30 Kasım 2010 Salı

Din, Mutluluk ve Çikolata II


Hazzın bütün kültürlerde hemen hemen aynı kaynaklara sahip olduğunu görsek de mutluluk “denen daha büyük kavramın kültürler arasında değiştiğini de görürüz. Bu, öğrenilen bir şeydir.

İnsanlar belki yemek’ten ve üremekten doğal ve ayrımsız olarak zevk alırlar fakat mutluluk algısını yönlendiren şey büyük ölçüde terbiye(eğitim)dir.

Zaten en başta aktardığımız din tanımına bakacak olursak meselenin, inanın bu hayatta ve öbür hayatta mutluluğunu sağlamak olduğunu görebiliriz.

O halde mesele “mutluluğu bulmak” konusunun kültürlerde kendisine ne oranda yer bulduğuna geliyor… Müslüman toplumlar için kişinin “kendi mutluluğundan” bahsetmek neredeyse günahtır. Çünkü Müslüman’ın bir işi kendi başına düşünmesine çok ciddi bir muhalefet vardır. “Ulemaya soralım!” veya “Bu konuda bırakalım Diyanet karar versin!” gibi cümlelerin özeti budur. Mesele şudur ki İslâm tarihinde iktidarlar dini, vicdanî bir sınırlayıcı olarak değil, işlerinin meşrulaştırıcısı olarak kullanmışlardır ve kullanmaktadır. Bu açıdan dinin insanla ilişkisi daha ziyade bir tür “kamu hukuku” gibi düşünülmüştür. Burada “kamu hukuku” terimini Hayek’in kullandığı “Hükûmet işlerini sınırlandıran kurallar bütünü” olarak kullanmıyoruz. Burada “kamu hukuku” terimini, “Müslüman’ın diğerlerine göre işleri” anlamında kullanıyoruz.

Kolektivist dindarlık bu yolla dini, “topluca yaşanan” bir tür cemaat dini haline getirmiştir. Dolayısıyla “mutluğu” da onun hazla eşleştiren otomatizm alışkanlığıyla, “topluca öğrenilen bir şartlı refleks” haline getirmiştir. Ama burada bir çelişkiye düşmüyor muyuz? Madem “mutluluk” büyük oranda öğrenilen kültürel bir değerdir siyasal İslamcıların onu bize öğretmesinde ne gibi bir mahzur bulunabilir ki?

Burada gözden kaçan nokta şudur: Mutluluğun hazla özdeşleştirilmesi! Kolektivist dindarlık bizim haz algılarımız üzerinde bir şekil egemenliği kurarak neden, nasıl haz almamız gerektiğini dikte etmeye çalışır. “şarap üzümden yapılmıyor mu? Üzüm yiyin!” gibi çıkarımlar bu gayretin örnekleridir. Bir yetkilinin, hazların meşruiyeti konusunda konuşması, haz alanımızın, artık inancımızın sınırladığı vicdanımızla değil, doğrudan iktidar müdahalesiyle belirlendiği anlamına gelir.

Din bir kere kolektif bir belirleyici haline getirildi mi artık onun kişinin mutluluk arayışıyla ilişkisi kalmaz. Çünkü iktidar bize meselâ şaraptan alınacak hazzı kendine göre meşru kolektivist dindarlığıyla yasaklayabildiğinde kendisi din haline gelmektedir.

İşte bu noktada mutluluğun “ bağışlanan bir şey olması” haline geliyoruz. İktidar veya otorite bir kere sizin sınırlarınızı sizin yerinize belirlemeye başladı mı artık sadece âdil davranışı sağlamakla yetinmez, sizin âdil davranışlarınız arasında da kendine göre tercihlerle bazılarını yasaklamaya, dışlamaya çalışır. İşte bu noktada da “Siz boşuna mutluluğu aramayın, din ben olduğuma göre mutluluğu da ben size göstereceğim!” demeye başlar İşin kötüsü şudur ki artık kendi zorlayıcılığı için mutluluk vaadini bile bir kenara bırakıp sadece güçlü olduğu için kendisine itaat edilmesi gerektiğini söyler ve mutluluk da sözlüklerimizden siliniverir. Dinle iktidarın tehlikeli ilişkisi bu noktada bütün otoriter veya totaliter yönetimlerin özlerinin birbirine yaklaştığı bir noktaya bizi götürür.

Peki bu durumda kolektivist dindarlığın siyasal gücü ne yapar? Mutluluğun artık bu dünya ile bir ilgisinin olmadığı, onun ancak öbür dünyada bulunabilecek bir şey olduğunu söyleyerek mutluluk arayışının ümitsizliğini bize öğretmeye kalkar. O öne bu dünyada ve öbür dünyada mutluluğun anahtarı olan dinle kendisini özdeşleştirir, daha sonra da aniden dinin içerdiği ve kendisinin kaldıramayacağı adalet ve kavrayıcılık alanından çekilip kendisini din adına “âmir” konumuna getirir. Artık dinin emrettikleri demek otoritenin veya iktidarın emrettikleri demek haline gelir. Buna mukabil, iktidar bu dünyada mutluluk vaadini yerine elbette getiremeyecektir. İnsanlara başlarını örtmelerini Tanrı kompleksiyle emreder ama baş örtmenin mutlulukla bir ilgisinin olup olmadığına dair hiçbir şey söylemez. Çünkü bu eylemin “mutluğu” öbür dünyada verilecektir.

İşte insanların dinden soğumalarının en büyük sebebi dinin, onların hayatında artık sadece emredici bir takım yobazlarla tezahür etmesindendir. Din algısı tam da siyasal dincilerin istediği şekilde iktidarın ( bunu felsefî anlamda söylediğimi anlayacak umarım birkaç kişi çıkar) Allah adına emredilmesi şeklinde oturmuştur. Bu iktidar, İran tipi rejimlerde “ulemanın” elindeyken bizimki gibi geri ülkelerde parmak hesabıyla kazanılan yönetimlerin elinde addedilmektedir. Zaten mevcut hükûmetin bilinç kodlarına işaret eden “Demokrasi bir tramvaydır...” benzeri bir cümle, bize din- iktidar ilişkisini gayet çarpıcı şekilde özetlemekteydi.
(Devam edecek)

Hiç yorum yok: