Yazı yazarın kendine vaazıdır. Dolaysıyla yazarın kendi fikirlerini inşa etmesine yardımcı olmayan yazı, nazarımda kabak çekirdeğidir. Elbette kabak çekirdeği de bir gıdadır ama akşam yemeği yerine yenmez.
Bunu belirtmemin sebebi şudur: Aylardır referandum ile yatıp kalkarken kızlarımızı yakan, kurşunlayan etnik ırkçılığın, hırçınlığını ve şerefsizliğinin “mantığını” bize kabul ettirmeye çalıştığını unuttuk. Sanki referandumla birlikte her şey bitecek.
Ama madem popüler olmayan, felsefi yazılar ancak “eşek yellenmesi” kadar değerli görülüyor; o halde “popüler” veya “aktüel” bir felsefî yazı yazmaya çalışalım.
Referandumda neden hayır dememiz gerektiği ile ilgili olarak iktidar partisinin bütün tehdit ve kısıtlamalarına rağmen gayet içerikli ve teknik mülahazalar işittik, okuduk.
Ama gene ağaçlara bakarak ormanı kaçırmak yanılgısından kurtulamadık.
Referandum tek başına bir siyasî manevra değil.
Referandum, iktidar partisinin, “gecekondu muhafazakârlığını”, demokrasiyi manivela olarak kullanarak hayata geçirmek gayretinin bir bölümü…
“Gecekondu muhafazakârlığı”, yetkin iktisatçı Dr. Yakup Erdal ERTÜRK’ün keşfettiği bir kavram. Biz de yitik malımızı bulmak, veya miri malı çalmak mazeretlerine sığınarak bu kavramı kullanıyoruz.
Yazıyı biraz dağıtmak pahasına bir konuyu öncelikle ortaya koymalıyız.
İktidar partisinin kendisinden neşet ettiği köken büyük ölçüde köylü idi. Bu, kapalı bir toplun, nispeten tutarlı kuralları üzerine inşa edilmiş bir tür muhafazakârlıktı.
Oysa 90’lardaki büyük toplumsal hareketlenme ve çarpık kentleşmeyle beraber, köylü “millî görüş” içinde ciddi çatlaklar başverdi. Bunlardan biri, artık geleneksel muhafazakârlıkla tatmin olmayarak daha entelektüel ve militan bir muhafazakârlığı başörtüsüyle belli etmeye başlayan yeni nesil üniversite öğrencileriydi ki bu konu o vakitler Nilüfer GÖLE’nin çok tutulmuş bir araştırması olan “Modern Mahrem’de” ortaya konuyordu. Bu kesim, Sovyetlerin estirdiği komünizm rüzgârına kapılan eski nesil solcular gibi İran radikalizminin tesirine kapılmış bir nesli temsil ediyordu.
İşte bu nesil aynı zamanda “toplumu dindarlaştırma” fikrinin, yani marksist solun Lenin ile hayat geçirilen büyük dönüştürücü eylemliliğinin dinci yansımasıydı.
O vakitler “millî görüş” üzerindeki Erbakan otoritesi çatlakların belirmesine engel oluyordu. Oysa yeni nesil dincilik sadece geleneksel başörtüsünü, geleneksel dindarlığı beğenmemekle kalmıyor, toplumun tamamının “hak yoluna getirilmesi “ gerektiğini düşünüyordu.
Peki bu görüş farkı nereden kaynaklanıyordu?
Bu görüş farkı, kente kayan kırsal kesim insanın yaşadığı normlar ve değerler çatışmasından kaynaklanıyordu.
Bu görüş farkı, kente kayan kırsal kesim insanın yaşadığı normlar ve değerler çatışmasından kaynaklanıyordu.
Kente gelen köylülerin yaşlıları, kendi bildikleri hayatı sürdürmek istiyor, mümkün olduğu kadar kendi köylülerinin yaşadığı mahallelere yöneliyordu. Ama kent onların köylerinden ibaret değildi. Kent her mezhepten her meşrepten insanın talebine uygun arzlar sunan büyük bir piyasaydı. Ayrıca artık köylülerin çocukları da üniversitelere geliyor, “fikir çatışmalarının” heyecanını tadabiliyordu.
Bu minvalde bir kısım gençler, kökleri 68 sovyet propagandasına dayalı terör heyecanının yenilenmiş sürümünü sol kamp içinde yaşarken, üniversiteye gelen köylü gençlerin muhafazakârlığı, şehirde ilkin “cemaat şefkatini” ikinci olarak da “solcu eylemciliği” ile karşılandı.
12 Eylül öncesinin Leninist iç savaş hazırlığı ortamında hiçbir varlık göstermemiş olan dinciliğin bu kez sahneye yumrukları havada ve “düzeni değiştirmek” adına çıkması bu açıdan tesadüf değildi.
(Devam edecek)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder