14 Haziran 2025 Cumartesi

Ruha Yazmak

Stephen King, “ Düşüncelere boğulduğunda yaz, ilhama aç olduğunda oku “ diyor.

Yazmak bir yandan insana iyi geliyor, diğer yandan içerden çöpten bir işe yarama duygusu uyandırıyor. Neden “çerden çöpten” ?


Çünkü bunun diğer insanlar nazarında bir kıymeti yoktur. 

Dün stoacılığı anlatan bir kitabı bitirdim. 


Özü: "Her ne varsa özündedir.”


Haklı mı? Haklı. Peki neden?


Çünkü "başkası”, varlığımızı çevreleyen, kuşatan, sınırlayan bir duvar. 


Sanırım insanın gerçek hapishanesi, “ başkası “.


Çünkü insan kendi varlığını idrak etmek yerine sürekli başkasına baktığında, onu “gerçekleştiriyor.”  Başkasının gerçekliği zamanla öyle büyütülüyor ki artık hayatın içinde kendimize bir yer kalmıyor. 


Peki aslında yazmak ne işe yarıyor ?


Yazmak, "başkasının hapishanesinde” değerini yitirmiş olan benliğimize, kendi varlığım hatırlatıyor. Çünkü yazmak yalnızca benliğimizin tartışılmaz bir izi olarak geride kalıyor. 

Varlığını, etkisiyle ve hele de estetik bir etkiyle fark eden benliğimiz, kendisini sınırlayan şeyin sadece kaçınılmaz öz biçiminden geldiğini gördüğünde,"başkası” önemini yitiriyor. Özün sınırlılığı kaçınılmaz olduğu için ve özün kendinden olduğu için rahatlıkla kabullenilebiliyor. 


Oysa “ başkası “ varlığını, değerini bizden alan ama bunun için bize asla minnet duymadan sürekli kendisi için var olan ve büyüyen bir varlık olarak bizi hergün daha fazla sıkıştırıyor. 


İnsan yazarak kendi başına var olabildiğini görür. işte bu sayede "başkasının” hapishanesinden kurtulur ; bu sayede de yaptığının "çerçöp” olmadığını fark eder.


Yazmak işte bu yüzden bu kadar önemlidir. 


11 Haziran 2025 Çarşamba

Tanrı Bilinmezliğine Sınırlarımızdan Bakmak

Tanrı hakkında düşünmek mümkün müdür ? 
Eğer Tanrı sonsuz ise sonlu-sınırlı bir varlığın onu idrak edebilmesi mümkün müdür?

Sınırsız bir varlık şüphesiz sınırlı bir varlığın kendisini "bir ölçüde “algılamasına izin verebilir. Yine de bu, ancak sınırlı varlığın sınırlarının izin verdiği kadarıyla mümkün olabilecektir. Sınırlı bir varlık sınırsız bir varlığı kesinlikle idrak edemeyecektir. Sınırlı bir varlık için sınırsızlığı idrak imkânsızdır. Sınırlı bir varlık için sınırsızlık ancak sınırların uzanabileceği en uzak "mesafedir”.

Peki bu neye yol acar? Bu, sınırlı varlığın sınırsız varlığı "ancak kendisine benzetebildiği” kadarıyla idrak edebilmesine yol açacaktır. Çünkü insan, görmediğinin rüyasını göremez. 

Peki ama eğer sınırsız varlık, sınırlı varlığın algı ve idrak sınırlarının kesinlikle sonsuz kere ötesinde ise sınırlı varlık onun hakkında nasıl konuşabilecektir? 

Varlığı hakkında kesinlikle cahil olduğumuz sınırsız bir varlığın “eylemleri” hakkında nasıl konuşabiliriz? Onun sınırsız bir kudreti olduğunu söylemek yeterli midir? Sınırsız bir varlığın eylemlerinden bahsetmek özü itibariyle safsatadır. Çünkü sınırlı bir varlığın ancak sebep-sonuç ilişkileri ile çalışan idrakinin " her şeyin” bilgisine sahip ve her şeyi yapabilecek bir varlığın neyi niçin yaptığını ne bilmesi ne de düşünebilmesi mümkündür.

O halde:
1- Sınırsız bir varlığın sınırsız bilgisine erişilemez. Aksini düşünmek Onun sınırlarını kabul etmek demektir.
2- Sınırsız bir varlığın "eylemleri” güç açısından bütün sebep-sonuç ilişkilerinden kesinlikle aridir. Sınırlı bir varlık onun neyi niçin ve nasıl yaptığını asla bilemez ve idrak edemez. Dolayısıyla sınırsız bir varlığın "iyiliğinden” ya da kötülüğünden bahsetmek imkânsızdır. 


Dolayısıyla sınırsız bir varlık için söylenebilecek en iddialı söz ancak “ ona inanıyorum” olabilir. Bu durum, inancın bir bilgi konusu olamayacağını gösterir. Dolayısıyla sınırsız bir varlığı bilgiye dayalı olarak kanıtlamak tutarsızdır

5 Haziran 2025 Perşembe

Medeniyet Hakkında Bir İki Savruk Fikir

  


“Medeniyet nedir?” diye düşünüp duruyordum.

 

Sanırım medeniyeti tek kelimeyle tarif edebilecek olsak o kelime “idrak” olurdu.

Şimdilerde buna “farkındalık” da deniyor.

 

Peki ama ne menem bir şey bu idrak?

 

Bu, sebep sonuç ilişkilerinin sürekli farkında olmak demek.  İdrak, en azından şu anda benim anlayabildiğim kadarıyla sebep sonuç ilişkilerinin farkında olmak demek.

 

Peki bu ne demek? Bu, attığımız her adımın yol üstünde bildiğimiz ya da bilmediğimiz bir iz bıraktığının farkında olmak demek.

 

Çok sıkıcı oldu, değil mi ya? Şimdi yapay zekâ ile seslendirilmiş bir sağlık veya felsefe videosu seyretmek dururken kim ne yapsın benim kartondan felsefemi, değil mi?

 

Elbette… Ama… Ya biri burada yazılan tek bir cümleden ilham alırsa… Ya buradaki tek bir cümle tek bir kişinin bir şeyleri fark edebilmesini, kavrayabilmesini sağlarsa? “Güzel olmaz mı?” (Son soru cümlesi canım büyük yeğenimden, doğrudan çalıntıdır).

 

Peki peki anladık… ( Na’ bu da MFÖ’den çalıntı) Muhteşem felsefe yapıyorum da… Sadede gelmeyelim mi gari?

 

Gelelim…

 

Medeniyeti sağlayan, ona annelik eden bu idrak nasıl sağlanır? Bunun tek bir yolu var: Eğitim.

 

Haydaaaa! E bunu bilmeyecek ne var, değil mi? Çocuklara neyin doğru neyin yanlış olduğunu, “bir şekilde” öğretirsek onları eğitmiş ya da terbiye etmiş  olmaz mıyız?

 

İşte zaten sorun burada başlıyor.

Bir çocuğu iki şekilde eğitebiliriz.

 

Ya onu ödül-ceza ikilemiyle şartlandırarak ona belli alışkanlıklar kazandırırız…

 

Ya da yaptıklarının sonuçları konusunda onlara sorumluluk duygusu aşılarız.

 

Birinci eğitim yöntemi, hayvanlara uygulanır. Kısa zamanda sonuç almamızı sağlayan bir yöntemdir ama özellikle menfaat, zevk gibi güdülerle rahatlıkla bozulabilecek bir alışkanlıklar binası inşaa eder.

 

İkinci yöntem ise çocuğa yani eğitilecek bireye varoluşun sorumluluğunu aşılar ki bu ömür boyu bitmeyecek bir vicdan gözetimi sağlar.

 

Birinci yönteme göre herhangi bir çocuğu, kendisini bir bombayla patlatmanın ahlaki olduğuna, çünkü bu şekilde “sonsuz zevk” bahçesine layık görüleceğini söyleyerek ikna edebilirsiniz.

 

İkinci yönteme göreyse sabırlı ve uzun bir çalışma ile ortaya muhteşem şeyler çıkarabileceğine onu ikna edersiniz. Ayrıca ikinci yöntemle çocuğu, başkalarının takdirinden öte, kendi gelişimini görmekten zevk almaya teşvik edersiniz.

 

“Cennet hurileri -cehennem zebanileri” yönteminin bizi götürdüğü yer en nihayetinde büyük ihtimalle intihar bombacılığı olurken varoluş sorumluluğu yönteminin son durağı büyük ihtimalle kanser araştırmalarında yararlı bir aşamadır.

 

“Batının tekniğini alıp ahlakını almamak” meşhur bir muhafazakâr ezberdir ama sadece şu iki eğitim yönteminin arasındaki farka baktığımızda bile bu sloganın ne kadar saçma olduğu anlaşılır. Batı, uzay teknolojisini sınırsız bir zevk düşkünlüğü ile yaratmadı. Daha kötüsü, biz “cennet-cehennem şartlanmasıyla” hiçbir şey yaratamadık.

 

“Cennet- cehennem şartlandırması”, hatasız otomatlar yaratmak ister. “Varoluş sorumluluğu” anlayışı ise “zararsızlık iradesini” benimser.  Aradaki fark koskoca bir “medeniyettir”. “Medeniyet”, doğunun ve batının inşa etme biçimleri değildir. “Medeniyet”, insanın varoluşunu sürdürmesini sağlayan gelişmişlik düzeyidir. Eğer doğunun “medeniyetinin” gelebildiği son nokta, heykel kırıp kafa kesen bağnaz militanlarsa, birbirine denk ve kıyaslanabilir medeniyetlerden bahsetmiyoruz demektir.

 

 

 

28 Mayıs 2025 Çarşamba

Korku Hasadında Biz


Bir korku ülkesinin buğdaylarıyız biz.

Biçilmekten korkmamız gerekmeli sadece.

Oysa öyle değil….

Çünkü küflü, mantarlı içimiz.

Paslanmışız, çürümüşüz.

Ondan ötürü zehirle dolu içimiz, bunu en namussuzca biliriz. İnsanın kötü olduğunu bilmesi kadar kötü bir şey yok. Kötülüğü sindiriyoruz…

Sindirmek ne demek? İçine aldığın şeyi içinden bir parça yapmak demek.

Biz kötülük sindiriyoruz. Çünkü kötülükle besleniyoruz.

Hayır… Kötülükten bahsedip de ümitsizlik etmemek lâzım, ben de biliyorum da… Göz göre göre yalan söylendiğinde… Çocukluğumuzun en masum anılarına küfredildiğini işittiğimizde…  Her şeyin tepe taklak edildiğini gördüğümüzde…

Akla seslenmek mümkün mü bu memlekette?

Akıl böylesine hınçla böylesine nefretle böylesine inatla reddedilirken…

Herhangi birini ikna etmek mümkün mü?

Sabrınızın lâğıma akıtılıp durduğunu gördüğünüzde, ne hissedersiniz?

Ne desek öfke doğruyor ne söylemesek saldırganlık…

Varoluşumuz bir kabahat artık memleketimizde, konuşmak neredeyse suç…

Hepiniz her gün aynı şeyleri duyuyorsunuz, biliyorum.

Hepimiz aynı şeyleri “susuyoruz”, onu da biliyorum.  O zaman niçin yazıyorum?

İşte onu bilmiyorum.

 

11 Mayıs 2025 Pazar

“Dawkins Şeriatı” Neye Benzerdi?

  


Deizm, sulandırılmış bir teizm mi?

“Tanrı Yanılgısı’nda”, Dawkins’e bakarsanız öyle.

Çünkü Dawkins için “Tanrı” bütün kötülüklerin “anahtar kelimesi”. Ö
yle ki Tanrı’yı benimseyen herkesi “büyük teist zorbalık komplosunun” bir ortağı gibi görüyor.

Tabii bu arada Dawkins hiçbir deiste gerçekte ne düşündüğünü falan sormaya gerek duymuyor.

O kadar kibirli ki Tanrı’nın “akıl ve bilgi alanı” dışında olması ona inananları küçümsemeyi gayet normal ve dahası   gerekli görüyor.

Tamam da deizm teizme kapı aralıyor mu?

Aslında Dawkins Tanrı inancıyla dini sürekli birbirine karıştırarak kitapta dine karşı çıkarken Tanrı’yı inkâr ediyor. Bahsettiği kötü örneklerin tamamı din yaşantılarına ait.

Peki meselâ herhangi bir deist, teistlerin ya da dindarların kötü eylemlerini meşrulaştırıyor mu? Elbette hayır.

Kaldı ki teist ile dindar arasında bir fark var mı yok mu diye bile düşünmeye gerek duymuyor Dawkins. Çünkü Teist, “Tanrı tanır” demek.

Sorun şu: Dinler olmaksızın Tanrı fikrine ulaşılamaz mı?

Dinler kendi açılarından bu soruyu “Hayır!” diye cevaplayıp inanç alanını doğrudan sahipleniyor ya da işgal ediyor. Böylece “dinsiz bir inanç” imkânsızmış gibi görünüyor.

Yani? Dinlerin söylediğinden başka bir şeye inanmak imkânsız oluyor.

İki soru aklımıza geliyor:

Eğer bir Tanrı varsa biz onu anlayabilir miydik?

Eğer bir Tanrı varsa neden dinlerin söylediği şeyleri söylemiş olsun?

Herhangi bir deistin bu sorulara herhangi bir teist gibi cevap vermesi mümkün değil.

Çünkü Tanrı’nın “sınırsızlığı” onun bilinemezliğini, kendi sınırlılığımızla zıt varoluşunu sezmemiz için yeterlidir.

Ve dinlerin bize söylediği şeyleri söyleyen bir “bilincin”, “insani” özellikleri Tanrısallıkla bağdaşmaz.

Peki öyleyse Dawkins’in deizme saldırısının sebebi nedir?

Ateizmin hayatımızı daha akılcı yaşamamızı sağlayabileceği düşünülebilir. Diğer yandan görünen o ki Dawkins de kınadığı teistler kadar kibirli ve hırçın.

Acaba bir ateist diktatörlükte “aşkın bir gücün hayatımıza bir anlam kattığına” dair bir inanç geliştirmek istesek, Dawkins bizi kurşuna dizer miydi?

Hayatlarını herhangi bir şeriatla yaşamak istemeyen, toplumsal düzenin akılla oluşturulması gerektiğini bilen, bunu yürekten destekleyen, laik ve düzeltilebilir bir hukuk sistemi için çalışan herhangi bir insanın, hayatının bir anlamı olduğuna ve bu anlamın son durağının Tanrı olduğuna inanmasının, kime ne zararı olurdu? Dinleri, eylemlerin sonuçlarına göre kıyasıya yargılayan Dawkins ateizmin resmi rejim olduğu SSCB’de, ateizmin neye yaradığını hiç sorgulamıyor mesela…

Dawkins daha kitabın başında “Tanrı ile barışık insanlara” o kadar hırçınca saldırıyor ki hayatında bir umut ve merhamet için Tanrı’nın düşüncesine sığınan herkesi, birer “intihar bombacısı” yerine koyuyor sanki… Dawkins’in bu hırçınlığı onu, bütün nüktedanlığına ve akılcılığına rağmen kibirli  ve saldırgan bir “değer yoksunu” gibi gösteriyor.

Kaldı ki çarpıcı bir biçimde dinden kaynaklanan şiddeti eleştirdiği ilk sayfalarında, “Ahlâk  nedir, nereden kaynaklanır? Bir ateistin daha merhametli ya da daha anlayışlı olacağının garantisi nedir?” gibi soruların hiç birinin herhangi bir cevabı yok. Ateizmde “değerler”, “değer yargıları” nasıl oluşturulur, bu konuda ilk elli beş sayfada hiçbir bilgi yok.

Dinlerin akıl yoluyla yanlışlanması mümkün olabilir ama “Tanrı” kavramı ile din aynı şey midir? Dawkins dinin kurumsal yapısının tutarsızlıklarını, insanın, içinde merhamet ve ümit kaynağı olabilen Tanrı düşüncesiyle bir tutarak “inancın” kendisini en kibirli biçimde aşağılayabiliyor. Bu hırçınlık ve kibir, şeriat rejimlerinde her şeyi bilen ruhban egemenlerin tavrından pek de farklı görünmüyor.

Dinleri ve Tanrı inancını bir kefeye koyup bunları alaya almak  herkese çok eğlenceli gelebilir. Ancak insanların “anlam arayışlarının” saçma olduğunu söylemek da bir o kadar “saçmadır.” İnsanlar hayatlarını deney sonuçlarına göre düzenleyen robotlar değildir. İnsanlar değer yoksunu, ayaklı hesap makinesi “Vulcanlı Spcoklar” da değildir.

Oysa Dawkins ateizm dışındaki her şeyi kınadığı teizmle bir kefeye koyup aşağılarken merhamet, ümit, değer, değer yargıları gibi kavramları nasıl yeniden kurabileceğimizi anlatmaya tenezzül bile etmiyor.

İşte bu noktada kibirli, hırçın ve saldırgan davranıyor.

Kısacası sanırım Dawkinsin “ateist şeriat rejiminde” de “Tanrı” diyenin kellesinin uçurulmasına herhalde şaşırmazdık…

 

 

 

 

 

9 Mayıs 2025 Cuma

Herkes Yazsa Ne Güzel olur

 

Yazınca insan iki şey kazanıyor.

Ne saçma sapan bir cümle oldu yahu!

Yazı sanki insanı iki yolla iyileştiriyor.

Birincisi, düşüncelerinin irinleşmesini engelliyor, insanın onları drene edebilmesini boşaltabilmesini sağlıyor.

Çünkü özellikle izlenimlerle beslenen fikirler, dışarı vurulmazlarsa insanın içinde zehirli kistler haline birikiyorlar.

Onları ifade ettiğimizde onlar üzerindeki hâkimiyetimizin farkına varıyoruz. Böylece onların esiri olmadığımızı, onları değiştirebileceğimizi görüyoruz. Fikirlerin kafamızda kendiliğinden ve kontrolsüz bitivermediklerini, onları kendimizin oluşturduğunu anlıyoruz.

Yazanın ikinci yararı ise bir şey inşaa edebildiğimizi görerek mutlu oluyoruz.

Çünkü düzgün bir cümle kurmak düzgün bir çizgi çizmek gibidir.

İnsan ölmemek ister.

Yazı geride kalan izimizle bizi ölümsüz kılar.

Aslında ölümsüzlükten murat, bir eser, bir iz bırakabilmektir. Dünyada bir etkimizin olduğunu görebilmektir.

Çünkü insan ancak anlamla yaşar.

Anlam oluşturmaksa etki etmenin, eser yaratmanın ilk adımıdır.

Hayır hayır…

Her zaman meşhur yazarlar olmayacağız elbette…

Her zaman, herkesçe de beğenilmeyeceğiz.

Ama düşüncelerimizi düzgünce söze dökebilmenin öz tatminini, öz hoşnutluğunu yaşayacağız.

Çünkü insanın en serinkanlı ve tarafsız hakemi aslında kendisidir.

Ve “iyi ki yaptım” diyeceğimizi bir eser bırakana kadar devamlı uğraşacağız.

Elbette bunu entelektüeller yapacak.

En azından beni bu gece, bugün geride bir şey bırakabilmenin huzuruyla uyuyacağım.

Benim size acizane önerim. Her birinizin birer blog açarak o blogda düzenli olarak yazmanızdır.

Ne güzel…

“Bütün kabile kızar bana..” diyordu ya MFÖ…

Oysa kabilenin mitlerini sanatçılar yaratıyordu.

Ne güzel…

 

7 Mayıs 2025 Çarşamba

Sahi Kim Kimin Memleketinde Yaşıyor?

 

Yabancı bir ülkede yaşamak insana neden güç gelir?

Çünkü dilini bilmezsiniz, adetlerini bilmezsiniz. Size nasıl bakılacağından asla emin olamazsınız.

Çünkü her an tökezleyebileceğinizi düşünüp endişelenirsiniz.

Çünkü size kimsenin sahip çıkmayacağını düşünürsünüz.

“Yabancılık” bu değil midir?

Köksüz, sahipsiz, eşsiz, dostsuz ve kimsesiz kaldığınızı hissedince yabancı hissedersiniz.

Şimdi düşünüyorum, hiç kimseye derdimi anlatamadığım, hiç kimsenin kabilesine girmedikçe var olamadığım…

Hep bir başkasının öfkesine hedef olmaktan kaygılandığım…

Bu memleket benim mi?

Ben onu sevsem bile acaba o beni sever mi?

“Ben gurbette değilim, gurbet benim içimde” demiş ya şair hani….

Ne batısı umursuyor doğuyu ne doğusu seviyor batıyı…

Bu memlekette sahipsiz ve yalnız bir Türküm, o kadar…

Çünkü bu memlekette artık en büyük kabahat Türk olmak.

5 Mayıs 2025 Pazartesi

Bir Bayrak İki Tabut

 

Bakmayın siz, başlığı bulmak çok kolay oldu.

Fevkalâde olaylar, yazarın işini kolaylaştırır.


Dün Türk Bayraklı bir tabut gördüm. Sıradan bir cenaze arabasıyla ki galiba o d belediyeye aitti, şehit evine getirilmişti. Tabutun başında kıvırcık bir kuzu, o tabutun, o bayrağın, o cenaze aracının ne olduğunu bilmeden, babacığına yeni oyuncak ayısını gösteriyordu.

 Evine ancak belediyenin lütfuyla dönebilen şehidimizin adı Önder Özendi. Yirmi üç yaşındaydı. Hakkında başkaca bir bilgimiz yok. Yok yok!... Aslında hakkındaki bilgimize göre Hakurk’ta mayın patlamasıyla şehit düşmüş. Daha? Dahası yok…Otuzuna ulaşamadan biten ömrüyle ilgili bildiklerimiz bu kadar. Ha bir de arkasında yetim bir kuzucuk bıraktığını, kuzucuğunun çok güzel bir oyuncak ayısının olduğunu biliyoruz.

Ama Önder hakkında çok şey bilmemize gerek yok aslında…

Neden?

Çünkü sevgili Önder, “bu toprakları”, arsa, tarla olmaktan çıkarıp “vatan” haline getiren fedakârlık ve kahramanlık geleneğinin en son halkası. Anlayamayan dinci ve solcu enternasyonalist bütün “demokratlar” için TÜRKÇEsi şu: Şu anda polikliniklerinde “doktor dövülebilen hastaneleriyle koridorlarına “BİJİ SEROK APO!”  yazdıktan sonra  diplomasıyla avukatlık, doktorluk, eczacılık vs yapılabilen üniversiteleriyle “ Mustafa Kemalin askerleri olsanız ne yazar, ancak Mustafa Kemalin itleri olabilirsiniz” diyen hadsizlerin kürsüsünde konuşabildiği TBMMsiyle vs üstünde ter ter tepinebildiğimiz bir ülkeyi korurken öldü sevgili Önder… Bu yüzden her ne kadar ancak belediyeye ait bir aracın arkasında herhangi bir cenaze gibi getirilse dahi biz ona ŞEHİT diyoruz.

Bu arada…Sevgili Önder’i ŞEHİT sayma sebeplerimizden biri de şuydu ki o, verilebilecek her şeyini Türkiye Cumhuriyeti’ne vererek CUMHURİYETİN HAYIRLI bir evladı olduğunu dosta düşmana gösterdi. O kim olduğunu ne yaptığını herkese gösterdi de ne hayat hikâyesi okundu ne arkasında “yığınlar” birikti ne ailesi dışında arkasından doğru dürüst göz yaşı döküldü.

Aynı gün bir başka cenaze kaldırılmış. Cenazenin tabutuna Türk Bayrağı örtül


müş. Cenazenin arkasında böyle bir alay adam vardı galiba, bir de koskoca bir toplantı salonu ayarlanmış. Geride ne bıraktığına baktım…

Türkiye Cumuriyeti’ne ne “hıyrının” dokunduğuna dair hiçbir şey duyamadım.

İkisinin de üstünde TÜRK BAYRAĞI vardı ama mübarek bayrak, hangisine sarıldı, hangisi o bayrakla kucaklaştı, ben anlayamadım…

İşin içinde bir TÜRK BAYRAĞI var ama o tabutlardan   hangisinde o bayrağın gerçek sahibi yatıyordu, anlayamadım(!).

 

 

 

15 Nisan 2025 Salı

Türk Dizi Sektöründe Yeni “Demografikratik” Türkiye Portresi

 

Bir Rus bilim insanı Türk dizilerinin zehirleyici etkisinden bahsetmiş.

Şaşırdık mı? Elbette hayır…

Yalnız burada dizilerin mi taleple ilgili olduğu ya da dizilerin mi talebi yarattığı sorusu aklımıza geliyor.

Soruları böyle sorunca sorun çözülemiyor, bir kısır döngüye giriyoruz.

Öncelikle dizilerdeki aile yapısına, toplumsal ilişkilere, davranış biçimlerine ve öne çıkarılan değerlere baktığımızda bunların “geleneksel” Türk toplumsal yapısıyla ve değerleriyle hiçbir ilgisinin olmadığını görüyoruz.

Son dönem Türk dizilerinde gösterilen “aile” Türk ailesi değil.  Bu dizilerdeki aile, “aşiret” genişliğinde bir feodal hanedan. Öyle ki kendi ekonomik özerkliği, egemenlik alanı ve “yasama” gücü bulunan, devlet dahil kimsenin dokunamadığı bir toplumsal birim dizilerde seyirciye dayatılıyor. Hayır, sadece ofiste yardımcı olmak için ara sıra işe alıyoruz

Dikkat edilirse bu aşiret temelli dizilerinin hiçbirinde devlet otoritesine yer verilmiyor. Öyle ki herhangi bir anlaşmazlıktan suça kadar her sorun “ailenin” içinde karara bağlanıyor. Söz gelimi “Kartoncuoğulları’nın gelini nasıl böyle bir şey yapar!” falan gibi cümleler havada uçuşuyor. Koskoca İstanbul’da yaşayıp köylerindeki “törelerle” hükmetmek istiyorlar.

Bu “ailelerin” üyelerinin öğrenim düzeyleri belirsiz. Tam olarak ne iş yaptıklarını hiç kimse bilmiyor. Kravatsız takım elbiseler giyip üst düzey ekonomik bilgiyle yönetilebilecek birtakım şirketlerin üstünde tepiniyorlar. Seyirci sürekli bu abileri seyrettiğinde “Parayı bul da nasıl bulursan bul!” algısı kafasında tümör gibi yerleşip büyümeye başlıyor.

Son yollarda bir de buna açıkça şeriatçı aile profili eklendi. Bu profildeki aileler dine göre yaşamakla kalmayıp bir de tarikat bağlılığıyla hayatlarını düzenleyen aileler.

Her iki dizi tipinde de aile içinde kadınların tek görevleri, ev işleri ve çocuk büyütmek.

Bir de olmayan tarihi olayları, bambaşka tarihi kişiliklerle  pazarlayan sözde tarihi diziler var ki onlar zaten evlere şenlik.

Lâfı çok uzatmayacağım…

Dizilerdeki aile profili aslında Türkiye’de yozlaştırılarak “demografikrasi” haline getirilen çarpık demokrasinin ürünü. Demokrasi adına toplumun oy paketlerine bölünmesi kolaycılığı, seçmenleri “oy kabilelerine”, “oy demografilerine” böldü. Böylece ulusu meydana getiren ortaklaşma, duygu, ülkü ve değer birlikleri bozuldu. Böylece “yalnız kendi menfaatleri için yaşayan”, ellerindeki oy kadar siyasi güç bulunduran “siyasi kabileler” yaratıldı. Kısaca ulusun tamamının katılımıyla yürütülen demokrasi, yerini kabileler, demografilerin oy mücadelesine bıraktı. Böylece demokrasi, “demografikrasiye” dönüştürüldü.

Bu siyasi kabileler, oy oranlarına göre devletin imkânlarına ortak oldular. Hal böyle olunca arzı ve talebi doğrudan belirleyen bir kabileler koalisyonu doğdu. Bilimde, sanayide, teknolojide, tarımda üretemeyen Türk ekonomisinin “amiral gemisi” olan dizi sektörü de elbette paranın kokusunu aldı ve Türkiye’yi fiilen yöneten etnikçi- şeriatçı kitlelerin koalisyonundan nemalanmaya yöneldi.

Evet hâlâ parayı veren düdüğü çalıyordu ama artık parayı veren de oyu oranında parayı elde ediyordu. “İşbu sebepten” aslında dizi sektöründeki yozlaşma, demografikrasi buzdağının ucundan ibaret.

 

10 Nisan 2025 Perşembe

KKTC'de Siyasal İslam Fitnesi


Annemle İlay Aksoy’u seyrediyorduk…

Söylediklerinden dehşete kapıldık.

Siyasal İslamcılık Kıbrıs’a da el atmış. KKTC’de başörtüsü sorunu yaratılmış.

Başörtüsü sorunu ne? Başörtüsü sorunu aslında başörtüsüyle falan ilgili değil. Başörtüsü sorunu aslında başörtüsünü bir kaldıraç gibi kullanarak  fiilen şeriat hukukunun egemenliğini sağlamak, demek.

Kısacası KKTC’nin de sterilitesi ve medeniyeti bozulmuş durumda.

Kıbrıs Rum kesiminde başörtülü öğrenciler okullarda Ortodoks eğitimi almaya zorlanıyorlarmış. Kısacası orada Rumlar, başörtüsünü kendilerince enterne etmiş, sınırlamış durumda. Ayrıca orada Müslümanlar “yabancı” dolayısıyla onların özgürlüklerinin topluma bir etkisi yok.

Oysa KKTC’de “dini özgürlük” adı altında resmî kurumların dine göre şekillendirilmesi bir özgürlük falan getirmeyecek.

Kısaca sorun, Kıbrıs Türk’ünün kimliğini şeriatla bölmek, parçalamak ve onu Rum istilasına karşı savunmasız hale getirmektir.

Çünkü dinin siyasete egemen olduğu yerde sadece medeni, laik devlet ortadan kalkmıyor, millî bilinç ve millî devlet de ortadan kalkıyor. Nitekim Ortadoğu’da Irak ve Suriye gibi iki büyük Arap devletinin paramparça edilmesinde kullanılan başlıca enstrüman dindi. Bugün bizim ülkemizde de Türk bilincine en çok karşı çıkanlar, Türklüğü Müslümanlığın zıttı gibi görenler şeriatçılar, dinciler.

Kıbrıs’ta olanlar bize gösteriyor ki Anadolu’yu Türksüzleştirme projesinde bir sonraki aşamaya geçilerek Kıbrıs’ın da Türksüzleştirilmesine çalışılıyor.

Proje iki ayak üzerinde yürüyor. Bunlardan biri din yoluyla Türk’ kendi tarihine, kimliğine, bilincine düşman etmek, diğer ayaksa Türk’ten doğacak boşlukta bir Kürdistan yaratmak. Nitekim ne Irak’ta ne Suriye’de Araplardan ve Türklerden bahsedenlerin, sürekli “sorunu” Kürtler üzerinden tanımlaması da bu yüzden.

Bu yüzdendir ki KKTC’nin kesinlikle laik kalması için Türk milliyetçileri uyanık kalmalı ve bu konuyu gündemde tutmalıdır.

Türkiye için belki geç kalındı, ancak KKTC mutlaka korunmalıdır.

 

7 Nisan 2025 Pazartesi

Ezbere Karamsarlık

 Ezebere Karamsarlık…

Çocuklarımla konuşunca biraz moralim düzeliyor ama sabah şunu fark ettim ki genellikle moralsiz hatta karamsarım.  Bu durum yüzüme de yansıyor. İnsanın, yakınlarına moral vermesi, onları neşelendirmesi gerekirken kendimi çok bencil hissediyorum.

Ama mesele benim ne hissettiğim değil.

Memleketin şu halinde iyimser olabilir miyim?

Şimdi bazılarınız “Asıl şimdi iyimser, ümitli ve neşeli olmalıyız!” diye ders verecektir. Sonuna kadar haklıdırlar.

Diğer yandan… Memleketin hali sadece bölücülükten ve şeriatçılıktan ibaret değil ki… Memleketin hali, problemi, yolda yürümeyi bilmeyen, önündeki trafik levh
asının anlamını anlayamayan, yaptıklarından sorumluluk duymayan yığınların elinde oyuncak olmamız.

Özür dilemeyi bilmeyen, sorumluluk hissetmeyen, kendinden başkasını düşünmeyen insanların ağırlığı ruhumuzun nefesini kesiyor.

Bu insanlara “demografik işgal”, “küresel ısınma”, “israf-tutumluluk”, “kişisel bakım”, “nezaket” anlatmak da imkânsız.

Hemen şimdi her istediğini elde etmek için batı ülkelerini dolduran yığınların, adeta tomurcuklanarak ürediği bir tür besi yeri gibi Türkiye…

Türk olanın kendisinden beş dakika önce ölecek olmasından başka bir arzusu olamayan Kürtçülerin ve İslamcıların elinde bir oyuncak oldu Türkiye…

Evet… Gene de iyimser olmalıyım, değil mi?

 

 

 

Suriye Bizim Neyimiz Oluyor?

 

Suriye ile ilgili esas problemimiz ne?

Suriye’yi “düzeltmek” için yıktık. Yıktıktan sonra yerine ne koyduk?


 İşte beni asıl düşündüren o. Suriye’nin diktatörünü yıktıktan sonra yerine koyduğumuz adam, o çok istediğimiz demokrasiyi ve insan haklarını Suriye’ye getirdi mi?

İlgisi bile yok.

Suriye şu anda Esad’ın gittiği günden bin yıl geriye gitti.

Peki neden böyle oldu?

Çünkü siyasal İslam millete/ulusa ve milliyetçiliğe kökten düşman. Türkiye’de bunu Türk düşmanlığı olarak görüyoruz ama anlaşıldığı kadarıyla siyasal İslamcılık Araplara bile düşman. Öyle olmasa Suriye nüfusunun yüzde seksenini oluşturan Arapları görmezden gelip de ülkenin Kürtlerce bölünmesine sessiz kalmazdı.

Ortadoğu’da şu anda bir “millet” gibi dayatılan tek topluluk Kürtler. Öyle ki sırf Kürtler bir Kürdistan kurabilsin diye Türkiye’de Türklük, Anayasa’dan çıkarılmak isteniyor, Irak ve Suriye’de Arapların adı anılmıyor.

Irak’ta Amerikan müdahalesi net ve kesindi. Bir iç karışıklığa izin verilmeden, net bir işgal planıyla ABD Irak’a bir sözde Anayasa ve rejim dayatabildi. Oysa Suriye’de işler öyle Arap saçına döndü ki her şey herkesin eline yüzüne bulaştı.

Suriye artık bir devlet değildir. Suriye artık bir bozgun ve kaos coğrafyasıdır.

İsrail Suriye’yi fiilen ortadan kaldırdıktan sonra, önündeki boş topraklarda nüfuzunu alabildiğine genişletmeye çalışırken bizim durup da hâlâ eli kanlı şeriatçı teröristlerden inşaat ihalesi alabileceğimizi sanmamız ancak gülünç bir kenar mahalleli esnaf “mantığı”dır.

Yapılması gereken basit aslında:

Uluslararası anlaşmalarla sağlanmış güvenliğimizin tehdit edildiği gerekçesiyle eski sınırlarımızı mümkün olduğunca genişletmek, içimizdeki Suriyelileri, yeni sınırların güneyine yollamak. Bu sırada da elbette YPG vs her türlü Kürt silahlanmasını ortadan kaldırmak.

Çünkü Kürdistan çabaları Ortadoğu’nun yeni cehennemidir.

10 Şubat 2025 Pazartesi

Rus/Çin Propagandası Ve Emperyalizm Yanılgısı

Medyanız Boğdu Beni….


Amerikan dizilerinde blog yazarlarının para kazandıklarını, kamuoyunu etkilediklerini, gündem belirlediklerini falan görüyoruz ya hani…

Bana inanılmaz ve dahi pek gülünç geliyor.

Türkiye’de artık okunmayan gülük gazetelerin anlı şanlı yazarları, eğer birilerini doğrudan hedef göstermiyor, ona hakaret etmiyorsa falan umursanmıyorlar bile.

Yazdıkları neler peki?  Neler yazıyorlar?

Kerameti kendinden menkul analizler, yorumlar, “duyumlar” bilmem neler…

Hiç kimse de bu insanlara nereden bildiklerini falan soramıyor.

O kadar üst perdeden konuşuyorlar ki insanlar da bir bildikleri var, falan sanıyor.

Ha şüphesiz pek çok şey biliyorlar da anlayabildiğimiz kadarıyla bilgileri, okuduklarından gelmiyor. Bilgileri onlara sızdırılanlardan ibaret.

Burası ayrı…

Diğer yandan topluma akıl vermeleri, normları, değer yargılarını falan belirlemeleri, dünyada hiçbir örneği olmayan tuhaf yönetim biçimlerini demokrasi diye bize dayatmaları falan cinnet derecesine varan bir kibir ve bilgisizlik örneği.

Vatandaş bundan memnun… Çünkü vatandaş artık mesela bir ineğin sütünün nasıl sağıldığıyla ilgilenmiyor. Eğer ineğin memesinin bir yerine metal bir boru saplayıp kanını emer gibi sütünü emebiliyorsa vatandaşın buna hiçbir itirazı yok.

Adına gazeteci ve elbette yazar olduğunu da eklediğimiz insanlar ne diyorsa kerametin ve hikmetin kaynağı halkımız için o. Çünkü çarpıtmacılık, kışkırtmacılık o kadar yaygın ki halkımız artık paylaşılan yalanların doğru, paylaşılan tezeklerin pasta, paylaşılan şiddetin adalet olduğuna inanır olmuş.

Neden nefes almakta bu kadar zorlandığımı kendi kendime anlattım. Sizinle bir ilgisi yok. Bu benim sayıklamam… Şu ortamda artık sanırım pek de akıllı değilim.

Akıllılara, sokakta şikayet edip sandıkta aynı şeyi yaptıkları çok akıllı, hikmetli ve kerametli günler dilerim.

 

 

 

 

Kendi Ülkesinde Tedirgin Bir Türk








 

Bu ülkede kim kendisini gerçekten güvende hissediyor?

Türklüğe, Atatürk’e, Türk egemenliğine hakaret edenler, bölücüler ve şeriatçılar kendilerini sadece güvende hissetmiyor. Onlar artık Türkiye’nin egemenleri.

Türkiye Cumhuriyeti’nin astığı vatan hainlerinin bile hatırası Atatürk’ten daha iyi korunuyor.

Vatan hainlerinin, bölücülerin, şeriatçıların “kişilik” hakları herkesten iyi korunuyor.

Böyle bir ülkede Türk olmakla övünen, kendi vatanında yaşadığını düşünen bir insanın güvende hissetmesi mümkün mü?

Şahsen ben kendimi güvende hissetmiyorum.

Söylediğim her şeyin “suç” sayılabileceğini biliyorum. Hayatımızın her anının bir suçla ilişkilendirilmesi, şikâyet konusu edilmesi an meselesi.

Mesleğimizi ellerinde bulunduran meslek örgütlerinden, hakkımızı koruyacağını düşündüğümüz en yetkili organlara kadar devletin bütün zor kullanma imkân ve yetkileri, Andımız’ı sevmeyen, Atatürk’ün hatırasını silmek isteyen, Türklüğü red ve inkâr eden insanların elinde.

Anayasa’daki Türklük tanımından rahatsız olduğunu söylemenin bile demokrasi sayıldığı bir ülkede herhangi bir Türk’ün kendisini güvende hissetmesi mümkün mü?

İşin kötüsü şu ki yukarıda bahsettiklerimizi halktan bahsettiğimiz olaylar, kurumlar değil. Halk bunların hepsine ortak olup bunlarla bütünleşerek kendisini koruyabileceğini, dahası böylece ekmeğine bakabileceğini sanıyor.

Yarın ne olacağını bilmiyoruz. Hiçbirimiz bilmiyoruz. Ama elinde herhangi bir güç bulunduran herkesin, bu güçle canının istediğini yapabileceğini biliyoruz. Ve ne yazık ki  elinde güç bulunduranların çoğu artık yabancılaşmış insanlar.

Hayır… Bir Türk olarak artık bu ülkede kendimi güvende hissetmiyorum.

8 Şubat 2025 Cumartesi

Sosyal Medyada Etnik Irkçılık Propagandası Ve Melez Savaş


Savaş varlığını başka uluslara kabul ettirmiş ulusların birbirleri arasında belli kurallara göre yürütülen silahlı mücadeledir. Aslında savaş bir varlık yokluk mücadelesi olduğu için  bir centilmenlik mücadelesi değildir. Gene de askerliğin onuru ve kurala bağlı bir iş olması, birbirlerini öldürmek istedikleri açıkça ilan etmiş taraflar arasında bile belli sınırların korunmasını gerektir
ir.

Peki Türkiye’de böyle bir savaş durumu var mıdır?

Türkiye’yi kırk yıldır meşgul eden PKK Kürtçü terörü, çatışma terminolojisinde nerededir?

Her şeyden önce şu bilinmelidir ki PKK kendisini diğer uluslara kabul ettirmiş, egemenlik sahibi bir ulusun, kabul edilmiş bir ordusu değildir. Dolayısıyla da uluslararası savaş kuralları ile bağlı değildir. Çünkü PKK Marksist/Stalinist bir örgüt olarak etik bağlamda açıkça faydacı ve amaççı, harp tekniği açısından gayrı nizami bir örgüttür. PKK, kimin adına “savaştığını” söylerse söylesin ve bununla ne kadar  zamandır uğraşırsa uğraşsın bir savaş tarafı değildir.

PKK, egemenliğini kabul ettirmiş bir ulusun nizami ordusu olmadığı ve nizami harp etmediği için kuralların korumasını talep edebilecek bir örgütlenme de değildir.

PKK gerek ideolojisi gerek  muharebe tarzı gerekse amaçları açısından asla “insani sınırlamalara” lâyık bir organizasyon değildir.

PKK’nın militan kadrosunun bir kısmını Türk vatandaşları oluşturuyor.  Kaldı ki bu militanlar dağa çıktıkları anda T.C kimliklerini yakıyor, kısaca bizzat ve zımnen vatandaşlıklarını reddediyorlar. Aile bağlarının bile beyanla ortadan kaldırılabildiği düşünülecek olursa, Türk vatandaşı militanlar, dağa çıktıkları anda Türk Ulusu’nun onlara devlet eliyle sağladığı vatandaşlık haklarını reddetmiş oluyorlar.  Bu hareketleri açıkça vatana ihanet. Vatan hainleri olarak Türk devletinin yaşamları üstündeki teminatı da bitmiş oluyor ve açıkça düşman saflarına geçtiklerinden de ölümleri bir gereklilik oluyor.

Türk vatandaşı olmayan militanlar ise zaten kendiliğinden düşman oldukları ve dahası kuralsız savaştıkları için savaşla ilgili hiçbir uluslararası kısıtlamayla korunamaz durumda oluyorlar.

Bu açıdan PKK vb örgütler açıkça organizmaya saldıran mikroorganizmalar gibi yalnızca yok edilmesi gereken zararlı varlıklar kategorisine giriyorlar.

Peki son zamanlarda yaygınca rastladığımız PKK sosyal medya propagandaları ne yapmaya çalışıyor? Bütün bu propagandalar, bebek katili vatan haininin “Partisiz Kürt kalmayacak!” emri gereğince “her Kürt’ün PKK olması gerektiği” kanaatini yaymaya çalışıyor.

Bunun dayanağı şu: “Eğer Türkler Kürt komşularının PKK’yı desteklediğini görürlerse artık Kürtlerle baş edemeyeceklerini anlar ve PKK’ya teslim olur, onun istediklerini kayıtsız şartsız yaparlar.” Nitekim birinci açılım sürecinde (umalım ki ikincisi olmaz) Kürt köylerinde “devletin PKK’ya boyun eğdiği, Türklerin bükemedikleri eli öptükleri” bazı köy muhtarlarınca bölgedeki memurlara açıkça ifade edilmişti.

Terörle mücadelenin bunca senedir bitmemesi işte yukarıdaki iki nedene dayanıyor. Öncelikle Kürtçü propagandaların ve sözde siyaset, serbestçe yapılabilirken onun desteklediği fiili terör de kendisine bir sözde meşruiyet ve moral alanı buluyor.

İkinci sebep de teröristlerin hâlâ vatandaş muamelesi görerek usul hukuku ile hayat haklarının korunmasına özen gösteriliyor. Oysa onlar çoktan devletin bu işlevini, hukuk birliğini, yargı erkini red ve inkâr ederek hatta bunları yok etmek için silaha sarılmış vatan hainleri ve düşmanlar.

Dolayısıyla bu vatan hainlerinin meşruiyetini savunmaya kalkmak da en az silahlı çatışma kadar gayrımeşru bir iş.

Sosyal medya ve yabancılaşmış medya aktörleri aracılığıyla yaygınlaştırılmaya çalışılan bebek katili alçağın, “Partisiz Kürt kalmayacak!” söz de emrinin Türkiye’yi sürüklediği tehlikeli nokta, her Kürt kökenli vatandaşın öyle olmasa bile PKK olarak görülmesi olacaktır.

Kürtçülerin, solcuların ve şeriatçıların kendilerine sormaları gereken soru şudur:

Apartmanda, pazarda, kamu kuruluşlarında vs. hayatın her anında iç içe geçtiğimiz insanların sırf Kürt oldukları için PKKlı olduklarını düşünmeye başlarsak acaba korkup egemenliğimizden vazgeçip sokaklarımızı PKK militanlarına terk edip okullarımıza ikinci bir bayrak çektirip, ikinci bir dille eğitimi hukuk vs hizmeti verilmesine razı mı oluruz?

Öyle görünüyor ki şimdi devletin kendilerini bir şekilde koruyacağını, komşularının asla onlara ihanet etmeyeceğini düşünen Türk halkının itidali, Kürtçülerce bir korku veya teslimiyet gibi görülüyor ve bu onları açıkça şımartıyor. Yarısı meşru zeminde hareket edebilen  vatana ihanet, bu yarım yamalaklıktan besleniyor ve hukuk sömürüsüyle  moral  desteğini sürdürebiliyor. Bu yarım meşruiyet durumu terörle mücadelenin gerektiği gibi yapılmasını engelliyor, onu vatandaşlığın usul hukukuyla sınırlandırılmasına yol açıyor. Oysa hiçbir teröristin, vatandaşlara sağlanan usul hukukundan yararlanma hakkı yok.

Oysa toprağı bol olsun Hırant Dink onları, yüz on yıl önceki Ermeni ihaneti üzerinden uyarıyor, emperyalizme oyuncak olmamalarını söylüyordu. O zaman Türk halkı kendilerine asla zarar vermeyeceklerini düşündükleri Ermeni komşularının kanlı ihanetiyle sarsılmıştı. Bu ihanet Hocalı’da da ortaya çıkmıştı…

Henüz PKK propagandalarıyla beyinleri yıkanmamış Kürt kökenli yurttaşlarımız şunları bilmelidir:

Bir vatanda tek bir ulus var olabilir. Çünkü vatan ancak tek bir ulus tarafından kazanılmıştır, o ulusça korunur ve ancak o ulus yok edildiğinde el değiştirir. Bazı Kürtler, aşiret yığınlarıyla, örgüt propagandasıyla boşaltılan mekânları gasp ederek toprak elde edilebileceğini düşünebilirler ancak onlara Atatürk’ün şu sözünü hatırlatmak isteriz: “Vatanın her karışı vatandaşın kanıyla sulanmadıkça terk olunamaz!” Eğer her Kürt’ün mutlaka PKKlı olduğunu düşünmemiz gerekiyorsa ve bunun bizi korkutması gerektiği düşünülüyorsa bu söz, bıçak kemiğe dayandığında Türk Ordusunun yalnızca bir takım muvazaf profesyonellerden oluşmayacağı, çünkü Türk Milleti’nin TÜRK ORDUSUNUN kendisi olduğunu hatırlatmak isteriz ki bu konuyu da Atatürk en güzel şekilde açıklamıştır: “Türkler ordusu olan bir millet değildir, MİLLETİ OLAN BİR ORDUDUR!” Son on yıldır “Azdan az çoktan çok gider” gibi çocukça bir matematikle Türk Milleti’ni korkutmaya kalkanlar bilmelidirler ki Türk Milleti, düşmanın sayısından korkmaz, sadece onu yok eder. “Azdan az çoktan çok”çu  cahillere de Bilge Tonyukuk cevap versin: “Onlar çoktu, biz Türk’tük... Korkmadık savaştık!”

 O halde Atatürk gibi bitirelim: “Bir Türk dünyaya bedeldir!”

 

 

 

 

 

 

22 Ocak 2025 Çarşamba

Sosyal Evrim, Egemenlik ve Vatan I

 


Hayek, toplumsal kurallarının oluşumunu, eylemlerimizin toplum
yaşantısı içindeki seçilimine bağlamıştı. Ona göre, toplumun devamı için yararlı olabilecek eyle
mler seçiliyor, tutuluyor ve devam ettiriliyor ve böylece bu eylemler “iyi” kabul ediliyordu. İyi kabul edilen eylemlerin yapılması da “ahlak” olarak adlandırılıyordu.

Liberal düşünürler arasında bireyin kendisini seçimleriyle ifade etmesi ve gerçekleştirebilmesi için “özgürlük” tartışılmaz bir gereklilikti Hayek özgürlüğü, “Bireyin kendi mutluluğunu (çıkarını)   kendi iradesiyle arayabilmek serbestisi” olarak ( ya da bu minvalde) tanımlıyordu.

Bu noktada “ahlâk” da bir “zarar vermemek iradesi” olarak karşımıza çıkıyordu.

Peki ama birey kendi başına mı bırakılacaktı? Eğer birey sınırsızca özgür olursa ne olurdu? Bu soruyu John Locke cevaplamıştı. Ona göre bireyin sınırsız özgürlüğü bir noktada mutlaka sınırlanacaktı ki o noktada diğer bireylerin varlığıydı. Dahası herkes kendi sınırını alabildiğine genişletmek için mutlaka diğerlerinin sınırlarını ihlal etmeye çalışacaktı ki bu “doğa durumuydu.” Oysa insan doğa durumunda kalamıyordu, çünkü doğa durumunda hem kendi varlığını-hayatını hem de ihtiyaçlarını sürdüremiyordu.

O halde hem kendi varlığını sürdürebileceği hem de çıkarlarını/mutluluğunu arayabileceği bir ortama ihtiyacı vardı. İşte sosyal evrim bu noktada başladı. Bireyin toplumlaşma  arayışı, kendine benzer diğer bireylerle ortak bir dil, ortak bir ifade, ortak bir hafıza, ortak bir zor kullanma ve sınırlama makamı oluşturma yönelimiyle sonuçlandı.

Bu noktadan sonra artık birey geriye dönüp ona hayat ve gelişi imkânı veren, koruyucu ve sınırlandırıcı, vahşet maniası toplumlaşma biçimini sorgulamadı. Bu saçma olurdu. Çünkü böylesi bir sorgulama insanı ebeveyn seçimi, ya da ebeveynin birbirini neden seçtiği gibi saçma sapan sorulara kadar götürebilirdi.

Bireyler bir kere ortak dil, ortak hafıza, ortak ifade, ortak irade gerçekleştirip de bu beraberlikleri sürdürmeyi seçtiklerinde artık bu ortaklık sayesinde geliştirilen kurumların geriye dönük sorgulanması doğrudan doğruya bireyin varoluşunu sorgulanmasına kadar varacaktı.

Toplumsal evrimin bu aşaması bireylerin toplanması ile ilgiliydi.

Ama sorun şuydu ki topluluklar arasındaki “doğa durumu” ortadan kaldırılamıyordu.

Önceden bireyler arasındaki doğa durumu, onların belli kurallarla sınırlandırılmasıyla ki devletleşmenin çekirdeği buydu, giderilebilmişti. Bunun sürekliliği bireylere ortak bir kimlik kazandırılarak sağlanmıştı.

Peki ama diğer toplulukların kendi sınırlarını bizim topluluğumuz aleyhine genişletmesi nasıl engellenecekti? İşte “doğa durumu” yine kendisini göstermişti. John Locke “Hükümet Üzerine İkinci İnceleme” adlı eserinde bunu “Uluslararası ilişkilerde doğa durumu egemendir” diye belirtiyordu.

Toplulukların kendi varlıklarını korumak için geliştirdikleri “devletleşme” süreci hem kendi bireylerinin birbirleri arasındaki emniyeti sağlıyordu hem de diğer toplulukların olası saldırılarına karşı bir savunma mekanizması oluşturuyordu.

Bütün bunların oluşumu için gerekli olan “değişimlerin” tamamı “sosyal evrimdi”. Bu evrim mekanizmasıyla topluluğun varlığına yararlı olan her eylem doğru ve geçerli sayılıyor, buna karşı olan eylemler, eğer topluluk üyelerinden geliyorsa ortak yargı organlarıyla sınırlandırılıyor; başka bir topluluktan geliyorsa savaş yoluyla engelleniyordu.

Burada sosyal evrimin çok bilinen güncel aşamasına geçildi. O da her topluluğun sürdürülebilir, karmaşık ve kabul edilen toplum düzenleri oluşturamamasıydı. Sürdürülebilir, karmaşık ve kabul edilen toplum düzeni oluşturabilen topluluklar ancak ortak ifade biçimleri, ortak hafıza, ortak irade geliştirmede başarılı olabilen topluluklar oldular ki onlar “toplumları” meydana getirdi. Toplumlar, biyolojik köken ve benzerliğin ötesinde “tanınabilirlik” ölçüleri geliştiren, ortak kurallara gönüllü uyan ve bundan mutluluk duyan, bu mutluluk hissini ortak ifade biçimleriyle ortaya koyan, yaşanan beraberliğin öncesini bir sonraki nesle aktarmak isteyen bireylerden oluşuyordu ki bu toplumların siyasi adı “ulus/millet” oldu.

16 Ocak 2025 Perşembe

Ahlâk Mı Taraftarlık Mı?

 


Başlık yeterince açık olmayabilir ama aklıma ilk gelen bu olduğu için bunu yazdım.

 

Gene de bir yerlerden başlamak gerekiyordu.

 

Çetin Altan, gazetecilerin kolay para kazandığını söyleyen birine  gazetecinin aldığı para karşılığında her gün yazdığını söylemişti.

 

Ben bu işten para mı kazanıyorum? Henüz hayır… Amma ve lâkin… yazmak bir alışkanlık. Bugün tezimden bir paragraf yazmak niyetim var idi, yazasım gelmedi. Gene amma ve lâkin yazmayınca da olmuyor.

 

Dolayısıyla yazıya girmiş olduk.

 

Ahlâktan bahsedince insan, bu memlekette bir destur demeli. Neden? Çünkü iki dakika sonra tuvaletteki banyodaki vs. görüntüleriyle bir şantaja vs. uğrayabilir. Hal böyle olunca… “Baksana hemşo! Hz. İsa bile ilk taşı günahsız olanınız atsın!” demiş.”  Akıldâneliğiyle ahlâk hakkında susmak bize gayet akılcı ve kolay görünüyor.

 

 Böyle düşünenler gene de birazcık ahlâka sahip olanlar.

 

Ahlâk suskunlarının asıl büyük çoğunluğu/ kahir ekseriyeti, “Aman abi! Bir açığımızı ifşa etmesinler de ne bok yerlerse yesinler”ci takımından oluşuyor.

 

Felsefî bir yazı daha mı mesafeli yazılmalıydı?

 

Kesinlikle haklısınız.

 

Peki ya bahsedilen tavır ve taraflar hiç de o kadar mesafeli ve terbiyeli değillerse?

 

Kimlerden bahsediyoruz ya da hangi tavırdan?

 

Kestirmeden söyleyelim: Tarafının  doğal ahlâkî üstünlüğüne, ezelî ve ebedi masumiyetine inananlardan bahsediyoruz.

 

Böyleleri yokmuş ya da size çok uzakmış gibi görünüyorsa çevrenizdeki siyasi ya da dinî kümeleşmelere dikkat etmenizi öneririm.

 

Yine kestirmecilik yapacak olmakla birlikte şunu da hemen belirtmeliyiz ki insanlar zaten kesin ve sarsılmaz bir inanç geliştirmek ve dahası ebedi bir masumiyete kavuşmak  için birbirleriyle “cemaatler” oluştururlar.

 

Bu cemaatlerin oluşma mekanizması, kanaatlerin kesin inançlara dönüşmesiyle gerçekleşir. Söz gelimi Marksizm, insan ilişkilerinin sınıfsal olduğuna dair öyle basit, öyle net bir kanaat va’z eder kibuna inanmak bütün dünyayı anlamak hatta değiştirmek için insanlara inanılmaz büyük bir kolaylık verir. Marksizmin diğer kesin inançlara göre üstünlüğü, savunduklarının “doğal” olduğuna dair yarattığı illüzyondur. Yani rüzgârın esmesi, suyun kaynaması ne kadar doğalsa, proleter devrimi de o kadar doğaldır ve doğa ahlâkî yargıların üstünde olduğuna göre devrim de böyle olacaktır. Öte yandan Marksistler, mutlak ve değişmez bir inanç ihtiyacından kurtulmuş, “salt akılcı” robotlar olmadıklarından, Marx’ın “doğal/tarihî” gelişim şemasına insanî ahlâk urbası giydirmekten kendilerini alamamışlardır.

 

Kurumsal dinlerde durum daha da belirgindir. Aslında din zaten başlı başına bir kurumdur; yani, belli kurallara göre işleyen bir hiyerarşik yapıdır. Bu hiyerarşi kişiler arasında oluştuğu gibi insan bilincinin işleyişinde de kendisini yerleştirir.

 

Kurumsal dinler de inananlarından mutlak ve değişmez olana inanmalarını isterler, onlara mutlak ve değişmezlerin tam bir takımını onlara sunarlar. Bu açıdan cennet bütün dekorasyonuna rağmen aslında “değişmezliğin” müjdesidir. Ne olursa olsun değişmeyecek bir şeylere ihtiyaç duyanlar için bu tür bir değişmezliğe ulaşmanın bir “bedeli” olamaz.

 

Marx nasıl kendi gelişim şemasını sözde akla dayandırdıysa dinler de kendi “gelişim şemalarını” kültürlerindeki yaratıcıya dayandırır. (Peki ama kültürler üstü bir Tanrı’dan bahsetmemiz gerekmez mi? İstesek de bunu yapamayız, çünkü insan görmediği şeylerin rüyasını göremez ve bilmediklerini ifade edemez. “Dilötesi bir dil yaratılamaz.) Oysa Tanrı bütün kavrayışların ötesinde olmalıdır.

 

Buradaki gereklilik yani “olmalıdır” fiili, Tanrı il ilgiliyse onu kısıtlamak onu bir şeye zorunlu kılmak anlamına gelir ki bu Tanrı telâkkisi ile çelişir. Eğer bu bizim için bir kavrayış mecburiyetini ifade ediyorsa o halde Tanrı ile ilgili olarak  onun adı dışında, onun hakkında, onunla ilgili tek bir söz bile etmememiz gerekir.

Peki ama konuyu bu kadar dağıttıktan sonra nereye varacağız?

 

Değişmezliği, hele de zevkin, çıkarın değişmezliğinin yolunu bir kez bulanlar için bundan daha önemli ve değerli hiçbir şey olamaz. Bedeller yan yana konduğunda, sonsuza dek ulaşılabilecek bütün dünyevi (komünizm) ve uhrevî (Cennet) zevklerin haritalarıyla diğer  şeyler kıyaslanamaz bile.

 

[Rica ederim, Marx’ın komünizm fikrinin bir “cennet ideali” olmadığını söylemeyin. Sabah canı istediği için cerrahlık edip de akşam operada rol alabilen insanların, “üretim ilişkileriyle” yaratılamayacağını herhalde aklı başında herkes kabul eder. Marx’ın cenneti, kendi kültürel bağlamındadır.]

 

İnsanlar bir kez “kesin inançlarını” bulduklarında, bunu destekleyen bir “yankı odasıyla” kendilerini kandırmaları çok daha kolaylaşır. İşte “cemaatler” ( bu sosyolojik anlamda kapalı toplulukları ifade eden bir terimdir) insanlara hem sosyal bir dayanışma hem de değişmez bir “kanaat sağlaması” sunarlar. ( Matematikte “sağlama”, işlemin doğruluğunun sınanması anlamına gelir.) “Yankı odaları”, aynı şeyi sürekli birbirlerine söyleyen kapalı insan topluluklarıdır.

 

İşte yazı başlığındaki “taraftarlık” bütün bu “yığışma” davranışının ana güdüsüdür.  Taraftarlık “sihirli” bir etikettir. Bu etiketi sihri, şişenin içindekini değiştirebilme gücüdür.

 

Ebedi çıkarın peşinden gidenler için “taraftarlık” etiketi,  bireyi düşünmek, inşa etmek,  yanılmak, cezalandırılmak sorumluluklarından kurtaran  bir vaattir. Hasan Sabbah’ın kullandığı sihirli şey aslında afyon değildir; afyondan daha güçlü olan “derhal ulaşılabilen ebedi zevk” beklentisidir. Bu da hiçbir çabaya gerek kalmadan elde edilebilen “taraftarlıkla” kazanılabilmiştir.

 

“Mutluluğun hayalinin” derhal edinilebilmesini sağlayan “taraftarlık”, insanları yaşanan dünyanın gerçekliğinin ağırlığından kurtarır. İnsan için bundan daha güzel bir sonsuzluk olabilir mi?

 

Peki ama böyle bir insana, gününün her anında “diğer insanlara zarar vermemek için uyanık/farkında kalması gerektiğini” anlatabilir misiniz? Elbette hayır.

 

Çünkü ebedî çıkarın kısa yolunu bulmuş bir insan için “ahlâk” sadece kendisine o yolu gösterene kayıtsız şartsız sadakatten ibarettir. Bu yüzdendir ki kendi mezheplerinden olmayan Müslümanları bile gözlerini kırpmadan kesebilen bazı  vahşiler için eylemlerinin haklılığını sorgulamak diye bir şey söz konusu değildir.

 

Taraftarlığın amaç güdülü bağlılık ahlâkı ile  bu yüzden  taraflar, objektif ahlâkî yargılamaları bir kenara atıp sürekli “sui misali emsal  kabul eden” ( kötü örneği örneklem sayan) çarpık muhakemelerle karşıdakini suçlar ve kendi eylemlerini kayıtsız şartsız aklar.

 

Bundan dolayıdır ki meselâ yozlaşmış bir demokrasi, aslında saptırılmış, yozlaştırılmış bir taraftarlık bilincinin, yönetimleri belirleyebilmesinden başka bir şey üretemez.

 

İşte yine meselâ güncel Türk seçmen davranışının neden bunca çarpık ve aykırı olduğunu merak ediyorsanız olaya bir de bu açıdan bakmak, faydalı olabilir.

 

 

 

 

 

 

 

 

2 Ocak 2025 Perşembe

Akıl ve İnanç İlişkisi

 İnanç ve akıl arasında nasıl bir ilişki vardır?

 

İnanç aklın çözümlerinin bittiği yerde, “ötesine” dair duyulan güçlü sezgiden ibarettir. En nihayetinde akılla dirsek teması sürse de inancın açıklanabilir akıl güzergâhı yoktur.

 

İnanç ve akıl arasındaki ilişki aklın önceliğine dayanır.

 

Aklı olmayan insanın inanç geliştirebilmesi mümkün değildir.

 

Aklı reddeden şeriat rejimlerinde bile bu böyledir. Şeriat rejiminde “akıl” ancak şriata göre yetkilendirilmiş kişilere mahsus bir ayrıcalıktır. Şeriat rejimlerinde sıradan inananların akıllarının hiçbir önemi yoktur. Sıradan inananın ya da sıradan dindarın kendi aklını kullanması ihtimali “Herkes kafasına göre din yaşamaya kalkarsa din kalmaz!” savunmasıyla engellenir.

 

Şeriat rejimlerinde başkasının aklına inanarak akıl ötesine inanmanın imkânı elde edilir. Oysa hiç kimse şeriat rejiminde aklı ve sınırlılıkları bize benzeyen insanların akıllarının neden inanç alanında daha güçlü sezgiler geliştirebildiğine inanması gerektiğini düşünmez.

 

Şeriat alanı, inananın önce başkasının aklına sonra da o aklın emrettiği, dayattığı bilinmezlik alanına inanmasını emreder.

 

Aklın öncelenmesi neden önemlidir? Çünkü her akıl sahibi öncelikle aklının sınırlılıklarıyla sonra da tutarlı düşünebilme yeteneğiyle “bilinmezlik alanı” hakkında kendince bir fikir geliştirebilir. Oysa aklı engellediğimizde “bilgi ötesi” alan hakkında tam anlamıyla cahil kalırız. Ne kendi akıl sınırlarımızı test edebiliriz ne de özgürce tutarlı düşünceler geliştirebilir, “akıl yürütebiliriz”.

 

Aklın öncelenmesi neden önemlidir? Çünkü akıl, kelimeleri, dili kullanır ve dünyayı sürekli tanımlar.  Dolayısıyla şeriatta sıradan inananın, din yetkililerinin tanrı adına söylediklerine inanması istendiğinde dahi, inananın aklı çeşitli akıl yürütmelerle ikna edilmeye çalışılır.

 

Dolayısıyla şunun anlaşılması gerekir: Akıl inanmak için yeter-şarttır ama -gerek şart değildir. Çünkü “inanmak” ancak  bir kanaat olarak  sağlam bir gerekçe sunar, bir gerekçe olarak kullanılamaz.

Dolayısıyla aklıyla Tanrı’yı veya dini reddeden insanlar, akıllarını, inançları gereği reddeden insanlardan daha “doğal” davranırlar.