“Değer” kavramı, dünyaya yön veren iki büyük ideolojinin yani liberalizmin ve sosyalizmin, birbirleriyle mücadelelerinin eksenini oluşturmakta.
Bu mücadelede “değer” kelimesine verilen anlamların farklılığı da temel bir rol üstleniyor.
Yani “değer” mücadelesi, özünde bir anlam mücadelesidir.
Neden böyledir? Neden “değer” kelimesi bu kadar önemlidir ve ona farklı bir anlam yüklemek bu kadar önemli olsun?
Bu mücadelede “değer” kelimesine verilen anlamların farklılığı da temel bir rol üstleniyor.
Yani “değer” mücadelesi, özünde bir anlam mücadelesidir.
Neden böyledir? Neden “değer” kelimesi bu kadar önemlidir ve ona farklı bir anlam yüklemek bu kadar önemli olsun?
Dünyada resmî rejimi sosyalizm/komünizm olan ülkelerdeki katliamların, siyasî baskıların, hatta resmen sosyalist olmamakla beraber komuta ekonomisi uygulanan ülkelerde dereceye bağlı olarak görülen hukuk eksikliğinin bütün sebebi “değer” üzerindeki anlaşmazlık mıdır?
Son sorunu cevabı kesindir: Evet!
Belki sona saklamamız gereken bir cümleyi şimdi sarf etmemiz gerekiyor.
Anlam bir haritadır.
Size üzerinde yaşadığınız ve seyahat etiğiniz dünya ve bu sırada sürdürdüğünüz hayat hakkında bir yol göstericidir. Size hayat ve dünyanızın “topografyasını” tercüme eder, sizin için onu “bilinir” kılar.
Bu harita içinde “değerler” ulaşılması ve kalınması gereken konak yerleri, yerleşim yerleridir.
Mesele şudur ki haritanızı değiştirdiğinizde ulaştığınız konaklar da farklı olur.
Daha doğrusu, haritanızı değiştirdiğinizde topografyayı yanlış tercüme etmeye başlarsınız.
Çünkü aslında haritanın tercüme etmeye çalıştığı topografya, içinde yaşadığınız toplumda, kendiliğinden gelişmiş anlam ilişkilerinden oluşmaktadır.
İnsan hem topografyasını oluşturan hem de onu keşfetmeye çalışan tek canlıdır.
Burada oluşturma işi keşfetme işinden daha hızlı seyreder. Çünkü bu gün için geçerli anlamlar üzerine hareket ederken ileride yolumuzu biçimlendirecek pek çok “yer hareketine” sebep oluruz. İşte toplumsal düzenin, “İnsan davranışlarının sonucu olmasının fakat insan tasarımının sonucu olmamasının” anlamı budur.
Bunun en güzel örneği semavî dinlere kaynaklık eden Hz. İbrahim’in “anlamlandırma sürecidir”.
Hz. İbrahim bir noktadan hareketle, anlamların bütünlüğünü kavramaya çalışmıştır. Bir noktadan hareketle aslında kendisine yöneltilecek “nedensellik paradoksu” suçlamasını engellemiştir. Yani bir olgunun ilk kökenine varmadıkça onun anlamının kavranamayacağı düşüncesini engellemiştir.
Bir noktadan hareketle anlamların bütünlüğünü belki göremeden ama varsayarak bilinç sahasında yürümüş ve nihaî anlama ulaşmıştır.
Toplumsal hayatta da biz bir yandan elimizdeki anlam dağarcığından hareket eder ve sürekli bir keşif faaliyeti sürdürürüz; bu sırada hareketimizin yarattığı ve önceden bilinmeyen sonuçları da gelecek nesillere keşfedilmek üzere miras bırakırız.
Peki ama bütün bunlar ne anlama gelir?
Bütün bunlar, hayatın ve dünyanın anlamının yalnız insan için var olduğu anlamına gelir. Mutluluk, keder, hasret, kıskançlık vs tamamen insanın anlam dağarcının sonuçlarıdır.
Yani insanın anlamlandırma sürecinin sonuçlarıdır.
İşte felsefe ve dinler, bize “zarar vermemeye yönelik” bir anlamlandırma süreci kazandırmaya çalışır. Yani insanın, varoluşunu sürdüreceği, yani “doğru olan” anlamlandırma sürecini, bize temin etmeye çalışır.
Bir anlamın “doğruluğu” veya “yanlışlığı” bizi götürdüğü konaktaki durumumuzla anlaşılır.
Bize varoluşu sürdürmek vaadiyle yol gösteren bir “felsefî” fikir, eğer bizi bir yanardağın içine sürüklüyorsa onu “doğru” kabul etmeyiz. Çünkü biliriz ki lâvların içine düşen bir insan hayatta kalamaz.
Bu benzetmeler şüphesiz sınırlı bir açıklayıcılığa sahiptir fakat “Neden o da bu değil?” sorusuna yani insanın tercih problemine, ilk doğru cevapları içermeleri açısından önemlidirler.
İşte bu yüzden “Birden fazla doğru olabilir” anlayışı açıkça anlamsızdır. Çünkü bir toplumun zaman içinde “kendiliğinden” oluşmuş anlam haritası, zaten zaman içinde oluşabilecek tek haritadır. Bir insan ancak o anda bulunduğu yeri keşfedebilir ve anlamlandırabilir. Aynı anda Çin’de veya Endonezya’da da bir keşifte bulunamaz. İnsanlığın ortak hareket noktaları şüphesiz vardır ama bu, vardıkları yerlerin de ortak olduğu anlamına gelmez.
Hayatın, mülkiyetin ve hürriyetin kutsallığı, dokunulmazlığı, insan toplumların hepsinde derece farkıyla da olsa bilinen hareket noktalarıdır. Oysa her toplum bu hareket noktasından “varoluşu sürdüren” bir konak yerine ulaşmayı başaramamıştır.
Meselâ Marx’ın pek sevdiği ve bir tür felsefi maymuncuk gibi kullandığı ilkel toplumsal düzen aynen böyledir. Onu “ilkel” yapan şey, hareketin ilk noktasına yakın bir yerden ileriye gitmemiş olmasındandır. İlkel toplum, avcının mızrağını ancak avcının izniyle kullanılabilen bir mülkiyet olduğu kabul eder ama bunun ötesinde kabile şarkıcısının yaratıcı emeğinin, onun mülkiyeti olduğunu idrak edemez. Zaten sosyalizmin ilkelliği de buradan kaynaklanmaktadır.
Bunun yanı sıra, ilkel kabileler, tabiatın her unsurunu “insanlaştırarak”, bu unsurlarla birer insanmış gibi ilişki kurar.
Aslına bakılırsa, hayatı, tabiat şartlarına , çok daha bağlı bir toplumun bu davranışı tabiatı sorumsuzca kullanan modern toplumlar için faydalı bir yaklaşım olabilir. Çevreyle ilişkilerimizin yeniden gözden geçirilmesi için bize ilham verebilecek bu yaklaşım ne yazık ki daha ötesinde toplumsal ilişkilerimizin sonucu oluşan ekonomide yetersiz kalır.
Modern toplumsal ilişkilerin ilkel kabileler göre açıklanması ve yeniden yapılandırılmasına dair en kapsamlı ve iz bırakıcı düşünce Marksizm olmuştur. Marx toplumun gerçek temellerinin ilkel “komünal” toplum olduğu iddiası ile temellendirdiği düşüncesinde, kapitalizmi, “insanın özünden sapması” olarak değerlendirmiştir. Gözünden kaçan ve belki görmezden geldiği nokta ise, ilkel toplumun içinde dahi iş bölümünün var olduğu ve iş bölümünde yer alan her “üretim aracının” o iş bölümündeki şahsa tahsis edilmiş olduğuydu.
Ayrıca hayatta kalmak için yabani çilek ve geyik yemenin gerek ve yeter şart olduğu ve bundan fazlasının da zaten “anlam haritası içinde “yer almadığı, nüfusu sürekli belli bir seviyede seyreden yani olabildiğince “durağan” bir toplumun bile işbölümüne ihtiyaç duyduğu ve sınırlı miktardaki ,(hemen hemen artmayan/durağan) ürünlerin herkese paylaştırılabileceği bir toplumu idealleştirmek, aslında değişmeyen, cansız varlıklar dünyasının bir ayna görüntüsünden başka bir şey değildi. Hatta değişmeyen bir düzenin emirlerine göre yaşayan insan dışındaki canlıların dünyasının…
Son sorunu cevabı kesindir: Evet!
Belki sona saklamamız gereken bir cümleyi şimdi sarf etmemiz gerekiyor.
Anlam bir haritadır.
Size üzerinde yaşadığınız ve seyahat etiğiniz dünya ve bu sırada sürdürdüğünüz hayat hakkında bir yol göstericidir. Size hayat ve dünyanızın “topografyasını” tercüme eder, sizin için onu “bilinir” kılar.
Bu harita içinde “değerler” ulaşılması ve kalınması gereken konak yerleri, yerleşim yerleridir.
Mesele şudur ki haritanızı değiştirdiğinizde ulaştığınız konaklar da farklı olur.
Daha doğrusu, haritanızı değiştirdiğinizde topografyayı yanlış tercüme etmeye başlarsınız.
Çünkü aslında haritanın tercüme etmeye çalıştığı topografya, içinde yaşadığınız toplumda, kendiliğinden gelişmiş anlam ilişkilerinden oluşmaktadır.
İnsan hem topografyasını oluşturan hem de onu keşfetmeye çalışan tek canlıdır.
Burada oluşturma işi keşfetme işinden daha hızlı seyreder. Çünkü bu gün için geçerli anlamlar üzerine hareket ederken ileride yolumuzu biçimlendirecek pek çok “yer hareketine” sebep oluruz. İşte toplumsal düzenin, “İnsan davranışlarının sonucu olmasının fakat insan tasarımının sonucu olmamasının” anlamı budur.
Bunun en güzel örneği semavî dinlere kaynaklık eden Hz. İbrahim’in “anlamlandırma sürecidir”.
Hz. İbrahim bir noktadan hareketle, anlamların bütünlüğünü kavramaya çalışmıştır. Bir noktadan hareketle aslında kendisine yöneltilecek “nedensellik paradoksu” suçlamasını engellemiştir. Yani bir olgunun ilk kökenine varmadıkça onun anlamının kavranamayacağı düşüncesini engellemiştir.
Bir noktadan hareketle anlamların bütünlüğünü belki göremeden ama varsayarak bilinç sahasında yürümüş ve nihaî anlama ulaşmıştır.
Toplumsal hayatta da biz bir yandan elimizdeki anlam dağarcığından hareket eder ve sürekli bir keşif faaliyeti sürdürürüz; bu sırada hareketimizin yarattığı ve önceden bilinmeyen sonuçları da gelecek nesillere keşfedilmek üzere miras bırakırız.
Peki ama bütün bunlar ne anlama gelir?
Bütün bunlar, hayatın ve dünyanın anlamının yalnız insan için var olduğu anlamına gelir. Mutluluk, keder, hasret, kıskançlık vs tamamen insanın anlam dağarcının sonuçlarıdır.
Yani insanın anlamlandırma sürecinin sonuçlarıdır.
İşte felsefe ve dinler, bize “zarar vermemeye yönelik” bir anlamlandırma süreci kazandırmaya çalışır. Yani insanın, varoluşunu sürdüreceği, yani “doğru olan” anlamlandırma sürecini, bize temin etmeye çalışır.
Bir anlamın “doğruluğu” veya “yanlışlığı” bizi götürdüğü konaktaki durumumuzla anlaşılır.
Bize varoluşu sürdürmek vaadiyle yol gösteren bir “felsefî” fikir, eğer bizi bir yanardağın içine sürüklüyorsa onu “doğru” kabul etmeyiz. Çünkü biliriz ki lâvların içine düşen bir insan hayatta kalamaz.
Bu benzetmeler şüphesiz sınırlı bir açıklayıcılığa sahiptir fakat “Neden o da bu değil?” sorusuna yani insanın tercih problemine, ilk doğru cevapları içermeleri açısından önemlidirler.
İşte bu yüzden “Birden fazla doğru olabilir” anlayışı açıkça anlamsızdır. Çünkü bir toplumun zaman içinde “kendiliğinden” oluşmuş anlam haritası, zaten zaman içinde oluşabilecek tek haritadır. Bir insan ancak o anda bulunduğu yeri keşfedebilir ve anlamlandırabilir. Aynı anda Çin’de veya Endonezya’da da bir keşifte bulunamaz. İnsanlığın ortak hareket noktaları şüphesiz vardır ama bu, vardıkları yerlerin de ortak olduğu anlamına gelmez.
Hayatın, mülkiyetin ve hürriyetin kutsallığı, dokunulmazlığı, insan toplumların hepsinde derece farkıyla da olsa bilinen hareket noktalarıdır. Oysa her toplum bu hareket noktasından “varoluşu sürdüren” bir konak yerine ulaşmayı başaramamıştır.
Meselâ Marx’ın pek sevdiği ve bir tür felsefi maymuncuk gibi kullandığı ilkel toplumsal düzen aynen böyledir. Onu “ilkel” yapan şey, hareketin ilk noktasına yakın bir yerden ileriye gitmemiş olmasındandır. İlkel toplum, avcının mızrağını ancak avcının izniyle kullanılabilen bir mülkiyet olduğu kabul eder ama bunun ötesinde kabile şarkıcısının yaratıcı emeğinin, onun mülkiyeti olduğunu idrak edemez. Zaten sosyalizmin ilkelliği de buradan kaynaklanmaktadır.
Bunun yanı sıra, ilkel kabileler, tabiatın her unsurunu “insanlaştırarak”, bu unsurlarla birer insanmış gibi ilişki kurar.
Aslına bakılırsa, hayatı, tabiat şartlarına , çok daha bağlı bir toplumun bu davranışı tabiatı sorumsuzca kullanan modern toplumlar için faydalı bir yaklaşım olabilir. Çevreyle ilişkilerimizin yeniden gözden geçirilmesi için bize ilham verebilecek bu yaklaşım ne yazık ki daha ötesinde toplumsal ilişkilerimizin sonucu oluşan ekonomide yetersiz kalır.
Modern toplumsal ilişkilerin ilkel kabileler göre açıklanması ve yeniden yapılandırılmasına dair en kapsamlı ve iz bırakıcı düşünce Marksizm olmuştur. Marx toplumun gerçek temellerinin ilkel “komünal” toplum olduğu iddiası ile temellendirdiği düşüncesinde, kapitalizmi, “insanın özünden sapması” olarak değerlendirmiştir. Gözünden kaçan ve belki görmezden geldiği nokta ise, ilkel toplumun içinde dahi iş bölümünün var olduğu ve iş bölümünde yer alan her “üretim aracının” o iş bölümündeki şahsa tahsis edilmiş olduğuydu.
Ayrıca hayatta kalmak için yabani çilek ve geyik yemenin gerek ve yeter şart olduğu ve bundan fazlasının da zaten “anlam haritası içinde “yer almadığı, nüfusu sürekli belli bir seviyede seyreden yani olabildiğince “durağan” bir toplumun bile işbölümüne ihtiyaç duyduğu ve sınırlı miktardaki ,(hemen hemen artmayan/durağan) ürünlerin herkese paylaştırılabileceği bir toplumu idealleştirmek, aslında değişmeyen, cansız varlıklar dünyasının bir ayna görüntüsünden başka bir şey değildi. Hatta değişmeyen bir düzenin emirlerine göre yaşayan insan dışındaki canlıların dünyasının…
Marx ilkel toplumu örnek alırken ilkel toplumun da bir tür kaya veya antilop sürüsü olduğunu farz ediyordu, farkında olarak veya olmayarak...
Bu şekilde onları da “insanlaştırıyordu.”
Emek değer kuramının özündeki “metanın içinde bulunan değer” anlayışının temeli de budur.
Çünkü o, “değerin”, ancak belli bir anlamlandırma sürecinin sonucu olduğunu idrak edememişti.
Çünkü o değerin, ancak belli bir anlam haritasına uyularak keşfedilen bir varlık olduğunu bilemiyordu veya bilmek istemiyordu.
“Değeri”, içinde insan algısı barındırmayan bir varlık olarak düşündüğünde onu ölçecek doğal bir determinizm uydurarak sorunu çözebileceğini sanmıştı.
Bu anlayış, “değerlerin” hemen hemen sabit olduğu, hayata dair keşiflerin belli bir yerde donduğu ilkel toplumda belki açıklayıcıydı. Oysa gerek maddî gerekse manevî bir keşif sürecinin yaşandığı, bundan dolayı da iş bölümünün sürekli çeşitlendiği bir toplumda her şeyin neden zamanla değerini değiştirdiği sorusuna cevap bulamıyordu.
O, “değere” kendinde içkin bir anlam atfettiğinde onu insanlaştırmış oluyordu. Değer insan için ve insandan dolayı bir varlıktı oysa. Değerin insanın “anlam verme “ faaliyetinin bir sonucu olduğunu idrak edemiyordu. Dolayısıyla emeğin de dahil olduğu bütün malları, ilkel kabilelere benzer şekilde “ruh ve anlam sahibi” birer insan gibi görüyordu.
Bu şekilde kendilerini, antiloplar gibi tabiata taabi, edilgen birer canlı olarak addeden ilkel insanın algılayışını modern topluma giydirmek istiyordu.
Böylece de malların değerlendirilmesinde talebin işlevini yok ediyordu. Yani insanın tabiatı değiştiren, ona kendince şekil ve anlam kazandıran iradesini, yani insanın bilincini, yani insanın varlığını…
İşte bu insanlaştırma çarpıklı yüzünden, sosyalizmin cari olduğu memleketlerde katliam, baskı, fakirlik kaçınılmaz sonuçlar olarak karşımıza çıkmaktadır. Çünkü insanın sahip olduğu ve mallara atfettiği değerleri mallara da atfetmeye başlarsanız insanı malların kölesi haline getirirsiniz. Aslında Marx “ İnsan bilinç sahibi değildir, onun bilinci üretim araçları ve üretim yöntemlerince şekillendirilir” benzeri yazdığında, sürekli kapitalizme yönelttiği “insanı yabancılaştırmak, metalaştırmak” ithamının, ancak kendi felsefesinin doğal sonucu olabileceğini de bu yüzden idrak edemiyordu.
İnsanı, değerin belirleyicisi olmaktan uzaklaştıran Marksizm, değer yargısına varmaktan korkan, yargısının sorumluluğunda kaçan, kendi ürünlerini insanların değerlendirmesinden korkanlar için çok önemli bir sığınaktı. Ama öte yandan kendilerine sunulan mal ve eylemleri yargılamak hakkını başkasına devredenlerin, ancak köle olabilecekleri gerçeğini de gizleyen bir “harita silicisi” bir ahlâk yıkıcısıydı.
Şüphesiz sosyalist ülkelerde hoşnutsuzluk göremezsiniz, çünkü bunu kimse ifade edemez ama eğer kendilerine “sosyal demokrat” veya “sosyal devlet” diyen refah ülkelerinde üretimin bolluğuna rağmen hoşnutsuzlukların varlığını görüyorsanız kendinize şunu sormalısınız:
Bu şekilde onları da “insanlaştırıyordu.”
Emek değer kuramının özündeki “metanın içinde bulunan değer” anlayışının temeli de budur.
Çünkü o, “değerin”, ancak belli bir anlamlandırma sürecinin sonucu olduğunu idrak edememişti.
Çünkü o değerin, ancak belli bir anlam haritasına uyularak keşfedilen bir varlık olduğunu bilemiyordu veya bilmek istemiyordu.
“Değeri”, içinde insan algısı barındırmayan bir varlık olarak düşündüğünde onu ölçecek doğal bir determinizm uydurarak sorunu çözebileceğini sanmıştı.
Bu anlayış, “değerlerin” hemen hemen sabit olduğu, hayata dair keşiflerin belli bir yerde donduğu ilkel toplumda belki açıklayıcıydı. Oysa gerek maddî gerekse manevî bir keşif sürecinin yaşandığı, bundan dolayı da iş bölümünün sürekli çeşitlendiği bir toplumda her şeyin neden zamanla değerini değiştirdiği sorusuna cevap bulamıyordu.
O, “değere” kendinde içkin bir anlam atfettiğinde onu insanlaştırmış oluyordu. Değer insan için ve insandan dolayı bir varlıktı oysa. Değerin insanın “anlam verme “ faaliyetinin bir sonucu olduğunu idrak edemiyordu. Dolayısıyla emeğin de dahil olduğu bütün malları, ilkel kabilelere benzer şekilde “ruh ve anlam sahibi” birer insan gibi görüyordu.
Bu şekilde kendilerini, antiloplar gibi tabiata taabi, edilgen birer canlı olarak addeden ilkel insanın algılayışını modern topluma giydirmek istiyordu.
Böylece de malların değerlendirilmesinde talebin işlevini yok ediyordu. Yani insanın tabiatı değiştiren, ona kendince şekil ve anlam kazandıran iradesini, yani insanın bilincini, yani insanın varlığını…
İşte bu insanlaştırma çarpıklı yüzünden, sosyalizmin cari olduğu memleketlerde katliam, baskı, fakirlik kaçınılmaz sonuçlar olarak karşımıza çıkmaktadır. Çünkü insanın sahip olduğu ve mallara atfettiği değerleri mallara da atfetmeye başlarsanız insanı malların kölesi haline getirirsiniz. Aslında Marx “ İnsan bilinç sahibi değildir, onun bilinci üretim araçları ve üretim yöntemlerince şekillendirilir” benzeri yazdığında, sürekli kapitalizme yönelttiği “insanı yabancılaştırmak, metalaştırmak” ithamının, ancak kendi felsefesinin doğal sonucu olabileceğini de bu yüzden idrak edemiyordu.
İnsanı, değerin belirleyicisi olmaktan uzaklaştıran Marksizm, değer yargısına varmaktan korkan, yargısının sorumluluğunda kaçan, kendi ürünlerini insanların değerlendirmesinden korkanlar için çok önemli bir sığınaktı. Ama öte yandan kendilerine sunulan mal ve eylemleri yargılamak hakkını başkasına devredenlerin, ancak köle olabilecekleri gerçeğini de gizleyen bir “harita silicisi” bir ahlâk yıkıcısıydı.
Şüphesiz sosyalist ülkelerde hoşnutsuzluk göremezsiniz, çünkü bunu kimse ifade edemez ama eğer kendilerine “sosyal demokrat” veya “sosyal devlet” diyen refah ülkelerinde üretimin bolluğuna rağmen hoşnutsuzlukların varlığını görüyorsanız kendinize şunu sormalısınız:
“Üretimin bolluğuna “izin verilen” bir yerde, insanların paylaşımdan memnun olmamalarının sebebi nedir?”
Bunun sebebi üretilen ürünün ve emeğin değerlendirilmesi yetkisinin oy çokluğu bahanesine sığınılarak artık yavaş yavaş devlete devredilmesindendir. Çünkü ürünleri veya “gelirleri” vergilendirme yoluyla başka insanlara devlet zoruyla aktarmak, o malı veya hizmeti fiyatlandırma yetkisini üreticinin elinden almak demektir.
Böylece mallar kendilerini alabilecek, kendilerine azamî fiyatı verebilecek müşteri kitlesinden, o malları edinemeyeceklere doğru kaydırılır ki bu da malın üretimindeki beklentilerin akamete uğratılması anlamına gelir. Bu durumda maliyet hesapları çarpıtılır, fayda endeksleri anlamsızlaşır, kısacası “değer” yok edilir.
Bunun sebebi üretilen ürünün ve emeğin değerlendirilmesi yetkisinin oy çokluğu bahanesine sığınılarak artık yavaş yavaş devlete devredilmesindendir. Çünkü ürünleri veya “gelirleri” vergilendirme yoluyla başka insanlara devlet zoruyla aktarmak, o malı veya hizmeti fiyatlandırma yetkisini üreticinin elinden almak demektir.
Böylece mallar kendilerini alabilecek, kendilerine azamî fiyatı verebilecek müşteri kitlesinden, o malları edinemeyeceklere doğru kaydırılır ki bu da malın üretimindeki beklentilerin akamete uğratılması anlamına gelir. Bu durumda maliyet hesapları çarpıtılır, fayda endeksleri anlamsızlaşır, kısacası “değer” yok edilir.
O yüzden bedava dağıtılan sağlık veya eğitim tamamen “değersizdir”!
Malları insanlaştırarak, onlara insanın takdirinden bağımsız değerler atfettiğinizde olacak şey ancak budur… Marksist rejimlerin neden ancak dipçik zoruyla ayakta kalabildiğini mi merak ediyorsunuz? “Değer" sayılan şeyin ne olduğuna bakın…
Malları insanlaştırarak, onlara insanın takdirinden bağımsız değerler atfettiğinizde olacak şey ancak budur… Marksist rejimlerin neden ancak dipçik zoruyla ayakta kalabildiğini mi merak ediyorsunuz? “Değer" sayılan şeyin ne olduğuna bakın…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder