Karar vermek, bir tercihe göre diğerlerinin tamamını dışlamak demektir.
Bin lira patanız varken iki bin lira harcayamayacak olmak, sizi karar vermeye mecbur eder. Bu parayla ailenizle beraber mükellef bir yemek yerseniz ertesi günkü işler için paranızın kalmayacağını bilmek sizi ya yemeği veya mesela ev kirasını dışlamaya itecektir.
Bir tercihe göre diğerlerini dışlamak aynı zamanda iki ayrı yerde olamamanın da gereğidir. Hasta annenize bakarken arkadaşlarınızla eğlenemiyorsunuzdur. Belki zevk tercihi sizi eğlenceye çağırmaktadır ama sahip olduğunuz değerler, ahlâkî kaygılarınız ve en önemlisi annenize duyduğunuz varoluşsal sevgiye göre zahirî bir zevk tercihini dışlamaktasınızdır.
Şüphesiz dünyaya gelişimiz edilgen bir durumdur.
Dünyaya gelmek hiç birimizin tercihi değildir. Kendi ailemizi seçemeyiz. Buna rağmen büyük çoğunluğumuz sevgiyi, başkalarına saygıyı ailemizden öğreniriz. Bu, insanoğlunun evrensel varoluş şeklidir. Ailemizle beraber , ailemize benzeyen diğer ailelerin sahip oldukları ortak değerlerle, âdil davranış normlarıyla, toplumsallaşırız.
Önceleri ailemizle ve daha sonra diğer fertlerle etkileşerek öğrendiğimiz değerlerin müşterekliği, toplumsal mensubiyetimizi oluşturur.
Bu mensubiyet, neyi , nasıl yapmamız gerektiğine dair bir yol gösterici olduğu kadar, adil olmayanın ne olduğuna dair de sınırlamalar içerir. Bu noktada her toplum, içerdiği çeşitliliğe, kültürel gelişmişliğine göre ferdi bir ölçüde şekillendirir.
İşte tam bu noktada, evrensel bir metotla var olmakla beraber neden ayrı toplumları meydana getirdiğimizi idrak ederiz.
Çünkü kimimiz, çok sınırlı bir coğrafyada, somut kurallarla ve sıkı aile bağlarıyla bağlı yaşamanın etkisiyle şekillenirken, kimimiz de soyut kurallara uymanın dışında şeklen benzemeyen ama bir arada bulunmaktan memnun olan, çeşitlilik ve kültürel cevap geliştirme kabiliyeti fazla olan bir toplumun içinde şekilleniriz.
İnsan olarak dünyanın her yerinde bir “kollektivitenin” etkisini “evrensel” olarak paylaşırken o kollektivitelerin birbirlerinden farklılaşmaları ile farklı şeyler edindiğimizi görmek dünyada milletleşmenin özünü görmek demektir.
Dolayısıyla bir fert karar verirken varoluşunun maliyetini en aza indirecek, kendi menfaati için en uygun olan “kendi benzerleriyle” sürmekte olan ilişkileri koruyacak yolları seçecektir.
Çünkü ailesinden edindiği kurallar takımı, hayatta kalmanın el kitabıdır aynı zamanda. Her toplum bu kitabı kendine göre yazmaktadır.
Hayatı belli bir bölgede, kendi merasını komşularından canı pahasına korumakla geçen bir insanın kitabında yazılanlarla hayatını genel ve soyut kurallara uymanın gereğine inanarak bir insanın el kitabı şüphesiz çok farklıdır.
Toplumların düzenlerini sürdürmek için kullandıkları örf kaynağı, onların bileşimlerinin karmaşıklığıyla orantılı olarak güçlenir.
İşte bu yüzdendir ki tarihi derinliği fazla millî devletleri oluşturan milletlerin kültürel ağılılıkları ve belirleyicilik güçleri kavimlere, kabilelere göre gayet fazladır. Bu yüzdendir ki büyük savaşlar milletler arasında çıkar. Hatta meselâ Kore ve Vietnam Savaşları bu ülkelerin küçük kültürlerinin savaşları değildir. Çin ve Sovyet Rus kültürleri ile batı kültürlerinin savaşlarıdır.
Etnik grupların milletlerin “kurala dayalı kendiliğinden benzeşme” mekanizmasını anlayamamaları modern siyasetin en can yakıcı sorunudur.
Çünkü “etnik” diyebileceğimiz kavim veya kabile toplumları için “benzeşmek” doğrudan doğruya kan bağından kaynaklanan benzeşmeyken, milletler için benzeşmek “kural altında beraberlik sonucunda oluşmuş” çok daha karmaşık ve üretken bir süreçtir.
Bu açıdan Türk Milleti’nin oluşumu, etnik ırkçı Kürtçü siyasetçilerin hiçbir zaman idrak edemeyeceği bir süreçtir.
Görüldüğü gibi Türk Milleti kavim veya kabilelerin başat değerlerinin ötesinde ciddi anlamda mürekkep bir toplumsal yapıdır.
Dolayısıyla bu yapının sürekliliği ile kan bağına dayalı aşiret, kabile yapılarının sürekliliği, aynı şekilde değerlendirilemez.
Türk Milleti’nin bekası hukuk birliği ile milleti oluşturan değerlerin yaşatılmasına bağlıyken “etnik” diye kabul edilen kapalı toplumsal yapıların sürekliliği, yalnızca topluluk/cemaat emirlerine uyacak çocukların dünyaya getirilmesi ile sınırlıdır.
Devletleri oluşturanlar da “kurala uymayı” beka meselesi sayan kavimlerdir. Kan bağını biricik değer sayan kapalı toplumsal yapılar ise ancak kurulan devletlerin koruyuculuğu altında yaşayabilir. Çünkü bu yapıların özündeki yabancı korkusu, bu yapıların genişlemesine engel olur ve bu nispi daralma da kültürel çeşitsizliğe yol açar. Bu durumda kapalı toplumsal yapının varoluş gerekçesi “kural” değil akrabalık olarak katılaşıp kalır.
Bu duruma göre milletleşmiş yapıların kurdukları büyük hukuk birliklerinin varoluş şekliyle, bu millî devletlerin içinde milletleşme macerasına katılamamış veya geç katılmış yapıların varoluşlarını mukayese edemeyiz.
Bu durum bizi bir tercihe zorlamaktadır: “Kim karar verecektir?”
Karar mercii, soruları “kendine göre” cevaplamak yetkisine sahip olan mercidir.
Millî bir devlette bu yetki millete aittir. İşte bu yetkiye “millî egemenlik” deriz.
Türk Milleti, kendi milletleşme süreci içinde Kürt kardeşlerimizin de var olduğunu da beyan ederek onları da millî egemenliğin yetki merciine dahil etmiştir. Buna göre “Kürt” Türk adına dahil olan diğer kavimlerden biridir. Bu şekilde Kürt adına, kendi mensuplarının çoğunun idrak edemediği bir büyük kültür mensubiyeti tanınmıştır.
Buna göre “Türk” dendiğinde, ailevî bağlarının, akrabalık ilişkilerinin, aşiret tapınıcılığının çok ötesinde belli değerleri taşımakta, belli normları benimsemekte ve “âdil davranış” ile ilgili ortak kanaatlere sahip olan Türkçe konuşan herkesin anlaşılması gerektiğini beyan etmiştir.
Bu beyanın soyutluğu ve kavrayıcılığının kaynağı da milletleşmenin temelindeki hukuk birliği iradesidir.
İşte bundan dolayıdır ki içinde yaşadığımız toplumun sorunlarında, etnik ırkçılığın dayandığı kabile/ aşiret bekaası kurallarını değil, milletin varoluşunu sağlayan “kurala dayanmak” kuralını esas alırız.
Bundan dolayıdır ki Türkiye’nin kaderinde etnik ırkçıların hırçınlıklarını ve terör tehditlerini değil, Türk Milleti’nin kararlarını esas alırız. Bu durum, özünde bir vahşet ve hayvanî benzeşme arzusu barındıran gayri meşru etnik ırkçılık tercihini dışlamak demektir. Türkiye’nin müreffeh ve bağımsız bir ülke olmasını istiyorsak hem etnik ırkçılığın hırçınlıklarına boyun eğip hem de demokrasiyi geliştiremeyiz. Demokrasiyi ve refahı geliştirmek tercihi, etnik ırkçılığın tercih olarak dışlanmasını ve Türk Milleti’nin değe ve normların içinde şekillendiği hukuk birliğini sürdürmeyi gerektirir. Ya ancak her şeyi büyük kültürün sahibi Türk’e göre çözeceğizdir veyahut “sorun çözücü” başka egemenlerin boyunduruğuna gireceğizdir. Etnik ırkçılığın hırçınlığına boyun eğmek bizi ancak ikinci yola götürür.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder