26 Ekim 2018 Cuma

Senin Sanalağdan Beklentin Nedir?


İnsanlar sanalağda nelere ulaşmak istiyor?

Uzun soluklu bir blogun yazarı olarak, bunu uzun zamandır merak ediyorum.

Çünkü görünen o ki gerçekten işe yarar bir şeylerle hemen hemen hiç kimse ilgilenmiyor. Gönül isterdi ki gerçekten yararlı ve ufuk açıcı şeyler yazarak bir ufuk açabilelim.

Türkiye’de blog pek ilgi çekmiyor. İlgi çeken bloglar da daha ziyade “sen ben bizim oğlan”  güdüsüyle hazırlanan siyasî telkin araçlarından ibaret.

Sanalağın yazılı bölümü aslında gazetelerin kaderini paylaşıyor gibi görünüyor. Sanalağın ilginç görünen tarafı daha ziyade  aptalca sırıtmalarla, küfürlerle ve gene aptalca esprilerle dolu oyun videoları. Bunu nereden mi biliyorum? Bunu kendi çocuklarımdan biliyorum. Üstelik benim bir youtube kanalım da var. Kanalım da aynı ilgi yoksunluğundan mustarip.
Sanalağda gerçekten neye ulaşmak istiyoruz?

Gerçekleri araştıran kahraman muhabirlere mi?

Kendi tarafımızı tutan propaganda sayfalarına mı?

Artık neredeyse ulaşılması imkânsız hale getirilmiş cinsel içeriklere mi?

Alışveriş önerilerine veya ürün testlerine mi?

Elimizin altında koca bir dünya var. Bugün bir hocamın önerisiyle açtığım youtube sayfalarında inanılmaz güzel ders anlatımlarına rastladım. Acaba bunlar yeterince izleniyor mu?

İlerleme bir merak işidir. Çünkü merak “ Daha iyisi nasıl olabilir?”  sorusunun ateşleyicisidir.

Sorun sanalağda gerçek ve yararlı meraklara yer bulup bulamayacağımız. Çünkü o merakı gidermek için çaba göstermeden  geçirdiğimiz her saniye toplam  insan sermayemizi eritip yok ediyor.



23 Ekim 2018 Salı

Derinağ Çok Mu Tehlikeli?

Şu "derinağ" (deepweb) konusu kafamı kurcalıyor.

Geçenlerde bir sosyal  Wickileaks'e bağlantı verilen bir haberden sonra derinağa girmeğe yarayan bir tarayıcı indirdim. Ben indirmesine indirdim de  küçük kızım hemen sildi.

Sanalağda  arama yaptığımda, ağın büyük bölümünün aslında gezindiğimiz sitelerin  diplerinde olduğunu söylüyorlar. Bir buzdağı benzetmesiyle falan karşılaşıyoruz.

Bunlara bir itirazım yok.

Merak ettiğim şu: Sanalağ,  servis sağlayıcılardan oluşmuyor mu?  Sanalağ servis sağlayıcıları, kocaman odalara  yüksek kapasiteli  bilgisayarları doldurarak ağ üzerinden  bunların birer santral gibi çalıştırmıyorlar mı?

Diyelim ki bir odayı bu şekilde doldurduk. Sistem çalışmağa başladı. Evimizdeki bilgisayara, aile denetimleri vs ekleyebilirken bu bilgisayarları,  (bahsedildiğine göre) kiralık katil ilanlarına, silah kaçakçılığına vs'ye karşı denetlemek çok mu zor?

Öyle bir hava yaratılıyor ki sanki sanalağ yapısı kendiliğinden oluşmuş ve denetlenemez bir organizma gibi  görünüyor. Yani sanki MIT'nin ya da STanford'un haylaz öğrencilerinin, odalarında ya da lab.larında  yarattıkları bir genetik ürününün, sevimli bir yavrudan devasa ve doymak bilmez bir canavara  dönüşmesi gibi... Kaldı ki ejderhalar bile belli bir asalete sahipler ama derinağın nerdeyse organik yapısı bilinçsizce saldırgan ve doyumsuz bir başka tür canavar gibi karşımıza çıkıyor. Sanki sanalğ yaratıcılarının denetiminden kurtularak adeta kanserli bir  biçimde büyüyor, yayılıyor.

Hayır, elbette sanalağa denetim getirip de canımızın istemediklerini engelleyelim, demiyorum. Ama derinağda yürütülen etkinliklerden bahsedildiğinde, insanın  kanı donuyor.

Ne zaman derinağdan bahsedilse kendimi, ayı saldırısına karşı hiç bir işe yaramayan minnacık bir çadırla koskoca bir ormanın ortasında kalmışım gibi hissediyorum.

Yani işin donanım kısmı daha en başından kurulurken, bu kadar denetim dışı nasıl işletilebiliyor. Normalde kanunsuz  faaliyetler "istisnaidir" ve bu yüzden bizi fazla endişelendirmezler. Kötülüğün, daha doğrusu denetlenemezliğin daha az olduğunu bilmek bize kendimizi güvende hissettirir.

Oysa derinağla ilgili kafamda,  tarafların, bitişik evlerin duvarlarını delerek alternatif ve kapalı sokaklar yaratarak birbirlerini keskin nişancılarla avladıkları, kanalizasyonların bombalarla doldurulduğu şehirsavaşları senaryoları canlanıyor. Öyle ki artık şehir, trafik ve nezaket kurallarıyla yaşanan bir  güven ortamı olmaktan çıkıyor.

 Sanalağaın karanlık derinlikleri, tünelleri görünen o ki üstünde yaşadığımız cici şehirlere göre  çok daha büyük ve  adamakıllı korkutucu görünüyor.

Böylesi bir derinlik hem korku hem merak uyandırıyor insanda.

21 Ekim 2018 Pazar

Why Do Dystopias Have to be a Marxist?

Distopias or black utopias are, dark / dark dreams di based on the end of the social order we know.



Their main pillars are the idea that our current social orders may not be the best  but are the best things we can develop.



Black utopias want to show us the difference between) spontaneously born social order  and ”built orders  (Hayek).



With a widespread understanding they see massiveness as a lethal enemy in the face of individuality.



The most well-known black utopias are George Orwell's en 1984 .



Destruction of individuality in the land utopias is a direct deletion of humanity. Either a widespread machine dominance or a mechanistic order in which mechanized people are condemned. Either way, we are faced with people who are prevented from applying for their own mind and conscience.



In dystopic societies, there is no religion in the sense that we know, but a restored ideology is the backbone of these societies.



In dystopic societies, everything that points to the individual is precisely blocked. No one can have untouchable property. No one can even express a dissatisfaction or a political criticism.



It must be the ideology, the collectivist, the masse, the immoralist, the authoritarian, and the authoritarian one who has created all these disadvantages: there is only one ideology that has all these qualities: Marxism.



Marxism is a religion in its essence, although Marxists claim that Marx aims at the independence of the individual from the needs. That religion thinks that the universe we know is a sin universe and says that in order to overcome this sin, everything must be destroyed and rebuilt with the gün doom , which is called “revolution ".



The idea of ​​the determination of consumption by a focus of authoritarian benefit, separate from production, division of labor and passion for personal benefit, constitutes the basis of Marxism, so that dystopic societies are just like that.



It was understood that the USSR experience was that the black utopias were not just a dream.



For some reason, nobody wants to see that the intrigues of which some black utopias rely on the and conceptions of liberal hell av are based again on the idea of ​​society that  interfered with the state . However, every order in which freedom and fundamental rights are restricted in favor of the state or society by interventions is in the neighborhood of socialism on the ideological scale.



The liberal democracy we know and live in is undoubtedly open to many abuses and misconceptions. But the point here is that we have the opportunity to return from all these mistakes and to correct the problems.



Yet in a mechanical society, where divine well-being forces all push us all to be good, what Marx called 'alienation' arises far more widely than he imagines.



A community of angels or Gods' goodness machine inevitably will leave us breathless and ultimately kill us. The only thing we will encounter when we try to realize Marx's dreams will inevitably be a black utopia.

PS: This assay was preapred by using Google translater from the original Turkish assay

Distopyalar ( Kara Ütopyalar) Neden Marksist Olmak Zorundadır?


 Distopyalar ya da kara ütopyalar, bildiğimiz  toplumsal düzenin bitmesine dayanan “kara/karanlık hayallerdir”.

Temel  dayanakları, mevcut  toplumsal düzenlerimizin “en iyisi” olmayabileceği ama geliştirebileceğimiz en iyi şeyler olduğu, düşüncesidir.

Kara ütopyalar, özlerinde “kendiliğinden doğmuş toplumsal düzenler” ile “inşa edilmiş düzenler “( Hayek) arasındaki farkı bize göstermek isterler.

Yaygın bir kavrayışla onlar kitleselliği, bireyselliğin karşısında öldürücü bir düşman olarak görür.

Kara ütopyaların en bilineni herhalde George Orwell’ın “1984”üdür.

Kara ütopyalarda bireyselliğin yok edilmesi, doğrudan doğruya insanlığın silinmesidir. Ya yaygın bir makine egemenliği ya da makineleştirilmiş insanların mahkûm edildiği bir otomatizm düzeni tasvir edilir. Her iki halde de kendi aklına ve vicdanına başvurması engellenmiş insanlarla karşı karşıyayızdır.

Distopik toplumlarda, belki bildiğimiz anlamda din yoktur ama dinleştirilmiş bir ideoloji , bu toplumların düzenlerinin omurgasıdır.

Distopik toplumlarda bireyi işaret eden her şey kesin şekilde engellenmiştir. Hiç kimse dokunulmaz bir mülkiyete sahip olamaz. Hiç kimse bırakınız siyasal bir eleştiri öne sürmeyi, memnuniyetsizliğini  bile ifade edemez.

Bütün bu olumsuzlukları  yaratan  ideoloji, kolektivist,  kitleci, immoralist ve otoriter olması gerekir ki bu niteliklerin hepsini haiz tek bir ideoloji vardır: Marksizm.

Marksistler Marx’ın, bireyin gereksinimlerden bağımsızlığını hedeflediğini iddia etseler de Marksizm, özünde bir dindir. O din, bildiğimiz evrenin bir günah evreni olduğunu düşünür ve bu günahın giderilmesi için “devrim” denen “kıyametle” her şeyin yıkılıp yeniden inşa edilmesi gerektiğini söyler.

Tüketimin üretimden, işbölümünden ve kişisel fayda  tutkusundan ayrı bir şekilde otoriter bir fayda odağınca belirlenmesi fikri Marksizmin temelini teşkil eder ki distopik toplumlar, tam da böyledirler.

Kara ütopyaların aslında birer hayalden ibaret olmadıkları, SSCB tecrübesiyle anlaşıldı.

Bazı kara ütopyaların “liberal cehennem tasavvurlarının” dayandığı entrikaların, özünde yine “devletin müdahale ettiği” toplum  düşüncesine dayandığını nedense kimse görmek istemiyor. Oysa özgürlüğün, temel hakların, “müdahalelerle” devlet ya da toplum lehine kısıtlandığı her düzen, ideolojik skalada sosyalizmin komşuluğundadır.

Bildiğimiz ve yaşadığımız liberal demokrasi, şüphesiz pek çok istismara ve yanlışa açıktır. Fakat burada hiç dikkat edilmeyen nokta, bütün bu yanlışlardan dönmek, aksaklıkları düzeltmek imkânına da sahip olduğumuzdur.

Oysa Tanrısal iyilik odaklarının hepimizi iyi olmağa zorladığı mekanik bir toplumda tam da Marx’ın, “yabancılaşma”  dediği şey, onun tasavvur ettiğinden çok daha geniş bir çapta ortaya çıkar.

Meleklerin ya da Tanrı’ların iyilik makinesi bir toplum kaçınılmaz olarak bizi soluksuz bırakacak ve en nihayetinde öldürecektir.  Marx’ın hayallerini gerçekleştirmeğe kalktığımızda karşımıza çıkacak tek şey, kaçınılmaz olarak bir kara ütopya olacaktır.



20 Ekim 2018 Cumartesi

Ekonominin Akışkan Doğasına Bir Bakış





Ekonominin doğası var mıdır, varsa neye benzer?

Fizyokratların gününün geçtiğini, sosyal bilimlerin pozitif bilimlerden ayrı  olduğunu düşünenlerimiz için bu sorular saçma.

Şunu merak ediyorum: Miktarları büyük ölçüde doğal şartlarla belirlenen pek çok malın insan emeğiyle anlamlandırılması ve  değerlendirilmesi ile doğalarından kopmaları mümkün müdür? Hayır… Elbette değerin maddede içkin bir olgu olduğunu düşünmüyorum.

Buna karşılık acaba ekonomik etkinliklerin, insan eylemlerinin bir takım özelliklerini karşılayan doğal olgular ya da fenomenler bulmak mümkün değil midir? Buradaki temel sorun, bu olguların ya da fenomenlerin matematik izahının yapılabilmesine karşın insan eylemlerinin bu tür izahlara konu olamayacağı gerçeğini göz ardı etmemektir.

Eğer matematik ya da istatistik izahlara girişemeyeceksek; insan eylemi olarak ekonomiyi doğal fenomenlere benzetmek neye yarar?

Ekonominin “doğasıyla   “ ilgili gerçeğe en yakın benzetme  ekonomiye karşı tutumumuz konunda bizim için uyarıcı olabilir.

Dolayısıyla bu denemede ekonominin doğasına dair bir benzetmenin ne kadar tutarlı olabileceğini düşüneceğiz.

Emek de diğer bütün mallar gibi bir maldır, arz ve talebe taabidir.

Gündelik ekonomi konularının en sevileni sanırım enflasyondur. Enflasyonun, hayat pahalılığı ve işsizlikle ilişkisi üzerine sayısız konuşmalar yapılır, yazılar yazılır. Genellikle varılan nokta hayat pahalılığının maaşlarımızı nasıl eritiverdiği, maaşlarımızın enflasyonun hızına erişemediğidir.

Anlı şanlı pek çok iktisatçı da bu durumları düzeltmek için “yapılması gerekenleri” sıralar ve hemen sonra yapılması gerekenlerin yaratacağı komplikasyonlara dikkat çekerler. Meselâ enflasyon kaçınılmaz bir depresyona yol açar ama bu durum sıkı para politikasıyla düzeltilmeğe çalışılırken geçici bir daralma yaşanabilir vs…
Aslında devletin ekonomiye müdahale etmesi gerektiğini, bunu doğru bir biçimde yapması gerektiğini söyleyenler “Un fazla geldi, su, su fazla geldi, un…” diyen acemi aşçılara benziyor.

Devletin ekonomiye müdahalesi, aslında yaratmadığı ve hakkında da hiçbir şey bilmediği bir varlığa Tanrılık taslamaktır.

O halde meselâ fiyat artışları ve fakirleşmenin doğasına farklı bir açıdan bakalım ve buradaki benzer doğal fenomenle bir açıklamaya girişelim.

Devletin ekonomiyle ilgili anlayamayacağı şeylerin başında malların fiyatlarıyla ilgili değişikliklerin eş anlı olmadıklarıdır. Bunun ilk akla gelen sebebi örneğinhepimizin tahmin edebileceği gibi özellikle tarım ürünlerindeki arz zamanlamasıdır. Bazı mallar piyasaya girdiğinde bazı mallar piyasalarda bulunmaz olur.

Bir başka sebep de şudur: Teknolojik değişiklikler her malı aynı zamanda etkilemez.  Dolayısıyla bazı mallar daha hızlı değerlenirken bazıları daha hızlı değer kaybeder.
 Bu sebepler piyasanın “doğal” şartlarındandır. Müdahale olsun olmasın geçerlidirler.

Daha güncel ve zararlı sebep ise piyasa müdahaleleri veya düzenlemelerdir.

Sözgelimi  domates arzının arttığı bir  zamanda devletin domates arzına yükleyebileceği herhangi bir vergi artışı vs arzının bolluğuna rağmen domates üzerinde  bir fiyat baskısı ve talep düşüşü yaratabilir. Nitekim “taban fiyat” uygulamaları yüzünden hâlâ örneğin fındık üreticileri, tonlarca ürünlerini denize döküyor veya yakıyor.

O halde burada ekonominin bütünüyle zapt edilemeyeceği düşüncesi kafamızda yavaş yavaş şekillenir. Bu durum müdahaleciliğin temelini teşkil eden terminolojik kübizmi veya kristalizmi yanlışlar. Ekonomi komutla üreten ve alışveriş eden mantık robotlarınca yürütülmez. Aksine ekonomi, yanlış yapma potansiyeli taşıyan,  bütün akılcılığına rağmen irrasyonel de davranabilen,  eylemlerine dinin, ideolojinin, batıl inançların ve daha pek çok sosyo psikolojik etkenin etki ettiği bir insan eylemidir.

O halde ekonominin hükmedilebilir bir katı yapısı yoktur.
Ayrıca daha önce dediğimiz gibi ekonomik olaylar eş anlı olarak değişseler bile eş şiddetli değişmezler. Buna karşılık sisteme bir müdahale sistemin bütün noktalarına küçük zaman farklarıyla da olsa mutlaka iletilir.

Bütün bu özellikleri karşılayan bir fizyokratik benzetme yapacak olsak ekonominin sıvı/likit bir yapıya sahip olduğunu söyleyebilirdik.

Değişikliklere belli bir ölçüde direnebilmekle birlikte onlardan mutlaka etkilenerek yönünü değiştiren bir akışa sahiptir. Genellikle konduğu kabın şeklini alır fakat büyüme eğiliminde olduğu için asla bir kapta uzun süre saklanamaz. Yani onunla ilgili örneğin sözüm ona rekabeti koruyucu sınırlandırmaların hiç biri onu uzun süre sınırlandıramaz.

Bütün sıvılarda olduğu gibi akışa belli bir direnç gösterir. Bu direnç malların  fiyatlarındaki değişim zamanı farkını açıklar..

Mesela pek çok malın fiyatı hızla artarken emeğin fiyatındaki artış daha yavaş olabilir.  Şu unutulmamalıdır ki ekonomi bir sıvı olduğu için bu değişiklikle olmaz. Bahsettiğimiz şey sadece bu değişikliklerin sıvıların davranışlarını andırdığıdır.

Az önce belirttiğimiz gibi sisteme yapılan herhangi bir müdahalenin sistemin diğer bölgelerine iletilmesi de ekonominin sıvı özelliğini düşündürür

Tekrar soralım: Bu ne işe yarar?

Bu, sıvıları  nasıl elimizle tutup şekillendiremiyorsak ekonomiyi de aynı şekilde özüne zarar vermeksizin değiştiremeyeceğimizi anlamamızı sağlar.

Ekonominin akışkan özelliği nereden gelir?  Bu iki şeyden kaynaklanır:
1-     İnsan asla durmayacaktır.
2-      İnsan asla tam olarak bilemeyecektir.

Ekonominin durmayan büyümesine ve akışkan/sıvı özelliğine aldırmaksızın yapılacak her müdahale sistemde engellenemeyen bir basınç birikimine veya patlağa sebep olacaktır ki kredi faizleriyle oynamanın bazı talepleri nasıl çarpıttığı, asılsız beklentiler veya korkular yarattığı her gün rastladığımız olaylardır.

Ekonomiyi akışkanlar mekaniği kanunlarıyla yönetemeyiz belki ama onun özelliklerini bozmamak için göstereceğimiz özen, biriken  sıvıların vereceği, sızıntı, patlak, sel felâketi zararlardan korunmamızı sağlayabilir.

Düşünmeğe değmez mi?


Bir öneri üzerine İngilizce bir alıntı vermek istiyorum. Çeviriyi Google çeviriye borçluyum. Bunu denemek istedim, çünkü düşünen ve düşüncelerden yararlanmak isteyen insanların bizim aramızda bulunmadıklarından eminim.

A Look at the Fluid Nature of the Economy


If so, what is the nature of the economy?




These questions are absurd for those who think the day of the Physiocrats are past, and social sciences are separate from positive sciences.



I wonder: Can many of the goods, whose quantities are determined by natural conditions, be separated and interpreted by human labor? No. Of course, I don't think this value is a natural phenomenon in matter.



On the contrary, is it not possible to find natural phenomena or phenomena that match the characteristics of economic activities and human actions? The main problem here is not to ignore the fact that although these events or phenomena can be explained to mathematics, human actions cannot be subject to such explanations.



If we do not have mathematical or statistical explanations; What is the use of human action as a natural phenomenon?



The closest approximation to the economy of the economy may be stimulating for our stance on the economy.



Therefore, in this essay, we will consider how an analogy of the nature of the economy can be consistent.



Labor, like all other goods, is a commodity, supply and demand.



I think that inflation is the most popular economic problem. There have been many interviews on the relationship between inflation and the cost of living and unemployment. In general, this is how the cost of living has eroded our salaries and our salaries cannot reach the pace of inflation.



Many glorious economists list what should be done immediately to correct these situations and draw attention to the immediate complications. For example, inflation leads to an inevitable depression, but this can be a temporary contraction when trying to correct it with a tight monetary policy.

As a matter of fact, the state should intervene in the economy, people who said that they should do it right, came more water, water came, cook who resembled the economy of flour.



The state's intervention in the economy is to manifest itself in a being that it does not actually create and knows nothing about.



So let's look at the nature of the price increases and the nature of poverty in a different way and let us explain the similar natural phenomenon here.



One of the things that the state cannot understand about the economy is that the changes in the prices of goods are not simultaneous. The first reason that comes to mind is, for example, the timing of the supply in agricultural products, as we can imagine. When some goods enter the market, some goods are not available in the market.



Another reason is that technological changes do not affect each product at the same time. Therefore, some products are rated faster, while others lose value faster.

These reasons are Bu as natural as the market conditions. Whether they intervened.



More recent and harmful market interventions or regulations.



In spite of the abundance of tomato supply, for example, an increase in the supply of tomatoes, a tax increase against taxes or the abundance of supply may cause price pressure and demand decline in tomatoes. As a matter of fact, due to the application of fuel base price, hazelnut producers are still pouring tons of products into the product or into the sea.



In this case, the idea that the economy cannot be fully constrained is gradually shaped in our minds. This misunderstood terminological cubism or crystallism that forms the basis of interventionism. The economy is not executed by logic robots that produce and produce command. On the contrary, the economy is a human action that, despite all its rationality, is capable of being irrational and whose actions are influenced by religion, ideology, superstition and many other socio-psychological factors.


Therefore, the economy has no dominant structure.
Also, as we said before, even if economic events change simultaneously, they do not change intensively. However, an intervention to the system is transmitted to all points of the system, albeit with small time differences.

If we were to make a physiocratic analogy that would meet all these characteristics, we could say that the economy has a liquid / liquid structure.

Although the changes can be resisted to a certain extent, they have a flow which changes their direction by being affected. It usually takes the shape of the container in which it is placed, but it can never be stored in a container for a long time as it tends to grow. That is to say, none of the so-called restrictive restrictions on him can limit him for long.

As with all liquids, it shows a certain resistance to flow. This resistance explains the difference in the time of change in the prices of goods.

For example, while the price of many goods is increasing rapidly, the price increase may be slower. It should be noted that the economy is not a liquid because it is not a change. What we are talking about is that these changes resemble the behavior of liquids.

As we have just mentioned, any intervention in the system to other parts of the system suggests the liquidity of the economy.

Let's ask again: What does that do?

This allows us to understand that we cannot change the economy without harming the substance in the same way if we cannot hold and shape the fluids by hand.

Where does the fluidity of the economy come from? This is caused by two things:
1- Man will never stop.
2- A person will never know exactly.

Regardless of the non-stop growth and fluid / liquid characteristics of the economy, every intervention will cause an uncontrollable pressure accumulation or burst, which is how we play with credit interest rates distort some demands and create false expectations or fears every day.

We cannot manage the economy by the laws of fluid mechanics, but the care we take to avoid disrupting its properties can help protect us from damages caused by accumulated fluids, leaks, eruptions, floods.

Isn't it worth thinking?

İktisatta Yeni Bir Fizyokratik Yaklaşım Denemesi




Ekonomide fizyokratların demode oldukları düşünülüyor. Ekonominin   temel bilimler  yaklaşımı ile açıklanamayacağına dair  güçlü bir kanaat var.

Fakat buna karşılık gene de nedense onu modellemekten bir türlü vazgeçemiyoruz. Belki de ekonomide yaşanan krizlerin  sebeplerinden biri de  ekonominin doğasını anlamak için yanlış “modelleme” türünü benimsemiş olmamızdır.

Modelleme bir tür kalıp bulma girişimidir. Bir insan eylemi olarak ekonomide belirli düzenlilikler olması doğaldır. Ama sorun bu modellemenin mantığında yatmaktadır. Ekonometrik modelleme iki açıdan yanlıştır.

Bunlardan birincisi ve en önemlisi modellemeye esas teşkil eden verilerin tarihselliğidir.  Mevcut ekonomik modelleme çalışmalarında  artık değeri kalmamış geçmiş fiyat verilerinden hareketle geleceği anlamağa çalışıyoruz. Oysa  bir saat önceki platin fiyatlarının şu anda neyi temsil etmesi gerektiğini hiç kimse söyleyemez. Çünkü fiyat oluştuğu anda zaten pek çok kaynağın ve sermaye malının, miktarları, tüketimleri çoktan değişmiş olmaktadır.

Mevcut modelleme mantığının ikinci hatası, insan eyleminin  matematik kesinlikte bir algoritmaya dayandığın düşünmesidir. Oysa insan eyleminde aşılamaz bir belirsizlik duvarı daima mevcuttur. Bu belirsizlik duvarı iki şeyle beslenir: Bireyin cehaleti ve birey hakkında gösterilen cehalet.

Bireyin cehaleti bireyin eylemlerindeki belirsizliği doğurur.

Bireyin hakkındaki cehalet de üreticilerin ve satıcıların, onun piyasa davranışları hakkındaki cehaletleridir.

Bu iki cehalet türüne rağmen fiyatlar oluşmaktadır. Fakat sorun şudur: Fiyatın doğası, fiyatlar oluştuktan sonra anlaşılamaz.  Zayıf bir benzetme de olsa belki otopsi işlemlerine bakabiliriz.

Bir otopsi bize organların yerlerini söyleyebilir.  Tıp öğrencileri organları bire bir görmek için cesetleri inceleyebilir. Ama sorun  bir cesedin içindeki organların “düzenlerinin”, yaşayan bir insanın içindeki organlardan çok farklı olduğudur.

Bu açıdan ekonometrik modelleme artık ölüp gitmiş fiyatlar üzerinden yaşayan ekonomiyi matematiksel kesinlikte aydınlatma girişimdir.

Modelleme girişimi ile fizyokrasiyi beraber anmak bir hata gibi görünebilir ama her ikisi de”insan dışı bir otomatizm” kabulüne dayanan açıklayıcılardır. Bu açıdan “yan yana” anılmışlardır.

Fizzyokrasi, ekonominin, doğanın diğer unsurlarıyla aynı “yaratılışta”  olduğunu düşünmektir. Böylece ekonomi aslında doğadaki diğer canlılar gibi belli bir kan dolaşımıyla, teneffüsle vs yaşayan bir tür organizmadır. Ekonominin “kendiliğindenliğini” keşfetmek açısından bu fikir ufuk açıcı olmuştur. Amma velâkin ekonominin özünde bir “insan eylemi” olduğunu görememesi yüzünden, piyasalarda meydana gelen krizleri, sapmaları açıklamakta ciddi şekilde zorlanmıştır.

O halde fizyokratlar kesinlikle yanılmıştır. Acaba gerçekten yanılmışlar mıdır? Ya da farklı bir fizyokrat bakış geliştirmek hiç mi mümkün değildir?

Ekonometri, matematik kesinlikte  bir anlayış sunmak istemektedir. Peki ama gene de fiziğe , fizikokimyaya vs dayanan bir mantıksal kavrayış geliştirmek ekonominin doğasını anlamak açısından yararlı olamaz mı?

 Sözgelimi Keynes’in” Çarpan etkisi” hurafesi hâlâ iktisatçılar arasında konuşulmaktadır. Oysa bu açıkça bir hurafedir. Çünkü tüketimi arttırmanın bir “ katsayı” etkisi olmadığı her gün enflasyon tecrübemizle görülmektedir. Keynes’in “çarpan etkisi” hurafesi bir tür yanlış fizyokrat yaklaşımdır.

Kaynakların tükendiği bir gerçektir. Buna karşılık insan kaynakları sürekli “daha verimli tüketmek” arayışındadır ve sadece bu arayış sayesinde yıllar önce tükeneceği sanılan petrol  rezervleri hâlâ işletilebilmektedir. Bu yinede kaynakların azaldığı gerçeğini değiştirmemektedir. O halde ekonomide, kaynakların azalmasından kaynaklanan bir “düşürücü” etki söz konusudur.

Şüphesiz azalan kaynakların fiyatı buna zıt olarak yükselmektedir. Ve fakat… Ekonomide sadece kaynaklar azalmamaktadır. Kaynaklar azalırken kaynakların yeni kullanım alanları, onlarla ilgili eski kullanım yöntemlerini ve talep şekillerini de yok olma eğilimine sokmaktadr. Bu durum  bir takım  sermaye mallarının ve tüketim mallarının  artık üretilmemesi sonucunu doğurmaktadır.

Yine de ekonomi durmamaktadır. O halde bu durumu yine de “doğal” süreçlere benzeterek belli bir mantık oluşturmak düşünülemez mi? Bu durum açıkça enerjinin doğasına benzemektedir.  Belki “malların doğasına” fizyokratça bir bakış bir takım şeyleri daha iyi anlamamızı sağlayabilir.

Evrende enerji yoktan var edilemez ve yok edilemez de. Enerji ancak başka enerjilere dönüşür. Oysa malların tükendiğinden bahsetmiyor muyuz? Belki geri dönüşüm teknolojileri bu kadar gelişmeseydi bundan bahsedebilirdik. Oysa İsveç gibi geri dönüşüm sanayi için çöp ithal eden bir ülke varken “kaynakların tükenmesinden” bahsetmek eskisi kadar kolay görünmüyor. Ya da… Günden güne gelişen  enerji üreteçleri teknolojisiyle petrole bağımlı  yakıt tüketimindeki azalma umut veriyor.

Peki ama burada bir “artış” söz konusu değil mi? Bir yandan  kaynakların azalmasından, diğer yandan tüketim mallarındaki artıştan veya enerji üretimindeki verimlilikten bahsediyoruz.

Burada bir çelişki var gibi görünüyor.  Bunun sebebi, insanın varoluşunun doğanın işleyişine zıt olmasından kaynaklanmaktadır. Doğanın işleyişinde “kendiliğinden yürüyen bir otomatizm” varken insan tercihlerle yaşamak zorundadır. Bu da ona doğada olmayan bir akıl ve irade kullanma zorunluluğu getirmektedir. Bu durumda doğada enerjinin en düşük seviyeye doğru yönelmek eğilimine karşı insan, sürekli olarak enerjiyi korumak veya arttırmak zorundadır.

Ekonomi, “doğanın düşürücü” etkisine karşı insanın akılcı direnme çabasından başka bir şey değildir.

Bu açıdan ekonominin nesneleri olan malların her biri kendiliklerinden “doğanın etkisine” tabiyken “mülkiyet etkisi”, onların fiyatlar vasıtasıyla anlam ve değer kazanmasını sağlar.

“Mülkiyet etkisi” doğal etkilere karşı insan aklının ve iradesinin ortaya çıktığı ilk noktadır. Locke mülkiyeti, “doğa üzerindeki değiştirici ilk etkiye ya da çabaya” bağlarken onun doğa dışı ve yalnız insana özgü bir  değer olduğunu ortaya koyuyordu.

Ekonomi, doğanın etkileriyle insan etkinlikleri arasındaki  ince çizgide yürürken geliştirdiğimiz en temel anlayıştı. Ailesine yetecek kadarını avlamak ve toplamak için uğraşan insan aslında ekonominin temellerini atıyordu.

O ancak tarım toplumuna geçerken “arttırılabilir şeylerin” farkına vardı. Burada onun anladığı daha temel şey: “ İnsan müdahalesi olmaksızın hiçbir nesnenin doğada sayısının/miktarının artmayacağı” idi. Böylece bir başak buğdayın içindeki her bir buğday tanesinin başka bir başağın temeli olduğunu gördü. Bu ona, “yaratabileceği” veya “arttırabileceği”  mesajını verdi. Böylece artık gündelik yaşayan basit bir avcıdan, “yatırım yapan” bir girişimciye dönüştü.

Piyasa bir doğa otomatizmiyle işlemez ama doğanın unsurlarının içerdiği zorunlulukları keşfederek ilerler ve bunları insan yararına “arttırmak” için uğraşır. İşte Keynes’in “çarpan etkisi” derken  gözüne çarpan ancak çarpık gördüğü gerçek, budur.

Bu açıdan ekonomide  doğanın düzenlilikleri ve insan yönelimleri arasındaki ilişkiyi kavrayacak  yeni, matematikten bağımsız, sözel ve esnek bir anlatıma sahip  bir tür fizyokrat bakış geliştirmek, mevcut “ ölü matematik modelleme” yaklaşımından daha  açıklayıcı olabilir.

Yaklaşık bir İngilizce çeviri koymak önerisinden dolayı  teyze oğluma teşekkürler: Çeviride google'dan yardım aldım. Bir İngilizce dahisi falan değilim.Ama  düşüncelerimi gerçekten düşünenlere bir şekilde ulaştırabilirsem ne mutlu bana.

(I have  used google translater.  I aplogise for all my mistake... But i could not find a way to give my ideas to the critics of English  readers at least almost a correct translation...)

PS: (I have  used google translater.  I aplogise for all my mistake... But i could not find a way to give my ideas to the critics of English  readers at least almost a correct translation...)



A New Experimental Approach to Economics

Physiocrats are thought to be outmoded in the economy. There is a strong conviction that the economy cannot be explained by the basic science approach.

But for some reason, we still can't stop modeling it. Perhaps one of the reasons for the crises in the economy is that we have adopted the wrong model of inin modeling ı to understand the nature of the economy.

Modeling is a kind of pattern discovery attempt. It is natural to have certain regularities in the economy as a human action. But the problem lies in the logic of this modeling. Econometric modeling is incorrect in two respects.

The first and most important is the historicality of the data which is the basis of modeling. In the current economic modeling studies, we try to understand the future based on past price data that is no longer in value. However, no one can say what an hour ago the platinum prices should represent now. Because at the moment when the price occurred, many resources and capital goods, quantities, consumption have already changed.

The second error of the current modeling logic is that human action is based on a mathematical precision algorithm. However, an insuperable wall of uncertainty is always present in human action. This ambiguity wall is fed by two things: ignorance of the individual and ignorance about the individual.

The ignorance of the individual gives rise to uncertainty in the actions of the individual.

Ignorance about the individual is the ignorance of the producers and sellers about his behavior.

Despite these two types of ignorance, prices are formed. But the problem is: The nature of the price cannot be understood after the prices have occurred. We may look at autopsies, even if it is a weak analogy.

An autopsy can tell us where the organs are. Medical students can examine the bodies to see the organs one-to-one. But the problem is that the insan layouts an of the organs in a body are very different from the organs in a living person.

From this point of view, econometric modeling is an attempt to illuminate the economy that lives on dead-end prices with mathematical certainty.

It may seem like a mistake to remember the physiocracy together with the modeling attempt, but both are descriptors based on the acceptance of Model non-human automatism Model. In this respect, they are called ”side by side Bu.

Physiocracy is to think that the economy is in the same diğer creation as other elements of nature. Thus, the economy is actually a living organism, such as other living things in nature, living with a certain circulation, breathing, etc. In terms of discovering the  spontaneity Ekonom of the economy, this idea has been hinting. Because of the inability of the economy to see that there is a, human action makta in the core of the economy, it has been seriously challenged to explain the crises and deviations in the markets.

Physiocrats were then absolutely wrong. I wonder if they were really wrong. Or is it not possible to develop a different physiocratic view?

Econometrics wants to provide an understanding of mathematics certainty. But isn't it still useful to understand the nature of the economy to develop a logical understanding based on physics, physicochemistry, etc.?

Keynes's Multiplier effect ”, for instance, is still spoken of among the economists. But this is clearly a superstition. Because the increase in consumption has no coefficient her effect, it is seen with our inflation experience every day. Keynes's multiplier effect ”superstition is a kind of wrong physiocratic approach.

The sources are exhausted. On the other hand, human resources seek to en consume more efficiently ile and the oil reserves that are thought to be exhausted years ago can still be operated. This does not change the fact that resources are decreasing. Therefore, the economy has a ından lowering lar effect due to the reduction of resources.

Undoubtedly, the price of the decreasing resources is increasing. But only the resources in the economy do not decrease. While the resources are decreasing, the new areas of use of resources tend to disappear from the old methods of use and the forms of demand related to them. This situation results in the fact that some capital goods and consumer goods are no longer produced.

Nevertheless, the economy does not stop. So it is unthinkable to create a certain logic by likening this situation to natural ek processes? This situation is clearly similar to the nature of the energy. Perhaps a physiocratic view of. The nature of goods ar can help us understand things better.

In the universe, energy cannot be destroyed or destroyed. Energy only turns into other energies. But we're not talking about the depletion of goods? Maybe we could talk about it if the recycling technologies weren't so advanced. However, it is not as easy as talking about en exhaustion of resources mes when there is a country importing rubbish for the recycling industry like Sweden. Or den With the use of day-to-day energy generators technology, oil-dependent fuel consumption drops.

But isn't there an ”increase here? On the one hand we are talking about the reduction of resources, on the other hand the increase in consumption goods or the efficiency in energy production.

There seems to be a contradiction here. The reason for this is that human existence is contrary to the mechanism of nature. In the functioning of nature, there is an ”autonomous self-walker in nature and people have to live with preferences. This brings to it the obligation to use a mind and will that are not in nature. In this case, in order to keep the energy going towards the lowest level in nature, the human must constantly maintain or increase the energy.

The economy is nothing more than the rational resistance of man against the bir lowering of nature effect.

In this respect, each of the goods which are the objects of economics is subject to the “impact of nature fiyat, while is property effect“ enables them to gain meaning and value through prices.

Ir Property influence isi is the first point where human mind and will come into being against natural effects. Locke's property, while "binding modifier on the first effect or effort on nature," was a value that is unique to his natural and lonely person.

The economy was the basic concept we developed when we walked the thin line between the effects of nature and human activities. The man, who tried to hunt and collect enough for his family, was actually laying the foundations of the economy.

He realized the ler things that can be increased ”when he entered the agricultural society. The more basic thing that he understood here was: The number / amount of no objects in nature will not increase without human intervention . So he saw that each grain of wheat in a spike of wheat was the basis of another heap. This gave him the message that he could ın create “or“ increase  it. Thus, he became a “investing bir entrepreneur from a simple hunter who was living in a daily life.

The market does not operate with a nature automatism, but it proceeds by exploring the necessities of the elements of nature and tries to increase them for the benefit of the people. Here is the reality that Keynes sees as striking but distorted when saying dü multiplier effect .

In this respect, developing a kind of physiotherapist view with a new, mathematical, verbal and flexible narrative that will understand the relationship between the order of nature and the human orientations in the economy may be more explanatory than the current dead mathematical modeling approach.

17 Ekim 2018 Çarşamba

Dolan Da Gel Birader Rushmore Dağı'ndan





ABD, 3. George zamanında kuruluyor.

Nigel Hawthorne’un başrolünü oynadığı “Kral George’un Deliliği” adlı filmde, krala Amerika’nın İngiltere’den ayrıldığı ve artık ayrı bir “ulus” olduğunu söylendiğinde, kralın verdiği cevap pek güzeldi: “Sanırım artık buna alışmalıyız.”

CNN Turk " Türkiye'nin Rushmore'u" diye nitelemiş.
Nitelemenin ölçüsü yabancı olunca anıtın kendisi de
 ancak "yan sanayi" kadar değerli oluyor zaar?
“Buna alışan” İngiliz Ulusu’na bağlı olarak  dünyada yanılmıyorsam otuza yakın ülke var ve “Common Wealth” ya da “İngiliz Milletler Topluluğu” olarak adlandırılıyorlar. Bu ülkelerin sözde birer bayrakları, hükümetleri falan var.  Fakat bir kısmının bayrağının köşesinde her ihtimale karşı bir “Union Jack” durup duruyor.

İyi de bu ne anlama geliyor? Thomas Jefferson ABD Anayasası hazırlanırken “ Bu anayasayla yeni bir ulus yaratıyoruz!” demiş. Yani? Felsefesi, dili, mantığı, hayat tarzı belki hâlâ basbayağı İngiliz olan ama İngiliz egemenliğinden zihnen  de olmak üzere kesinlikle ayrı bir toplum yarattıklarını/inşa ettiklerini  beyan etmiş.

Tamam da bunun bizimle ne ilgisi var?

Özellikle 80 öncesi siyasi karmaşa döneminde gençliğini yaşamış milliyetçilerle sohbet ettiğinizde şunu görürsünüz: Hayat onlar için MHP’den ibarettir. MHP onlar için milliyetçiliğin merkezindedir.  Onlar için milliyetçilik ancak MHP’den ibarettir.

Bir şey mi yazacaksınız, MHP için ne kadar faydalı olacağına bakılır. Yazdığınız, çizdiğiniz şeyin millet için ne kadar yararlı olduğuna MHPli bir “ağabey” karar verir.

Düşünecek  misiniz? Önce MHP’nin oy oranına nasıl yarayacağına bakılır. Ya da yarattığınız şeyin değeri olup olmadığına, kaç-göç, şeriat, fıkıh, tesettür falan konularına zarar verip vermediğine,  “yüksek İslami ahlak” standartlarına bakılarak karar verilir. Bu bahsettiklerim size çok köhnemiş, eskimiş, tükenmiş şeylermiş gibi gelebilir. Bu bahsettiklerim, şu anda adına “milliyetçi” denen camiada hâlâ devam etmektedir.

Adı, dili, felsefesi, mantığı, hayat tarzı her şeyi basbayağı İngiliz olan bir koloni toplumu, kendi bağımsız bilincini oluşturabilmişken Türkiye’de Türklük sevgisini ve övüncünü taşıyan, bağımsız ve yaratıcı zekâlar, kendilerini, Nakşi şeyhlerinin etkisindeki siyasi  derebeylerinin etkisinden hâlâ kurtaramamış.

Bu, doğru bir mukayese mi? Hangi açıdan baktığımıza bağlı ve bana epey doğru bir mukayese gibi görünüyor. Peki neden?

Çünkü “zihinsel bağımsızlık”  olmaksızın hiçbir şeyin anlamı yok, bırakın “anlamı”,  zaten hiçbir şey yok!

Düşünürken “MHPli ağabeylerim ve onların şeyhleri ne der?” diye düşünüp sonrada düşünmekten vazgeçen insanların Atsız’ın Türk merkezli düşüncesini anlaması beklenemezdi ve nitekim bugün Türklüğü’nü hayal meyal hatırlayan ve aslında basit bir Nakşi siyaset merkezi olan MHP dışında da Türklüğümüzün esamisi okunmuyor.

Türk Bayrağı taşıyan, bazıları kendisini “Atatürkçü” diye de tanımlayan kitlelerin ezici çoğunluğu Türk olmanın Kürt’leri kızdıran, Müslümanları küstüren, ırkçı bir mensubiyet bilinci olduğunu düşünüyor.

İngiliz bilinçli insanlar,  çorba gibi bir topluluktan bir ulus yaratabiliyor ama şerefli mi şefli bir tarihi olan Türk Ulusu, kendisini red ve inkâr ederek “insan” olmağa çalışıyor.

Elin oğlu, uluslaşmasının fikir babalarını Rushmore  Dağı’na  kazıyor, biz uluslaşmamızın en değerli ve çağdaş öncüsünü, büyük Atatürk’ü zihinlerimizden bile kazımağa çalışıyoruz.

Çok mu dağınık oldu? Belki önce “ Aman ha Cübbeli  Ahmet MHP’yi destekliyor, fazla dokunmayalım!” diyen milliyetçi siyaset kabzımallarına sormak lâzımdı ama…

Süpermen Hepimizi Korur Değil mi Ana?



Bu soruyu anacığıma küçük bir çocukken sormuştum. Evet Süpermen Amerika’da yaşıyordu falan ama en nihayetinde biz onu Türkçe okumuyor muyduk? Bir de meselâ yanlışlıkla fırlatılan kıtalararası nükleer füzeleri falan uzaya göndermiyor muydu? O halde Süpermen iyi insanları nerede yaşarlarsa yaşasınlar korurdu, değil mi?

Adına ne dersek diyelim, bu, Amerika’nın “üstün ulus”  söyleminin bir belirtisiydi aslında. Öyle ki Süpermen sayesinde bütün iyi insanlar “Amerikan iyiliğinin” şemsiyesi altında buluşabiliyordu.

Ardından pek çok süper kahraman tasarlandı ama Süpermen her zaman aşılamaz ve tek olmayı başardı. Marvel’in “Kaptan Amerika’sı” bile  bu uzaydan gelen çocuk kadar sahiplenilmedi.

Çünkü Süpermen, nereden gelirse gelsin, üstün ahlâk değerlerinin  yılmaz savunucusu “göçmen Amerikalı’yı” temsil ediyordu.  Öksüz ve yetimdi ama Amerika ona yeni bir yuva vermişti. Ve o, ne kadar yorgun ne kadar kimsesiz olursa olsun Amerika’da kendi  başına bir ulus olabilmiş bütün insanları temsil ediyordu.

Daha sonra yazılıp çizilen bütün özeleştirilere rağmen Süpermen’in itibarı asla yıpranmadı.

Bu doğru mudur, yanlış mıdır? Ya da ahlâkî anlamda geçerli midir? Böyle bir sembolizm Amerikan emperyalizminin bir dayatması değil midir?

Süpermen, bir ulusun kendisini ifade etme biçimidir. Süpermen, kendisini, başkalarına bağımlı görmeyen bir ulusu temsil eder. Süpermen, kendisini “insan idealinin temsilcisi” sayan bir  ulusu temsil eder.

Kısacası Süpermen Amerikan milliyetçiliğini temsil eder.

Bu doğru mudur? Biz ne dersek diyelim Amerikalı’lar Süpermen’de “dünyada adaleti sağlayan Amerikan  insanını” göreceklerdir. Dolayısıyla bizim Süpermen hakkında ne düşündüğümüzün Amerikan’lar için hiçbir değeri yoktur.

Şimdilerde büstlerine hakaret edilen gerçek ve  bir büyük insan, “Türk, öğün, çalış, güven” derken aslında her şeyi özetlemişti ama… Biz onu reddedip “insan” olacağımızı sanırken patlamış mısırlı sinema keyfimizin hayal kahramanı, bütün ahlâk ve adalet dağarcığımızın baş köşesine oturuverdi. İyi mi?

PS: (I have  used google translater.  I aplogise for all my mistake... But i could not find a way to give my ideas to the critics of English  readers at least almost a correct translation...)




Superman Does Not Protect Us All Home?

I asked this question when I was a little boy. Yes, Superman was living in America or something, but we weren't reading him in Turkish? Wasn't he throwing inadvertently the launch of intercontinental nuclear missiles? So Superman would protect good people wherever they live, right?

Let's call it the name, it was a sign of America's "superior nation" discourse. In fact, Superman was able to meet all the good people under the umbrella of ”American goodness Öyle.

Many superheroes were then designed, but Superman was always insurmountable and managed to be the only one. Even Marvel's kadar Captain America “was not appropriated as a child from this space.

Because Superman represented the inin immigrant American inin, the indomitable defender of his superior moral values, wherever he came from. He was an orphan and an orphan, but America gave him a new nest. And he represented all the people who could become a nation in their own right in America, no matter how tired or so lonely they were.

Despite all the self-criticisms that were written and drawn later, Superman's reputation never eroded.

Is this correct, is it wrong? Or is it morally valid? Isn't such a symbolism an imposition of American imperialism?

Superman is the way a nation expresses itself. Superman represents a nation that does not regard itself as dependent on others. Superman represents a nation that considers itself a isi representative of the human ideal .

In short, Superman represents American nationalism.

Is that true? Whatever we say, Americans will see "the American people who provide justice in the world" in Superman. So what we think of Superman has no value for Americans.

The truth and one great person who is now insulted to his busts actually summarized everything when he said "Turk, meal, work, trust!é, but... While we thought we would reject him and be human , the imagination hero of our popcorn cinema pleasure sat at the corner of our entire moral and justice vocabulary. Is it good?


16 Ekim 2018 Salı

Designated Survivor Hakkında Bir İki Söz Daha




Veya “Nasıl Liberal Olunmaz” Diye Düşünmek

Dizi bir  “en kötü durum senaryosu”.  “ Yeni mi anladın?” diye soracaklara Einstein Abi’nin yan evde oturduğunu  söylemekle yetineceğim.

Burada üç nokta üzerinde özellikle duruluyor:

1-     Amerikan hayat tarzı hiç beklenmediği kadar büyük bir ihanetle ve saldırıyla her an karşılaşabilir. Herkes böylesi bir saldırıya karşı hazırlıklı olmalıdır.

2-     Saldırı ne kadar büyük olursa olsun, “devlet aklı”  her protokolü önceden hazırlamıştır.

3-      Ve belki de en önemlisi bu: ABD her ne kadar “federatif” ve eyalet özerkliğine dayalı olarak kurulmuş olursa olsun, hiç kimse “federatif” sıfatını, ulusun egemenliğini bölmek, devletin bütünlüğünü zedelemek için kullanamaz. Bu madde bence önemli çünkü Türkiye’de bebek katili Kürtçü teröristleri ideolojik olarak sosyalistlerden çok daha fazla semirten  liberallerin çoğunluğu, dünyada “federatif” kurumların aslında nasıl da “ulusal” çapta bir bütünlük ifade ettiğini gizlediler. Böylece liberalizmin ancak köy ağalarının, eşkıya önderlerinin silahlı derebeyliklerine izin verilerek yaşayacağı kanaatini, arkalarına dinci muktedirleri ve PKK’nın silâhlı tehdidini alarak herkese dayattılar. Bugün dağdan taştan “Ne mutlu Türküm diyene!” vecizesinin silinmesinin, andımızın kaldırılmasının ardındaki en büyük ihanet işte bu vatansız liberalizm sömürüsüdür.
 
Peki ama neden liberallere neden bu kadar yükleniyorum? Çünkü örnek aldıkları en liberal ülkenin bile ulusal bütünlük, ulusal egemenlik konularında ne kadar bilinçli ve tavizsiz olduğunu sırf iki tane şeyh, birkaç tane Kürt ağası onları kayırsın diye gizleyerek Thoreau, Locke, Mises gibi pek çok büyük düşünürün düşünsel mirasına ve dahası Türk Milleti’ne ihanet ettiler.

Belki çoğu liberallerin, bu tip popüler Amerikan think tank gösterilerinde vatan hainlerine ABD’de nasıl muamele edildiğine dikkat etmeleri, Kürt etnik ırkçılığının manevi sözcülüğünü ve vicdani sömürücülüğünü yapmış olmalarından dolayı faydalı olabilir.  

"Designated Survivor" Hakkında Bir İki Söz




“ Vay efendim sen nasıl bizi böyle gösterirsin?!” falan diye saldırdıkları diziden bahsediyorum.  Sanırsın ki  ülkesinde ulusunu, atasını çok seven Türk siyasetçilerini aşağılamışlar da falan filan. Yahu  memleketimizde Türk olmaktan vazgeçeli neredeyse yirmi yıl oldu. Basın, yayınıyla, politikacısıyla içinde Türk simi geçen ne varsa yopk etmek, silmek için uğraşan soysuzluktan demokrasi sağmaya çalışan, çıkarcı,i aşağılık ve köksüz bir topluluk haline gelmişiz… “ Vay efendim Amerikan başkanı, dizide de olsa bizim yöneticilerimizi nasıl aşağılayabilirmiş.

Öncelikle dizinin beni şoke ettiğini belirtmeliyim. Sonrasında akademisyen olmadığım için sözlerimin bok kadar değeri olmadığını düşünen bütün değerli arkadaşları da dikkate alarak  meselenin özüne ineceğim.

Dizinin  ana fikri şu: “Amerikan ulusu,  şöhreti, kıdemi, popülaritesi ne olursa olsun, herhangi bir evlâdından bir başkan yaratabilir!”

Bunu nasıl yapabiliyor? Öncelikle  sıradan bir politikacı gibi görünen “züttürükten”  bir bakanın bile Amerikan dış  politikası ve  uluslar arası ilişkiler konusunda “ Amerikan merkezli” bir dünya görüşüne ve bilgi birikimine, dağarcığa sahip olduğunu görüyoruz.

İkincisi ve bana kalırsa daha önemlisi, ABD’ye başkan olacak “vatan evlâdının” , ulusundan aldığı çok sağlam bir ahlâkî değerler takımına sahip olduğu mesajı gayet güzel veriliyor. Bu senin gibi “Ne mutlu Türküm diyene!” sözünden nefret eden, Arap hayranı, soysuzluk özentisi, bir  siyaset paraziti için bir anlam ifade etmeyebilir sevgili  seçmenim ama Amerikan vatandaşları için çok ciddi ve yoğun bir mesaj.

İş nerede bitiyor biliyor musun? Gelişmişlikte falan değil. Ulusa duyulan inancın insanı en zor şartlarda bile nasıl ayakta tuttuğunda bitiyor. Sen daha hâlâ  Türkiye’nin kime ait olduğunu düşünedur he mi?

Metallica'nın pek sevdiğim eserlerindendir... Sevdiğim filme eklenmiş, nefis bir klip haline gelmiş. "Türk İslam sentezinde",  Türk olmak için onaylarını bekleyip durduğun
 Arap  âlimlerinin sana münasip gördükleri  yellenmenin neresine uyuyor bilmiyorum ama...
İşte size "Orion"! Dinleyiverin gari!

Şarapsütüne Merhaba Deyin




“Şarapsütü” içerken neler düşünür bir insan? Her şeyden evvel şarapsütü nedir? Şarapsütü, durultulmamış şaraptır. Kötü müdür? İdeal anlamda belki ama bana kalırsa şarapsütü insanın doğasını yansıtıyor.

Peki ama neden?

Çünkü bütün üretim standartlarına rağmen  her toprağın, her rekoltenin şarabı bambaşka çıkıyor. Tamam da bu  “süt” nereden geliyor? O da durultulmamış ve gereğince süzülmemiş bulanık şarabı anlatıyor.

Ve düşünüyorum: “Şaranbın berrak olması çok mu gerekiyor?” Şarabın tadı, kokusu berrak olmadan anlaşılamıyor mu?

Aslında bütün bulanıklıklarımıza  rağmen insan olarak kokumuz ve tadımız gayet güzel anlaşılıyor. Gizleyebildiğimizi sanan sadece biziz. Şarapsütünü denemenizi öneririm. Hiçbir şey öğrenemezseniz belki samimiyet hakkında aklınıza bir şeyler getirebilir.

Herifler Lovercraft'ın evrenine şarkı yazdıysa ötesi yok aga! Aha size "Ktalhu'nun Çağrısı"!


11 Ekim 2018 Perşembe

Algoritmanın Tümdengelimsel Kaynağı



Şaka gibi geliyor belki ama...
Başlığın soğuk, ilgisiz ve itici olduğunun farkındayım ama bazen “özetlemenin” başka bir yolu yoktur. Hele Metallica’nın “No Leaf Clover” parçasının düzenlenmiş halini dinlerken aklınız coşkuyla darmadağınık olmuşken… Lâf aramızda, bu parçanın başka bir hali olup olmadığını bilmiyorum…

Algoritma, özellikle yazılımla ilgilenenler için önemli, dahası temel bir terim. Anladığım kadarıyla yazılımın iskeletini /mantığını oluşturan genel süreç akışını ifade ediyor.

Yazılım, “mekanik yığınlara akıl kazandırmak” olarak tanımlanabilir. Belki on yıl önce bu ifade iddialı olabilirdi ama “ yapay zekânın” alabildiğine heyecanlı tartışıldığı günümüzde, bu tanımın tam ve olgun halinin böyle olduğunu sanırım söyleyebiliriz.

İyi de bunun önemi ne? Bunun önemini Michelangelo’nun Davut heykelinin yaratılma sürecinde görebiliriz. Sanatçı heykeli yontacağı kütleyi üç yıl boyunca  sadece incelemiş ve ancak bundan sonra heykeli yontmağa girişmiştir. Süreci anlatan sözleri, algoritmacılar için “ibret vericidir”.: “Heykel zaten hep o taşın içindeydi.”

Bu bize ne anlatıyor?

Yapay zekâ ancak insan zekâsının işleyiş biçimi anlaşıldığında anlam kazanabilir.

 Buradaki temel sorun şudur: Animal zekâ bütün memelilerde ortaktır. Yüksekteki muzu düşürmek için dal kullanmak davranışı  “yazılabilir”. Sorun, ahlâkî sınırlamanın nasıl “yazılacağıdır”. İşte bu noktada insan davranışının “genel kütlesinin”  doğru saptanması gerekiyor. Bu, ünlü  sanatçının, heykeli için doğru mermer bloğunu bulması aşamasına karşılık geliyor. Daha sonra bu blok içine sığabilecek “en büyük güzelliği” tasarlama aşaması geliyor. Yani iş güzel bir kol yontmadan çok önce o kolun sahibini ve onun estetik varoluşunu, duruşunu bir bütün olarak kafada oluşturabilmek. İşte bu, tümdengelimin ta kendisi…

“Niçin felsefe okuyoruz ki?” diye meraklanan öğrenciler, iş, “insan gibi hareket edecek” robotlar yapmağa gelince belirsizliklerde kendini feda edebilecek ahlâki  bir olgunluk gösterebilecek robotların nasıl “yazılması” gerektiği sorunuyla karşılaştıklarında, bunun cevabını bulmak için telâşlanacaklar. İş robotlarının  “ İyi bir işi erteleme” diyen Buda’nın ya da “Önemli olan yaşamak değildir. Başarmak hiç değildir. Önemli olan insan kalmayı bilmektir.”diyen Orwell’ın çıkarımlarına ulaşabilmesini sağlamak olduğunda, belki robotik öğrencileri, sorunun, evde yumurta çırpabilen çakma primatlar yapmaktan öte bir şey olduğunu göreceklerdir. Ne diyelim? “Hayırlısı…

Sözlerimizi Metallica abilerin enfes bir eseriyle sonlandıralım...