1 Aralık 2010 Çarşamba

Türk Milliyetçiliği Ve Yeni Bir Toplum Telâkkisi İhtiyacı


Türk milliyetçilerin neredeyse tamamı, “Ferdin mi, toplumun mu menfaatini öne alırsınız?” sorusuna hiç düşünmeden “Toplumun menfaati elbette!” diye cevap verir.

Pek çoğu, “Hiçbir menfaat gözetmeksizin çalışmaktan “ bahseder. Buna göre kişinin kendi menfaatleriyle ilgilenmesi, sonuçları ne olursa olsun, doğrudan doğruya ahlâksızlıktır.

Burada menfaat kelimesine yüklenen olumsuz anlamın yanında ferde yüklenen ahlâk yoksunluğu izlenimi çok mühim bir problemdir.

Milliyetçilerin kahir ekseriyeti, ferdin kendini feda etmesi dışında hiçbir işe yaramadığını zımnen kabul ederler.

Burada asıl mesele şudur ki milliyetçiliğin ferde ve topluma bakışının, milliyetçilerin genel eğiliminin aksi istikametinde olması kuvvetle muhtemeldir ve nedense bu konu milliyetçilerce bir nevi tabu addedilir.

Millet ve milliyet düşmanları milliyetçiliğin olumsuz bir genel geçer kötülük olduğu yönünde kuvvetli bir propaganda egemenliğine sahiptir. Buna göre milliyetçilik ferdiyetçiliği reddeden, öteki toplumların varlığını reddetmekle kendini belli eden, düşmanlık ve saldırganlıkla karakterize olan, kimlik bilincinin en ilkel ve vahşi halidir.

Bu haliyle milliyetçilik onlara göre kolektivist, otoriter ve hatta militarist bir yok edicilik gerekçesidir.

Milliyetçiliğin bu tanımı sadece sosyalistlerce değil, liberallerce de paylaşılmaktadır. Çünkü her iki grup da enternasyonalisttir ve toplumların ve fakat bilhassa milletleşmiş toplumların doğal kimliklenme süreçlerini, insanlığa aykırı kabul ederler.

Buradaki temel problem, enternasyonalistlerin milletleşmeyi nasıl çarpıttıkları değildir. Asıl problem, milliyetçilerin toplumun tabiatı hakkındaki kolektivist çarpıtmaları, ahlâkî bir gereklilik gibi kabul etmeleridir.

Bunun sebebi de yanlış ve çarpık menfaat algıları yüzünden, ferde dair her şeyi birer kötülük kaynağı olarak kabul etmeleridir. Onlara göre fert, “başı boş bırakıldığında” mutlaka ama mutlaka kendi menfaatinin düşünerek çevresine zarar verecek bir canavardır. Burada ana yaklaşım, ferdin kendi başına varoluşunun kabul edilmemesidir.
Buraya kadarki sözlerim şüphesiz çoğu milliyetçide ya ciddi tedirginlik veya infial yaratmıştır. Çünkü ülkeyi bölmeye çalışanların başındaki vatansız liberallerle aynı şeyleri söylediğime hükmedilmesi çok kolaydır.

Buna mukabil çoğu milliyetçi "toplum” derken neyi kastettiğini veya “toplum/ millet için” politikanın kapsamını düşünmek zahmetine de katlanmamıştır. Nitekim sırf sosyalizmin sözüm ona “paylaşıma” dayalı ahlâkî romantizmi yüzünden ’80 öncesinde yaratılmaya çalışılan doktrinin içinde yoğun olarak “toplumcu” öğelerin bulunması bundandır. Nitekim “toplumun düşünüldüğüne” dair “toplumcu” nitelemeli yayınlar da yapılmıştır.

’80 öncesinde komünizm karşıtlığıyla mücadelesi verilen milliyetçiliğin, komünizmin hangi yönüne karşı olduğu ortaya açık seçik konamamıştır, çünkü komünizme alternatif bir düşünce ortaya konamamıştır. “Millî varlıklar”, “millî servet”, “millî yatırımlar” gibi açıkça kollektivis ve sosyalist söylemler, aynen sosyalistlerin hedeflediği plânlamacı bir komuta ekonomisi hedeflenerek telâffuz edilmiştir.

Bunun sebebi bir kere daha söylemek gerekirse modern devletleri ilgilendiren ve biçimlendiren ideolojilere dair derin bilgisizliktir. Bunun da sebebi milliyetçi hareketin büyük ölçüde bir taşra tabanına dayanması ve dayanışma ruhunun egemen olduğu köy/ kasaba kapalı toplumundan beslenmesi idi.

Bu toplumsal kökenden dolayı çok kısa sürede ümmetçilikle sulandırılmış, popülizmle derinliğini yitirmiş sığ bir siyasî hareket durumuna gelmiştir.

Çünkü milliyetçi hareket at oynattığı modern siyaset arenasının hangi ideolojilerce, hangi değerler tarafından yaratıldığını düşünmek yerine muhtevası meçhul bir doktrin geliştirmeye çalışmış ve bu sırada da sosyalizmin kuruculuğuna öykünmek dışında bir şey yapamamıştır.

Bugün de dış politika konularında milliyetçi hareketin kullandığı söylem aynen üçüncü dünya sosyalist “milliyetçiliklerinin” kullandığı kolektivist/ sosyalist dildir. Meselâ sıkça kullanılan “emperyalizm” kelimesi ile farkında olmaksızın Türk Milleti’ni eski bir sömürge ahalisi gibi gördüklerini, İstiklâl Harbi’ni de bir sömürge ahalisinin efendilerinden kurtulması mücadelesi haline getirdiklerini fark edememektedirler.

Buna mukabil modern demokrasinin seçim aygıtını, hukuka dayalı olarak kullanmak yönünde sağlıklı bir arzu taşımaktadırlar. Ve gene fakat kullanmak istedikleri hukuka dayalı demokratik sistemin hangi ideolojinin terimleriyle tanımlandığı, hangi ideolojik değer yargılarıyla bağlandığını düşünmeye yanaşmamaktadırlar.

Türk milliyetçileri sosyolojik olarak fevkalâde sağlam yaptıkları millet tarifine karşılık, sadece kolektivist sosyo-ekonomik görüşleri yüzünden toplumu, devlet tarafından güdülen, fikren ve en önemlisi çıkarsal anlamda yeknesak bir kitle saymak eğilimindedirler.

Çünkü metodolojik bireycilikten habersizdirler ve bundan dolayı da toplumu meydana getiren şeyin temelde “âdil davranış kuralları” olduğunu görememekte, toplumu, devletin bir tasarımı saymaktadırlar. Milliyetçilerin topluma dair bu görüşü, Hayek’in “kurucu rasyonalizm” diye tanımladığı günlük hayatta “toplum mühendisliği” ile tanınan büyük otoriter yaklaşımdan başka bir şey değildir.

Milliyetçiler, toplumun, devletin eğitim politikalarıyla rahatça şekillendirilip kullanabileceği, yönlendirebileceği büyük bir kitle olduğundan başka bir tasavvur bugüne kadar maalesef geliştirememişlerdir. Bir yandan toplumu bir arada tutan örf/töre kavramına sıkı sıkıya bağlılık gösterip diğer yandan bu beraberliğin sürmesini sağlayan ferdi iradeleri yok saymak milliyetçiliğin en can alıcı çelişkisidir. Bundan dolayıdır ki “milliyetçi” dendiğinde insanların aklına ilk gelen şey, kendisini bir teşkilat içinde yok etmiş, eritmiş, fanatik tiplerdir.

Daha öne söylediğimiz gibi bunun altında yatan şey de siyasî milliyetçiliğin büyük oranda kapalı köy/taşra toplumuna dayanmasıdır. Kapalı toplumun en büyük varoluş değeri ve amacı “benzeşmektir” benzemeyene duyulan güvensizlik hâlâ içimizden atılamamıştır. Benzeşmek güdüsü, insanlara ferdiyetlerini unutmalarını emreder. Çünkü ferdiyet, kendi başına e kendi aklıyla hareket edebilmek demektir. Kapalı toplumlarda ferdiyet, benzeşmeyi sağlayan bütün değerlerin yıkılması anlamına gelir. Her şeye rağmen Türk milletleşmesinin eski tarihi ile bu benzeşme güdüsünün şiddeti, aşiret hayatının hâlâ sürdüğü ve bundan dolayı etnik ırkçılıkça kolaylıkla sömürülen bölgelerdeki toplumsal yapılara göre nispeten azalmıştır.

Milliyetçi camianın kapalılığı, onun, toplumu, geldikleri köylerdekine benzer , beraber hareket eden yekvücut bir kitle olarak görmesinin en baştaki sebebidir. Bu görüşün diğer bir sebebi de en aşta söylediğimiz gibi ahlâkî güdülenmedir.
O halde Türk milliyetçileri bu gün siyasî arenada varlık gösterebilmek, dertlere derman olabilmek için nasıl bir toplum tasavvuru geliştirmelidir? Şu kadarını kesin olarak söylemeliyiz ki aslını esasını bilmeden kullandıkları kolektivist/sosyalist toplum tasavvuru ancak elde silâhla insanları güden bir devletin varlığında yürürlüğe konabilir ki bunun en hazin örneği Sovyetler kıyım makinesinde görülmüştür.

Kendi amaçlarını, kendi bilgisiyle takip etmekte, diğer insanların temel haklarına riayet dışında hiçbir şeyle sınırlanmamış fertlere saygı duymak bugün artık modern demokrasileri kullanan hukuk devletlerinin temel idealidir. Bu, insanın varoluşunu sağlayabilecek ve sürdürebilecek tek aksiyomdur.

Toplumcu bakışın, toplum veya birileri adına fertlerin birer istatistik kürdan tanesi gibi kırılıp sarf edilebileceği düşüncesini benimsemek şimdiye kadar milliyetçilerin daha sıcak baktığı düşüncedir, maalesef.

Devleti, “melek üretme makinesi” olarak düşünmek yerine, hak ihlallerinin gidericisi olarak görmek, bahsettiğimiz metodolojik bireyciliğin sonucu ve gereğidir. Bu bakış bize devletin keyfî güç kullanımına nasıl baktığımızı da gösterir aslında… Güç kullanımını milletin varlığına yönelik her türlü saldırı ve fertlerin haklarının açık ihlali durumuyla sınırlandırmadığımız takdirde daha çok 12 Eylül travması yaşanacağı kesindir.


Milleti hukuka ve “değerlere” dayandıracak kadar basiretli olan bir camianın “toplumun özüne” dair bu kurucu kolaycılığı şimdilerde “ulusalcı” denen sosyalist 3. Dünyacı klik tarafından kuvvetle istismar edilmektedir.

Türk milliyetçileri kullanageldikleri ideolojik söylemin, “zarar vermemek iradesi” olarak ahlâkla bağdaşıp bağdaşmadığı, bu söylemin ferdi feda etmeyi meşrulaştırıp meşrulaştırmadığı gibi konuları tekrar ve ciddi şekilde gözden geçirmelidir. İnsana zararı dokunacak ideolojilerin kendi ahlâklarıyla bağdaşıp bağdaşmadığına baktıktan sonra fayda mülâhazalarına girişmelidirler. İnsanlar sizden onların istedikleri şeyleri söylemenizi beklemez. Siyaseti bu zannedenler yanılırlar. Siyaset bir ikna sanatıdır ve sizin oy istediğiniz insanları nasıl gördüğünüze dair net bir izahınız yoksa yapabileceğiniz tek şay makarna, kömür, fındık, fıstık ve döner ekmek dağıtmak olabilir.

1 yorum:

Afşar Çelik dedi ki...

Sevgili okuyucu, madem kötü bulacak kadar iyi okudun, neden bir zahmet iki satır eleştiri yazmadın? Madem eleştiri yazmayacaksın neen illa bir izlenim bırakıyorusn? Bunu kötü bulduysan iyisi sence nasıl?