Göremediği şeylerle ilgili de kafasında düzenlilik varsayımları oluşturur.
Sosyal bilimlerle , uygulamalı bilimlerin kör dövüşü bu noktada başlar.
Sosyal bilimler davranışlarımızı yöneten “görünmeyen” değerlerin ve normların oluşumundaki toplumsal mutabakatı ve bu mutabakatın sağladığı düzenlilikleri inceler.
Uygulamalı bilimler ise görebildiğimi ve göremediğimiz “maddî” evrenle ilgili tutarlı düzenlilikler tasarlamaya çalışır ki bu şekilde çevremizle maddî ilişkilerimizi her zaman ve her yerde aynı şekilde yürütebilmemizi sağlamaya çalışır.
Yani her ikisi de hayatımızı “anlamlandırmaya” çalışır!
Einstein’ın görecelik kuramı, düzenliliğin olmadığını anlatmıyordu, kavrayış sınırlarımızın yakınlarında düzenliliğin değiştiğini gösteriyordu. Oysa bu gün zamanın ve ışığın kütle çekimiyle sapmasının doğrusallığın reddi ve dolayısıyla anlamın reddi olduğunu söyleyen sayısız sıradan beyinle bir tımarhaneye tıkılmış gibiyiz.
Uzay sınırına kadar olan bütün hesaplamalarda hatta uzay araçlarının hareket esaslarında gene Newton mekaniğini kullanıyoruz oysa. Yerçekiminin olmamasının eylemsizliği yok etmediğini, dolayısıyla yerçekimsiz bir ortamda aynı hıza sahip iki cisimden daha büyük kütleli olanın enerjisinin daha fala olacağını Newton sayesinde biliyoruz. Bugün sinemaları dolduran binlerce insanın cebinden bilet paralarını alan “Derin Darbe” ve “Armageddon” filmlerinin çarpıcılığı, yıkıldığı söylenen Newton fiziğine göre yapılan felaket hesaplamalarına dayanıyor. . Öyleyse Einstein’ın yaptığı şey Newton’la kazandığımız anlam dağarcığını bir üst basamağa taşımaktı, onu genişletmekti.
(Devam edecek...)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder