Yürütme işiyle meşgul bir yasama organının muhtemel tehlikesi büyük düşünür Hayek tarafından genişçe izah edilmiştir.
“Mevcut düzenlemelere alışkanlık kesbetmiş bir gözlemci, muhtemelen kısa bir zaman zarfında, bizim bildiğimiz şekliyle siyasetin, bu sınırlandırmaların konulması işi ile onların kısıtlaması gereken mücadelenin aynı sahada yapmakta olduğu ve özel çıkarlar teklif ederek oy için rekabet eden aynı kişilerden icraî gücün sınırlarını va’z etmelerini beklendiği gerçeğinin zorunlu bir sonucu olduğu neticesine varacaktır. Bu iki görev arasında kesinlikle bir zıddiyet mevcuttur ve vekillerden kendilerini konumları sayesinde muhafaza ettikleri seçmenlerine rüşvet verme yetkilerinden mahrum bırakmalarını beklemek hayaldir.
Mevcut temsilî organların niteliğini zaman içinde hemen tamamıyle hükûmetle ilgili görevlerinin biçimlendirdiğini söyle emk hiç de mübalâğalı değildir. Üyelerin seçimi usûlünden, seçildikleri dönem, meclisin teşkilâtlı partilere bölünmesi, iç düzeni ve işleyiş kurallarına ve hepsinin üstünde üyelerin zihnî tavırlarına kadar her şey, yasamaya göre değil icraî tedbirler ile al3akasına göre belirlenmiştir. En azından alt meclislerde ( İkili meclis sistemlerinde) herhangi bir şeyin olabileceği kadar gerçek anlamda yasamadan uzak bir iş olan bütçe, yılın asıl olayıdır.
Bütün bunlar meclis üyelerini kamuoyunun temsilcileri olmaktan ziyade seçmenlerinin çıkarlarının mümessilleri yapmaya mütemayildir. Bir bireyin seçilmesi, özel ilişkilerinde gösterdiği sağduyu, dürüstlük ve tarafsızlığın onu kamu hizmetinde yine rehberlik edeceğine olan itimadın bir ifadesinden çok çıkar dağıtmanın bir ödülü haline gelir. Partilerin [seçmenlerden] önceki üç veya dört yıl boyunca seçmenlerine bahşettiği aşikâr özel yardımlara dayanarak yeniden seçilmeyi bekleyen insanlar, gerçekten de en çok kamu çıkarına olacak türde genel kanunlar geçirmelerini sağlayacak konumda değildirler.”(
Yasama ve yürütmenin tek bir çoğunluk idaresinin elinde bulunduğu “sınırsız” bir parlamenter demokraside
Başlıca iki tehlikeden bahsedebiliriz.
Bu tehlikelerin birincisi, çoğunluk oylarının, yasama organına, “genel meşruiyet kurallarını belirlemenin” dışında adeta Tanrısal bir kural koyma yetkisi vermesi…
İkincisi ise çoğunluk partisinin kendi çoğunluk gruplarını önceleyici hukuk önünde eşitsizlik yaratan bir önceleyici tavrı takınması.
Yasama ve yürütmeyle ilgili bu iki tehlike “demokrasiyle yönetmek” paradoksunun sebebidir.
Çünkü insanlar bir yandan bir yönetimi ellerinde bulundurmanın zevkini tatmak bir yandan da bu zevkin sebep olduğu adaletsizlikleri yaşamamayı istemektedirler.
Yasama ve yürütmenin aynı partinin elinde olması, yasamanın, Hayek’in de belirttiği gibi, iktidar partisinin keyfîlikleri için kullanılabilmesi anlamına gelir ki. Kör kör gözüm parmağına şeklinde sunulan Anayasa değişiklik tekliflerinin neredeyse tamamının yürütme üzerindeki yargı denetimini zayıflatmaya yönelik yasama kararları olması dikkat çekicidir.
Memleketimizdeki liberallerin yaygın cehaletinin aksine, liberal okulların hemen tamamının üzerinde ısrarla durdukları “sınırlı demokrasi” kavramı, en başta yasama organının demokrasi aygıtını kullanarak meşruiyet sınırını aşmaması için önem arz eden bir kavramdır.
“Sınırsız bir demokrasiyi”, yani millet oylarından itibarî çoğunluğu elde eden herkesin, her istediğini yapabilmesi durumunu, “millet iradesi” olarak sürekli telâffuz etmek bu açıdan ucuz bir siyaset pazarı aldatmacasıdır.
Yasamanın yürütmeye göre şekillendi sınırsız demokratik bir parlamenter sistemde, yürütmenin hemen bütün icraatı yalnızca, bir dahaki seçimleri garantilemeye yönelik olarak “ne pahasına olursa olsun” seçmenlerine menfaat dağıtmak olacaktır.
Buradaki temel yanlış şudur ki genel anlamda devletin, atanmış ve seçilmiş organlarının ne birilerine bir şeyler “dağıtmak” yetkisi vardır ne de böyle bir uygulama meşrudur.
Bundan dolayı da zaten hükûmetlerin meşruiyet taşımayan dağıtıcılığından dolayıdır ki ülkemizdeki gibi işletilen sınırsız bir parlamenter demokraside “eşitsizliklerin” sonu asla gelmemektedir.
“Eşitsizlik” sorunu, en başta hükûmetlerin birilerine bir şeyler dağıtması gerektiği yanlış kanaatinden kaynaklanmaktadır.
İşin tabiatı gereği, kendine tanrısal bir tedarik yetkisi ve gücü vehmeden her hükûmet, öncelikle bu yetkisini seçmenlerine rüşvet vermek için kullanacaktır. Vakt-i zamanında solcu bir adalet bakanının bakanlıktaki dört yüz kadroyu partizanlarına dağıttığı ortaya çıktığında, “Ne yani bu kadroları MHPli’lere mi verseydim?” şeklindeki savunması, “dağıtıcı ve kadir-i mutlak” hükûmetin ne denli kanserleşmiş bir yapı olduğunun en çarpıcı örneğidir.
Bugün bu anlayış, iktidar partisinin bir vekili tarafından “ Hep biz fişlendik, biraz da biz fişleyelim şimdi…” mealinde tekrar edilebilmektedir.
Veya kamu devlete işe alımlarda açıkça gözetilen hemşericilik, aşiretçilik, cemaatçilik ölçüleri artık gizlenemeyecek boyutlara varmıştır.
Bunun yanı sıra artık geçerliliği tartışılmaya başlanmış merkezî sistem sınavları ile ilgili pek çok kazanılmış hakkın bir şekilde ertelenmesi veya iptali “millî iradeyi” temsil ettiği iddiasındaki bir hükûmetin “sınırsız yetki” tutkusu hakkında ciddi endişeler yaratmıştır.
Mevcut Anayasa oylaması, zaten bütün tehlikeleri ve tehditleriyle çevremizi kuşatan yasama-yürütme tekilliğinin önündeki tek engeli de ortadan kaldırmaya yönelik olarak önümüze getirilmektedir.
Zaten oylanacak Anayasada değişikliklerinin çoğunun, bir kere daha söylersek; yasamanın ve yürütmenin patolojik beraberliğini kısıtlayan hukukî kurumlar hakkında yapılması vicdan sahipleri için yeterli bir uyarıcıdır.
Zaten oylanacak Anayasada değişikliklerinin çoğunun, bir kere daha söylersek; yasamanın ve yürütmenin patolojik beraberliğini kısıtlayan hukukî kurumlar hakkında yapılması vicdan sahipleri için yeterli bir uyarıcıdır.
1) Hayek,F.A.,V.,; "Kanun Yasama faaliyeti Ve Özgürlük 3. Cilt"; Türkiye İş bankası Kültür yayınları 1997: Shf 43
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder