10 Aralık 2010 Cuma

İki Halk Söyleminin Yanlışlığı Ve Muhtemel Trajik Sonuçları




Her şeyden önce “halk” kelimesinin, sosyo-ekonomik bir tabakanın ilerisinde bir anlamda kullanılmasının tam da Marksist çataldilliliğin işi olduğunu hatırlamalıyız.

Çünkü halk kelimesini, “kabile”, “kavim”, “millet” kelimeleri yerine kullanmaya kalktığımızda hiçbir soruya cevap veremez hale geliriz. Çünkü “halk” kelimesinin kapsamı, meselâ tarihi ve hukukî derinliği olan bir büyük siyasi yapının, yani milletin oluşum sürecini açıklamakta acizdir.

Bir kere “halk” kelimesinin bu laubali ve özensiz kullanımını anladıktan sonra Türkiye’deki toplumsal ayrışma tehlikesine daha sağlıklı bakabiliriz.

Dikkat edilirse şimdilerde “ulusalcı” olan sol dahi hâlâ “halklar” söylemini kullanmaktadır.

Burada terimin yanlış kullanımının yanı sıra, bu terimle, “birbirleriyle uzlaşmayan temel farklılıklara sahip, ayrı toplumsal yapıların” ifade edildiğini, edilmek istendiğini hatırlamalıyız.

Bu açıdan bakıldığında Kürt’lerle Türklerin birbirlerinden Filistinliler ve Yahudiler, Ruslar ve Çeçenler gibi apayrı iki toplumsal yapı olduğunu düşünmeliyiz.

Hakikat böyle midir? Hakikatin böyle olup olmamasından önce birbiriyle kıyaslanmaya, kıyaslanarak farklılıkları ortaya konmaya alışılan iki toplumsal yapının kıyaslanamazlığına dikkat çekmemiz icap ediyor.

Burada dikkat edilmesi gereken nokta, bazılarının bütün ısrarlarına ve kabul ettirmek için savurdukları tehditlere rağmen, Kürt’lerin bir millet olmadıklarıdır. Etnik ırkçı Kürtçüler Türk varlığına düşman oldukları ilk günden bu yana bunun farkındadır ve bu durumu düzeltmek için sürekli “devletleşmeye” çalışmaktadır.

Kürtler ancak en fazla “kavim” denebilecek bir toplumsal yapıdır. Burada onların kavim lup olmadıkları bile ciddi şekilde tartışmalıdır. Çünkü üç beş köylük feodal egemenlik alanları dışında modern devletin öncülü olabilecek bir kavimsel beraberlik meydana getirememişlerdir. Yapıları bu gün hâlâ ailesel bağlılığın ötesine geçememiştir. Dolayısıyla Kürtler ve Türk’lerden bahsederken nelerden bahsettiğimizin farkında olmalıyız.

Türk’ler tarihin çok eski döneminde, çeşitli kavimleri bir hukuk çatısı altında toplamış büyük bir siyasi iradenin sahibi bir millettir! Dolayısıyla bu iki farklı toplumsal yapıyı sırf birer isim taşıyorlar diye aynı kefeye koymak ve birbiriyle mukayese etmek mümkün değildir.

Bir “halk” diye Türk varlığından ayrılmaya çalışılan Kürt toplumsal yapısının böyle sayılabilmesi için Türk denen yapıdan hemen hiç etkilenmemiş, kendi başına bir kültür geliştirmiş, örfleri tamamen ayrı, dini farklı, toplumsal karışmasının da hemen hemen olmadığı bir hal sergilemesi gerekir. Nitekim yukarıda zikrettiğimiz örnekler de dahi kısıtlı da olsa evlilikler yoluyla toplumsal karışmalar meydana gelmiştir.

Peki bir Kürt’ü bir Türk’ten ayırt etmenizi sağlayacak bu uzlaşmaz farklılıklar nerededir? Bir dil olduğu söylenen yerel anlaşma vasıtasının farklılığı dışında ki onun artık Türkçe, Farsça ve Arapça’dan sentezlenmiş bir yerel kültür ürünü olduğu uzun yıllardır bilinmektedir. Bunun en tartışılamaz delili Kürtçe sayıların olmaması bunların tamamen Farsça telaffuz edilmesidir.

Bir Kürt ile bir Türk’ü ne görünümüne, ne genetiğine ne de kanına göre birbirinden ayırt etmemiz mümkündür, her ne kadar etnik ırkçılar bütün söylemlerini buna dayandırsa da…

Kırsal kesimde yörenin şartları gereği ve kapalı toplumun özelliğinden dolayı sürdürülen bir takım mahalli adetlerin Türk kültürüyle kıyaslanacak bir büyük kültürü işaret ettiğini söylemek ancak etnik ırkçı bir burnu büyüklükle mümkündür.

Burada ayrışmanın dayandırılmak istendiği farklılık sadece etnik ırkçılığın kafasında ısrarla sürdürmeye çalıştığı hayalî bir farklılıktır. Sanki Türkiye’de Türkçe’yi hiç bilmeyen, ömrü boyunca duymamış, hiç Türk görmemiş sayısız Kürt varmış da bunlar uzlaşamaz bir farklılık olarak bir arada yaşamaya engelmiş gibi göstermek, etnik ırkçılığın basitliği, bayağılığıdır. Bütün bunların ötesinde evlenmeleri artık yok saymak alışkanlığı yerleşmiş bile olsa evlilikler yoluyla ne kadar Türk’ün Kürtleştiği ne kadar Kürt’ün Türkleştiği bilinememektedir. Kaldı ki Doğu ve Güneydoğu Anadolu’daki tarihi belgelerin ışığında bunun da tespit edilmesi artık mümkündür ki Kürtleşmiş çok sayıda Türkmen köyünün bu kayıtlar ışığında kökenlerine ulaştığını söyleyebiliriz.

Öyleyse Kürt’lerin “ayrı bir halk” olduğu söyleminden geriye ne kalmaktadır? Sadece ırkî farklılık! Yani? Asırlar boyu Türk medeniyet dairesinde gördüğümüz bir topluluk olarak Kürt’lerin hiç kimseyle karışmaksızın, saf bir ırk olarak farklılıklarını koruduklarını söylemeye varan bu ifade bütün sosyolojik dinamiklere aykırı olduğu gibi ahlâkî açıdan da kabul edilmez ve açık bir ırkçı söylemdir.

Böylece “Kürt” dendiğinde, fizyonomisiyle, soy sop ilişkileriyle anında ayırt edilebilecek insanların var olduğu söylenmektedir. Bu da doğaldır çünkü etnik ırkçılar kültürel farklılık yönünde Türk’lerle ne kendilerini mukayese edebileceklerini ne de ayrılığı gösterebileceklerini bilmektedirler.
Bu ayrılık/farklılık söyleminin bütün dayanağı ırkçı bir inattır.

Bunu tespit ettikten sonra, ırka dayalı bir farklılığın resmen tanınması ve siyasi bir ayrışmayla neticelendirilmesi halinde ne olacağına bakmalıyız.

Her şeyden önce, “iki halk” söylemi, millî kimliğini aynı vatanı paylaşmak ve aynı devleti kullanmakla belirlemiş bir milletin varlığını reddetmek demektir.

Bir memlekette iki “halk” varsa ancak bu iki halk birbirine yakın nüfustadır ve birbiriyle kesin şekilde kültürel farklar sergilemektedirler. Irak Kürt’leri ve Arapları gibi… Burada sorulması gereken soru şudur: “Neden Irak’ta Türkmenler ve Kürtler birbirlerinden ayırt edilebiliyor da Türkiye’de bunu yapmak imkânsız?”

Bunun pek çok sebebi var, fakat her şeyden önemlisi Türkiye Cumhuriyeti’nin millî bir devlet olması ve Kürt topluluğunun bu yapının ayrılmaz bir parçası , Türk kimliğinin yerel bir tonu olması ve bundan dolayı yasama yürütme ve yargı erklerinin kullanımında toplumun geri kalanından ayrılamayacağı kabulünün siyasi birliğin temeli olmasındandır.

Oysa Irak böyle değildir. Çünkü Irak bir harita devletidir. Toplumsal gerçeklere değil, emperyal ihtiyaçlara göre çizilmiş bir yapboz sahasıdır. Dolayısıyla böyle bir devlette, farklılıkları giderecek bir uzlaşma noktası bir büyük kültürel merkez geliştirmek mümkün değildir. Türkiye’de Kürtler millî devletin adalet sağlayıcılığından ayrımsız yararlanırlarken, Irak sun’i devletinde resmen işaretlenmekte, yaftalanmaktaydılar. Ne Irak ve Suriye’de Araplar ve ne İran’da Fars’lar, Kürtleri bir kardeş ve millî bir unsur olarak kabul etmişlerdir. Dolayısıyla Irak’ın yapısı ile Türkiye’nin yapısını karşılaştırmak hele Irak gibi bir ilkel kabileler koalisyonunu Türkiye’ye “model” diye sunmak hüsn-ü zanna göre ahmaklık, şüpheciliğe göre “ihanettir”.

Türkiye’de egemen Türk Milleti’nin, kendinden ayırmaksızın meclisine soktuğu, emniyetini tevdi ettiği, savunma sırlarını kendilerine açtığı insanları ırken ayırmakta ısrar ettiğinizde artık Türk Milleti için “evdeki yabancıdan” farkınız kalmaz. Bu, ailenin reddi anlamına gelir. Bu da ev mahremiyetini artık paylaşmak yetkinizin/hakkınızn artık olmadığı anlamına gelir. TBMM’de hem Anayasaya, Türk Milleti’nin bölünmez bütünlüğüne yemin edip hem de “Ben Türk değilim ki!” dediğinizde, içinde barındığınız, sizi dışarının karından, yağmurundan koruyan evi inşa eden ev sahibinizin güvenine ihanet etmiş olursunuz. Bu, açıkça “emniyeti suiistimal” etmek demektir.

Bütün aileler yabancı kanların karışmasıyla meydana gelir ve aileye anlam veren de kan değil, o kanı taşıyanların bir arada bulunmakta gösterdikleri sadakattir. Eğer bu sadakat gösterilmez de, ahde vefasızlık edilirse artık aynı kanı taşımanın bile bir anlamı kalmaz.

Etnik ayrılıkçı Kürtler ( dikkat edilirse Kürt siminin önündeki sıfat ile bütün Kürt’leri kast etmediğimizi vurguluyoruz), inatlarını, ahde vefanın yarattığı derin insancıl anlamı reddetmeye kadar vardırmışlardır.

“İki halk” söylemi, millî bir devlet olan Türkiye Cumhuriyeti’nde kabul edilemez. İki halktan bahsetmek egemenliği ırka dayalı bölmek demektir ki bu da pamuk ipliğine bağlı bir bağımsızlık ve bölünme hali demektir. Eğer Türk Milleti’nin egemenlik hakkı/söz hakkı denen bir şey varsa bu söylem onu reddetmektir ki ya bu durumda ülke ikiye bölünür ve bölünen kısım ve onun etnik bakiyeleri toplumsal hayattan dışlanır ve ikinci bir mübadele yaşanır. Ya da bu söylem ile milleti bölmeye çalışan herkes yargı önüne çıkarılır ve suçlarının derecesine göre vatandaşlıktan çıkarılır veya bazı haklarından mahrum edilir.

“İki halk” söyleminin bu iki ihtimal dışında bizi bir yere götürmesi mümkün değildir. Bu iki ihtimalin “insancıl”, “demokratik” olduğunu savunanlar var ise onları da ciddi birer piskopatoloji örneği olarak klinikte onları tedavi etmemiz elzemdir.









Hiç yorum yok: