Bir siyasetçi İzmir’in hayat tarzına müdahale edilmeyeceğini söyledi…
Bu siyasetçimiz siyasî dincilikle malul bir siyasi partinin yetkilisiydi. İzmir hakkındaki akıllara zarar benzetmeleri dışında konuşmasının asıl önemli noktası bence İzmir’in hayat tarzı hakkındaki sözleridir.
Kimsenin İzmir’in hayat tarzına müdahale etmeyeceğini söylerken aslında İzmir’in hayat tarzının kendisine göre anormal olduğunu zımnen ifade ediyordu.
Bu ifade birkaç açıdan fevkalâde sakattır. Öncelikle bir iktidar partisinin, bir memlekete belli bir hayat tarzı empoze etmeyi ima bile etmesi veya memleketin herhangi bir yerindeki hayat tarzının “müdahale edilebilir” olduğu imasını uyandırması dahi demokrasiyle bağdaşmayacak bir ifadedir.
“İzmir’in hayat tarzına müdahale edilmeyeceğinin” söylenmesi, İzmir’in, hayat tarzına müdahale edilmekten muaf tutulduğu anlamına gelir ki bu aynı zamanda “Canımız isterse hayat tarzınıza da gayet güzel müdahale ederiz!” anlamına gelir. Bu aynı zamanda İzmir ayarında olmayan illerde hayat tarzına müdahaleye başlandığının da zımni bir itirafıdır.
Zaten içkili yerlerle ilgili yürütme uygulamaları zaman zaman gündeme gelmektedir. Nitekim internetten alkollü içki alışverişinin yasaklanması, özgürlüğün ilk verilecek taviz olduğu güvencesine dayanmaktadır.
“İzmir’in hayat tarzı” dendiğinde zaten bu hayat tarzının, siyasî dinciliğin normlarına uymadığı, “normalin” dışında , ayrı bir şey olduğu söylenmiş oluyor.
Oysa çok yakın zamana kadar İzmir’in hayat tarzı denen şey toplumumuzun ortalama hayat tarzı idi.
O halde sürekli ötekileştirmenin kötülüğünden bahseden popülist siyasi dinciliğin bu hayat tarzı söyleminin özelliği nedir?
Öncelikle şunu belirtmeliyiz. İzmir, siyasî dinciliğin, toplumun ortalamasını belirleyemediği birkaç şehrimizden biridir. Çünkü çok eski bir ticaret şehridir ve şehir kültürü, kültürel çeşitliliğin seküler bir halde yaşandığı bir yapı arz etmektedir. Zaten siyasî dincilerin İzmir’e duydukları büyük öfkenin ve onu eli yüzü kirli bir çocuğa” benzetmelerinin sebebi de budur. Çünkü İzmir’de insanlar, kendi hayat tarzlarını bireysel olarak yaşamanın kültürünü geliştirmişlerdir. Siyasî dinciliğin beslendiği cemaat yapısı için bu en büyük tehlikedir. Herkesin kendi aklınca yaşaması cemaatçi yapılar için bir kirlilik ve günahtır.
Bununu siyasî yansıması, demokrasiyi bir cemaatler savaşı haline getirmektir. Böylece oy sayısı elde edilen silâh anlamına gelmektedir. En güçlü silâhı elde eden kimse, toplumun geri kalanına, istediği her şeyi yaptırabileceğini düşünür.
İktidar partisinin bilhassa içkiyle ilgili uygulamaları ve beyanları, içkiyi “hayat tarzının dışına atmak” gayretleri bu anlayışın hayata geçirilmesidir.
Peki ama bu siyasî dincilik midir?
O halde siyasî dinciliğe biraz daha derinden bakmalıyız.
Siyasî dincilik bir kapalı toplum ideolojisidir. Bir arada ancak kayıtsız şartsız benzeşerek yaşayabilen insanların dindarlığının siyasi ideolojisidir. Onlar için din ancak beraber yaşandığında var olabilen bir toptan hayat tarzı kılavuzudur. Ve eğer bunu hayata geçirmek demokrasi ile olacaksa o zaman demokrasi kullanılır. Eğer kanlı bir devrim gerçekleştirilecekse, “amaca giden her yol mubah olduğundan” ( Bu açıdan siyasî dinciliğin ahlâkı ile sosyalizmin teleoljik ahlâkı birbirinin ikizidir.) öyle ya da böyle iktidar muhakkak elde edilmelidir.
“Demokrasi bizim için bir tramvaydır!” vecizesi zaten her şeyi ortaya koyuyordu.
Siyasî dinciliğin esas hedefi ne demokrasidir ne de ifade hürriyeti. Siyasî dinciliğin tek hedefi, bütün toplumu kendisini partileştiren cemaatin hayat tarzına zorlamaktır. Amaç kutsal olduğundan yapılacak her türlü zorlama da meşru sayılacaktır, sayılmalıdır.
Hele bir de “demokrasi”, devletin hükûmetlerin keyiflerine göre “sosyal adalet” dağıttığı bir sadaka paylaşımı olarak algılanıyorsa zaten ferde ve temel haklara dayalı bir hukuk devleti anlayışı çoktan cennete yollanmış demektir. Sosyalistlerin “demokratik solcularının” veya “sosyal demokratlarının” oy çokluğu yoluyla yapmak istedikleri mülkiyet ilgası, gaspı nasıl “demokrasi” adıyla meşrulaştırılıyorsa siyasî dinciler de temel haklara din adına müdahale etmeyi aynı ilkesizliğe dayanarak savunurlar.
Cemaatleri dışında bir hayat bilmeyen insanlar için fert ve onun temel hakları diye bir şey söz konusu değildir. Onlara göre, ferde düşen tek şey, cemaate hizmet etmek mükellefiyetidir.
Siyasî dincilik, dikkat edilirse meselâ kılık kıyafetle ilgili iddialarını metodolojik bireyciliğe değil, kollektif kimliklenmeye dayandırmaktadır. Onlara göre bir kadının hiçbir cemaate mensup olmaksızın örtünmesi mümkün değildir. Zaten cemaat, örtünme şekillerini öyle bayraklaştırmıştır ve katılaştırmış ve sahiplenmiştir ki kadının ferdi tercihinin cemaat mensubiyetlerinin üstüne çıkması imkânsız kılınmaktadır. “Müslümanlar” denerek, memleketim ortalama Müslümanları dışında bir tuhaf dinî grup oluşturulmakta ve bu gurubun siyasî tercihlerine göre iktidar yürütme aygıtını kullanmaktadır. İktidar partisinin “Müslüman” algısı, hepsi tek tip giyinen kadın ve erkeklerin “ulemalarına”, “şeyhlerine” danışarak robotlaşa hareket ettikleri bir düzenin tektür parçaları anlamına gelmektedir. Bundan dolayıdır ki “içki içen Müslüman” gibi bir şeyin var olamayacağı veya var olmaması gerektiği kanaatiyle devletin zor kullanma yetkisini kendi toplumsal tasavvurlarını gerçekleştirmek için alabildiğine işletmektedirler.
Bundan dolayıdır ki, içki içen, saçı açık, denize giren, kadınlı-erkekli toplanabilen insanların “hayat tarzı” önce bir “güvence” beyanıyla kendiliğinden toplumun geri kalanından izole edilmektedir. Bu bir anlamda o insanlara, Medine sözleşmesiyle hayat tarzları güvenceye alınan Yahudi’ler gibi davranmaktır.
Bu kolektif kimliklendirme refleksi zaten siyasî dincilikle etnik ırkçılığın buluşma noktasıdır aynı zamanda. Bundan dolayıdır ki etnik ırkçılar başörtüsü istismarına ses çıkaramazken, siyasî dinciler de ifade hürriyetinin kolektivist sömürüsüne karşı çıkamamaktadır.
Türkiye, toplumun varoluş sebepleri olan değer ve normlarının, demokrasi istismarıyla siyaseten yıpratıldığı ciddi bir tehlikeyle karşı karşıyadır. Bu gidiş, “ortalama Müslüman’ın” önce gayrı Müslim gibi izole edileceği daha sonra da birilerinin din kabullerini uygulamaya zorlanacağı bir düzenedir. Zaten iktidar vekilinin “kakafoni” söylemi de “cemaate uymayan” bir çok seslilikten şikâyetin beyanıdır. Bu beyan aynı zamanda “çözümün tek ve tartışılmaz temsilcisi ve faili” olmak iddiasıdır. Neden böyledir? Çünkü siyasî dincilik tartışılmazlığını, kendine göre tartışılamayacak ilâhî emirlere dayandırır.
Önümüzde iki seçenek var: Ya bütün Türkiye İzmir olacak… Veya “sıradan Müslümanlar” ancak İzmir gibi izin verilen birkaç getto şehirde yaşamaya mecbur bırakılacak… Bunu bir hayal sanıyorsanız, Türkiye’nin eyaletlere bölünmesi ve Türk adının Anayasa’dan kaldırılmasını savunan iki grubun, siyasi dinci iktidar kanadı ve etnik ırkçı Kürtçü siyasetçilerin söylemlerindeki benzerliği bir kere daha gözden geçirmenizi hararetle tavsiye ederim.
Bu siyasetçimiz siyasî dincilikle malul bir siyasi partinin yetkilisiydi. İzmir hakkındaki akıllara zarar benzetmeleri dışında konuşmasının asıl önemli noktası bence İzmir’in hayat tarzı hakkındaki sözleridir.
Kimsenin İzmir’in hayat tarzına müdahale etmeyeceğini söylerken aslında İzmir’in hayat tarzının kendisine göre anormal olduğunu zımnen ifade ediyordu.
Bu ifade birkaç açıdan fevkalâde sakattır. Öncelikle bir iktidar partisinin, bir memlekete belli bir hayat tarzı empoze etmeyi ima bile etmesi veya memleketin herhangi bir yerindeki hayat tarzının “müdahale edilebilir” olduğu imasını uyandırması dahi demokrasiyle bağdaşmayacak bir ifadedir.
“İzmir’in hayat tarzına müdahale edilmeyeceğinin” söylenmesi, İzmir’in, hayat tarzına müdahale edilmekten muaf tutulduğu anlamına gelir ki bu aynı zamanda “Canımız isterse hayat tarzınıza da gayet güzel müdahale ederiz!” anlamına gelir. Bu aynı zamanda İzmir ayarında olmayan illerde hayat tarzına müdahaleye başlandığının da zımni bir itirafıdır.
Zaten içkili yerlerle ilgili yürütme uygulamaları zaman zaman gündeme gelmektedir. Nitekim internetten alkollü içki alışverişinin yasaklanması, özgürlüğün ilk verilecek taviz olduğu güvencesine dayanmaktadır.
“İzmir’in hayat tarzı” dendiğinde zaten bu hayat tarzının, siyasî dinciliğin normlarına uymadığı, “normalin” dışında , ayrı bir şey olduğu söylenmiş oluyor.
Oysa çok yakın zamana kadar İzmir’in hayat tarzı denen şey toplumumuzun ortalama hayat tarzı idi.
O halde sürekli ötekileştirmenin kötülüğünden bahseden popülist siyasi dinciliğin bu hayat tarzı söyleminin özelliği nedir?
Öncelikle şunu belirtmeliyiz. İzmir, siyasî dinciliğin, toplumun ortalamasını belirleyemediği birkaç şehrimizden biridir. Çünkü çok eski bir ticaret şehridir ve şehir kültürü, kültürel çeşitliliğin seküler bir halde yaşandığı bir yapı arz etmektedir. Zaten siyasî dincilerin İzmir’e duydukları büyük öfkenin ve onu eli yüzü kirli bir çocuğa” benzetmelerinin sebebi de budur. Çünkü İzmir’de insanlar, kendi hayat tarzlarını bireysel olarak yaşamanın kültürünü geliştirmişlerdir. Siyasî dinciliğin beslendiği cemaat yapısı için bu en büyük tehlikedir. Herkesin kendi aklınca yaşaması cemaatçi yapılar için bir kirlilik ve günahtır.
Bununu siyasî yansıması, demokrasiyi bir cemaatler savaşı haline getirmektir. Böylece oy sayısı elde edilen silâh anlamına gelmektedir. En güçlü silâhı elde eden kimse, toplumun geri kalanına, istediği her şeyi yaptırabileceğini düşünür.
İktidar partisinin bilhassa içkiyle ilgili uygulamaları ve beyanları, içkiyi “hayat tarzının dışına atmak” gayretleri bu anlayışın hayata geçirilmesidir.
Peki ama bu siyasî dincilik midir?
O halde siyasî dinciliğe biraz daha derinden bakmalıyız.
Siyasî dincilik bir kapalı toplum ideolojisidir. Bir arada ancak kayıtsız şartsız benzeşerek yaşayabilen insanların dindarlığının siyasi ideolojisidir. Onlar için din ancak beraber yaşandığında var olabilen bir toptan hayat tarzı kılavuzudur. Ve eğer bunu hayata geçirmek demokrasi ile olacaksa o zaman demokrasi kullanılır. Eğer kanlı bir devrim gerçekleştirilecekse, “amaca giden her yol mubah olduğundan” ( Bu açıdan siyasî dinciliğin ahlâkı ile sosyalizmin teleoljik ahlâkı birbirinin ikizidir.) öyle ya da böyle iktidar muhakkak elde edilmelidir.
“Demokrasi bizim için bir tramvaydır!” vecizesi zaten her şeyi ortaya koyuyordu.
Siyasî dinciliğin esas hedefi ne demokrasidir ne de ifade hürriyeti. Siyasî dinciliğin tek hedefi, bütün toplumu kendisini partileştiren cemaatin hayat tarzına zorlamaktır. Amaç kutsal olduğundan yapılacak her türlü zorlama da meşru sayılacaktır, sayılmalıdır.
Hele bir de “demokrasi”, devletin hükûmetlerin keyiflerine göre “sosyal adalet” dağıttığı bir sadaka paylaşımı olarak algılanıyorsa zaten ferde ve temel haklara dayalı bir hukuk devleti anlayışı çoktan cennete yollanmış demektir. Sosyalistlerin “demokratik solcularının” veya “sosyal demokratlarının” oy çokluğu yoluyla yapmak istedikleri mülkiyet ilgası, gaspı nasıl “demokrasi” adıyla meşrulaştırılıyorsa siyasî dinciler de temel haklara din adına müdahale etmeyi aynı ilkesizliğe dayanarak savunurlar.
Cemaatleri dışında bir hayat bilmeyen insanlar için fert ve onun temel hakları diye bir şey söz konusu değildir. Onlara göre, ferde düşen tek şey, cemaate hizmet etmek mükellefiyetidir.
Siyasî dincilik, dikkat edilirse meselâ kılık kıyafetle ilgili iddialarını metodolojik bireyciliğe değil, kollektif kimliklenmeye dayandırmaktadır. Onlara göre bir kadının hiçbir cemaate mensup olmaksızın örtünmesi mümkün değildir. Zaten cemaat, örtünme şekillerini öyle bayraklaştırmıştır ve katılaştırmış ve sahiplenmiştir ki kadının ferdi tercihinin cemaat mensubiyetlerinin üstüne çıkması imkânsız kılınmaktadır. “Müslümanlar” denerek, memleketim ortalama Müslümanları dışında bir tuhaf dinî grup oluşturulmakta ve bu gurubun siyasî tercihlerine göre iktidar yürütme aygıtını kullanmaktadır. İktidar partisinin “Müslüman” algısı, hepsi tek tip giyinen kadın ve erkeklerin “ulemalarına”, “şeyhlerine” danışarak robotlaşa hareket ettikleri bir düzenin tektür parçaları anlamına gelmektedir. Bundan dolayıdır ki “içki içen Müslüman” gibi bir şeyin var olamayacağı veya var olmaması gerektiği kanaatiyle devletin zor kullanma yetkisini kendi toplumsal tasavvurlarını gerçekleştirmek için alabildiğine işletmektedirler.
Bundan dolayıdır ki, içki içen, saçı açık, denize giren, kadınlı-erkekli toplanabilen insanların “hayat tarzı” önce bir “güvence” beyanıyla kendiliğinden toplumun geri kalanından izole edilmektedir. Bu bir anlamda o insanlara, Medine sözleşmesiyle hayat tarzları güvenceye alınan Yahudi’ler gibi davranmaktır.
Bu kolektif kimliklendirme refleksi zaten siyasî dincilikle etnik ırkçılığın buluşma noktasıdır aynı zamanda. Bundan dolayıdır ki etnik ırkçılar başörtüsü istismarına ses çıkaramazken, siyasî dinciler de ifade hürriyetinin kolektivist sömürüsüne karşı çıkamamaktadır.
Türkiye, toplumun varoluş sebepleri olan değer ve normlarının, demokrasi istismarıyla siyaseten yıpratıldığı ciddi bir tehlikeyle karşı karşıyadır. Bu gidiş, “ortalama Müslüman’ın” önce gayrı Müslim gibi izole edileceği daha sonra da birilerinin din kabullerini uygulamaya zorlanacağı bir düzenedir. Zaten iktidar vekilinin “kakafoni” söylemi de “cemaate uymayan” bir çok seslilikten şikâyetin beyanıdır. Bu beyan aynı zamanda “çözümün tek ve tartışılmaz temsilcisi ve faili” olmak iddiasıdır. Neden böyledir? Çünkü siyasî dincilik tartışılmazlığını, kendine göre tartışılamayacak ilâhî emirlere dayandırır.
Önümüzde iki seçenek var: Ya bütün Türkiye İzmir olacak… Veya “sıradan Müslümanlar” ancak İzmir gibi izin verilen birkaç getto şehirde yaşamaya mecbur bırakılacak… Bunu bir hayal sanıyorsanız, Türkiye’nin eyaletlere bölünmesi ve Türk adının Anayasa’dan kaldırılmasını savunan iki grubun, siyasi dinci iktidar kanadı ve etnik ırkçı Kürtçü siyasetçilerin söylemlerindeki benzerliği bir kere daha gözden geçirmenizi hararetle tavsiye ederim.
2 yorum:
Sevgili Afşar Abiciğim;
Ben yazıdaki izmir meselesinden çok izmir özelinde anlatmak istediğin "Siyasi Din" bölümüne takılıyım.
Biz At Yetiştiriciliğinin biliminde okuyanlar biraz sosyolojiye de temas etmekteyiz. En nihayetinde At Yetiştiriciliği de bir Toplum Bilimi. SOsyoloji toplumları kültür üzernden üç temel kategoriye ayırmakta; Avci-Toplayıcı Kültür, Tebaa Kültürü ve Siyasal Katılmacı Kültür diye. Siyasal Dinci diye parmak bastığın ve bugün maalesef, kendilerine bahşedilmiş olan iktidar nimetlerini Tebaa Yaratmaya yönelik çalışmalarda kullaanmaktalar. Bir zafer ile elde ettikleri nimetleri Siyasal katılımcı bir takiyye ile elde ettiklerini ve bir gün de bu nimetler ellerinden yine bir siyasal katılımcı anlayış ile gideceğinin farkandalar. Bu nedenle de Her ne kadar siyasal katılımcı olsa da geleneklerine sımsıkı bağlı bir Türk Toplumunun en değer verdiği şey üzerinden bir tebaa yaratma gayretindeler.
İzmir meselesine geri bakacak olursak Neden İzmir üzerinde oynuyorlar. Çünkü İlk Uyanış İzmirde Cennet Mekan Hasan Tahsin şahsında gerçekleşti. Ve nihayet son Bayrak yine İzmire Dikildi. Bu nedenle İzmir herkes için önemli...
Veli Baba,
Yorumları facebook'ta terkedip gitmediğin ve fakirhaneye de bıraktığın için çok teşekkürler. Eksik olma.
Bu dediklerine ekleyecek bir şeyim yok! Tanık sizin... :)
Yorum Gönder