17 Aralık 2010 Cuma

Türkiye’de Muhafazakârlığın Sosyalizme Dönük Yüzü ve Hayalî Arabamız II

* -Hey baksana, bütün parayı bize veriyor, aynen söz verdiği gibi...
- Elindeki senin cüzdanın...



....


Lâfı bu kadar neden uzattım? Şundan dolayı:

Birincisi, mevcut iktidarın dünya görüşünün Türk örfü ile ilgisi yoktur. Mevcut iktidar partisinin kurucuları ve mensuplarının pek çoğu, Arap örfünü din zanneden insanlardır. Dolayısıyla bir örfü koruyorlarsa eğer, o örf Türk örfü değil, Arap örfüdür. Demek ki muhafazakâr denen siyasi dinciler aslında bambaşka bir şeyleri muhafaza etmeye ve bizi de buna zorlamaya çalışmaktadırlar. Bu durumda onları kendi muhafazakâr siyasetçilerimiz olarak görmek hatadır. Mevcut siyasi dinci kadro, Türk örfünden olduğu kadar Türk adından da nefret etmektedir. Nitekim demokrasiyle alâkası olmayan Anayasa hayallerini temeli, ifade hürriyetini genişletmek ve doğru sınırlara çekmek değil, Türk adını kendi Anayasasından silmek vardır. Demek ki mevcut siyasi dinci kadro muhafazakâr değil, aksine yabancılaşmış bir gruptur.

İkincisi, mevcut iktidar da diğer bütün iktidarlar gibi vergilerden elde edilen havuzu “gelir” zannetmekte, vergilendirilmiş tüketim mallarından elde ettiği para yetmiyor gibi her türlü sosyal hizmeti de hesapsız bir peşin ödemeyle sunmaktadır. Şöyle bir bakıldığında devletin bedava sağladığı sanılan hizmetlerin hiç biri bedava değildir. Sağlık hizmetini bedavaya aldığınızı sanır ve fakat hizmetin bedelini çok önceden ve defalarca ödemiş olduğunuzu aklınıza bile getirmezsiniz. Demek ki devlet denen tanrı kompleksli yapı bile “Bedava ekmek yoktur!” kanunundan kaçamamaktadır. Bordrosuna bakmayı akıl edemeyenlerden oluşan bir toplumda, brüt maaşının ne kadarının vergiye ve kesintilere gittiğini bilemeyen insanların makarna, kömür dağıtımı gibi sadakalarla ağzının sulanması gayet doğaldır. Bunları yapan iktidarlar ve onların sözde destekçisi bürokratlar bütün hesaplarını(!) istendiği zaman sağılabilecek bir vergi mükellefi kitlesine bağlamaktadırlar. Bu kabulünün temelinde de kaynakların, ara mallarının ve tüketim mallarının ve elbette paranın “kamu malı” olduğuna dair saplantılı bir kolektivist görüş yer almaktadır.

Bunların yanı sıra ülkemiz iktidarlarının hiç biri, ihracatı, ithalatı, imalatı kimin yaptığını bilmez. Bu yüzden de birilerinin yapıp ortaya koyduğu katma değerin parasal karşılığı üzerinden ahkâm kesip ihracatı arttırıp ithalâtı azaltmaktan, daha çok kredi vermekten, daha çok insana “iş” vermekten rahatlıkla bahsedebilirler. Bir devlet memurunun işe alınmasının dört kişinin işsiz kalması anlamına gelmesi, bir basit hesaplama işiyken bunu hesaplamaktan aciz iktidarlar tacirlerin kârlarını tartışmaya açabilmektedir. Kaldı ki sözde “işe aldığı” memurların ne iş yaptığını, ürettiği katma değerin ne olduğunu, kaç milyon liralık kaynak israfına sebep olduğunu görmeye yanaşmamaktadırlar.

Kendisinin yapmadığı ihracat ve ithalatta, kendisinin muhatabı olmadığı borçlanmaları, vergi mükelleflerinin paralarıyla kapatmaya çalışırken gene aynı kolektivist saplantıyla hareket etmektedirler. Üzerinde hesaplar yaptıkları hiçbir malın yaratıcısı olmadıkları halde, bunlar hakkında maliyet mülâhazalarına girip bazı iş kollarında doğrudan doğruya fiyat emredebilmektedirler. Bunun en berbat iki örneği akaryakıt ve ilâçtır.

Sağlık hizmetlerinde kendi sermayelerini riske eden kapitalistler olarak eczacıların sattıkları ürünler üzerinde hiçbir haklarının olmaması ve adeta devlet emrinde çalışan kamu eczacıları gibi bütün şartları tek taraflı belirlenen bir alışverişe mecbur bırakılmaları açıkça zorbalıktır. Borçlar hukukunda şartların kısıtlanması yoluyla sözleşmeye mecbur bırakılma durumuna ikrah denmektedir ve ikrah sözleşmeyi geçersiz kılan bir durumdur. Oysa devlet hayatın her alanını tekeline alarak insanlara hiçbir söz hakkı bırakmamaktadır. Ve bu durum ne sağ ne sol iktidarlarda değişmiştir. Keza bir bakanın akaryakıt satıcılarının kâr hadlerini fillerine dolayıp bunu AB ülkeleriyle kıyas etmesi üstelik piyasanın en meşru işlemlerinden olan iskontolandırma, taksitlendirme gibi şeyleri birer hile gibi sunması, kabul etmesi ancak sosyalist bir diktatörlükte görülebilecek bir hırçınlıktır ve ayıptır. Bakanın satıcıları kârlarından dolayı zımnen “hırsız” kabul etmek yerine, akar yakıttaki akıl almaz vergilendirme üzerinde düşünmesi, medeniyetin icabıdır ama, “devletçi” ekonomi ile devletin Tanrı olacağını sananlar için bunu düşünmek kâbus gibi bir şeydir.

Kaldı ki bu ekonomik zorbalık, asgari ücret tespitiyle, tarım ürünlerine taban fiyatı biçmekle, vs sürdürülmektedir. Türk ekonomisine şöyle bir baktığımızda hemen her sektör, devletin doğrudan veya dolayı fiyat müdahaleleri ve ağır vergilendirmesiyle karşı karşıyadır.

Kendisini “sağ” sayan bir iktidarın alışveriş ve sözleşme hürriyetlerine bu kadar alenen ve hoyratça müdahale edebildiği bir iktisadî rejim kapitalizmden çok sosyalizme yakındır.

Burada ayrıca bütün toplumu, Arap örfüne göre şekillendirmek gibi bir hedefle yürütülen toptancı politikalara bakıldığında ki bunun en can alıcı örneklerinden biri, içkili yerlerle ilgi sürekli olarak yürütmenin fiilî müdahaleleridir. Bu toplumsal müdahaleler yavaş yavaş arttırılmakta bir zamanların “Homo sovieticus” saplantısına benzer bir “Homo islamicus” tasavvuru yavaş yavaş her yerde yerleştirilmeye çalışılmaktadır.

İnsana ve ekonomiye bu toptancı ve tasarımcı bakışı ile Türkiye’de siyasi dincilik, temelleri sözde sömürge karşıtı sosyalist Arap kökten dincilere atılan kolektivist dinciliği, demokrasinin araçlarını istismar ederek ve hukuk süzgecinden geçirilmeksizin topluma aşılamaktadır. Toplumun genelini ilgilendiren konuları “ulemaya sormak”, “Türk’ü Arap’ın eli ayağı yapmak”, anlayışının nihaî hedefinin Türk adının Anayasa’dan çıkartılması olduğu da açıkça belirtilmiştir. Türk vatanında Türk adına tahammül edemeyen bir siyasi dinci kadronun “muhafazakâr” olduğundan bahsedilemez. Hele hayatın her alanını yasamayı kullanarak yürütmenin müdahale alanı haline getirip plânlamak, buralara komuta etmek anlayışı liberal bir demokrasiyle asla bağdaşamaz. Siyasi dinciler Türkiye’de insana emretmek, onu baskılamak, onu şekillendirmekle ilgili tasavvurlarını, kendilerine en yakın ideoloji olan sosyalizmle gayet net bir şekilde ilişkilendirmiştir. Türkiye büyük gerçeklerin küçük etiketlerin gölgesinde kaldığı bir ülke olduğu içindir ki sözde sağ iktidarların fiilî sosyalist müdahaleleri Türk Milleti’ni fakirleştirmeye devam etmektedir.

Türkiye eskiden yabancılaşmış ve işbirlikçi sosyalistlerden çektiğini bu gün fiilî sosyalist, yabancılaşmış enternasyonalist dincilerden çekmektedir. Bir toplumun hem kimliğine hem de iktisadî temellerine yabancı olunduğunda ulaşılacak tek yer parçalanma ve iflâstır. Bu gün Türkiye’de yaygın endişelerin sebebi de bunlardır. Türkiye, mevzuat yoluyla hukuk karinelerinin çiğnendiği kolektivist anlayıştan uzaklaştırılmadıkça ne refaha ermesi ve ne demokrasiyi sağlıklı şekilde tesis edebilmesi mümkün olacaktır.

Bu yüzden hesap ettik, kitap ettik şimdilik araba almamaya, karar verdik. Ama hayalimizde hâlâ geniş bir aile için konforlu bir araba almak var. Hayırlısı…


BİTTİ.

Hiç yorum yok: