Enternasyonalist liberallerimiz ülkemizi meşgul eden sorunun bir “milliyetçilik” sorunu olduğunu iddia ediyor.
Buna göre asıl sorun “insan haklarını” milliyetçilik adına görmezden gelmemiz ve hatta reddetmemiz…
Bu bakışın da temelinde “milliyetçiliğin” insanlık dışı bir güdü olduğu kabulü yatıyor.
Yani aslında “milletler” insanın varoluşuna uymayan, devletlerce uydurulmuş olgular, milliyetçilik de buna bağlı olarak saldırgan, ötekileştiren, devletçi davranışların genel adı…
Enternasyonalizme göre insanlar “eşit” olduklarına göre her birinin, hiçbir kimlik, aidiyet veya mensubiyet farkına bakılmaksızın istediğini yapmasına izin verilmeli.
Enternasyonalizmin bu bakışı, bireyi “yalıtılmış” bir varlık olarak kabul etmesi demektir. Şüphesiz prensipte her fert kendi başına bir değerdir.
Fakat, kişinin “değeri” onun diğer bireylerle etkileşimi ile ortaya çıkmaktadır. Onun “kendi” başına bir değer olması için “değer” kelimesini idrak edecek ve buna saygı gösterecek bir toplum gereklidir.
Fertler, kendi varoluşlarına duydukları saygının benzerinin diğer insanların da kendileri için gösterdiğini gördüklerinde “toplumlaşma” başlar.
İşte “benzeşmenin” nazarî temeli budur.
Bir kere bu şekilde toplumlaşmaya başlayan insanlar kendi aralarındaki iletişim ile hayata benzer şekilde cevaplar vermeye başlarlar. Belli bir yaşama biçiminde benzeşmeyle de “kültürlerini” meydana getirirler.
Buraya kadar “genel insan” üzerinden yani etiket, aidiyet, mensubiyet taşımadığını varsaydığımız insan üzerinden konuştuk.
Oysa insan toplulukları standart bir çevrede ve aynı şartlarda yaşamamaktadır. Burada dikkat edilmesi gereken ayrıntı “kültürün”, doğrudan doğruya “ortam şartlarının” bir ürünü olduğu yanılgısına düşmemektir. Şüphesiz insan bulunduğu çevreye, ortama uyum sağlayacak davranış şekillerini ve cevapları geliştirir ama bu, kültürün maddi unsurlarıyla ilgilidir. Kültürün manevi unsurlarının nasıl geliştiği, toplumların kendi inanç çevrelerini nasıl oluşturdukları ise cevabını kimsenin bilemeyeceği bir muammadır.
Şüphesiz burada da çevrenin yorumlanmasının yani maddi unsurların rolü vardır ama insanların neden bir tür inancı geliştirirken diğerini geliştirmediği köken tartışması açısından anlamsızdır. Meselâ İspanyol sömürgecilerin kılıç zoruyla yerli topluluklarını Hıristiyanlaştırmasının sebebi de bunu görememiş olmalarıdır.
Toplumların oluşumları için belirlediğimiz genel kuramsal çerçeve onların patrik farklılaşmasını da aslında açıklar.
Çünkü her toplum ancak ve yalnız kendi zaman dilimi ve mekân sınırları ile kayıtlıdır. Kültürler arası etkileşimlerin olduğu şüphesiz bir hakikattir ama insanların hayatlarını sürdürmek için buldukları yöntem, zamanların büyük kısmını kendi benzerleri ile geçirerek, iş bölümünden âzâmî şekilde yararlanmalarını gerektirmiştir.
İşte “milliyet” denen olgunun nüvesini bu gereklilik teşkil eder. Aslında bu, bütün mensubiyet şuurlarının temel sebebidir. Mesele mensubiyet şuurunun kendisinde değildir. Kendisine mensubiyet hissedilen toplumun niteliğindedir.
İşte enternasyonalizmin inkâr ettiği şey de tam olarak mensubiyet şuurunun meydana gelme pratiğidir.
Teorik olarak “insan”, yargının önünde renksiz, nötr bir varlıktır. Oysa o aynı zamanda kendi şartları ve tercihi doğrultusunda kendini, diğerlerinden kaçınılmaz olarak farklı bir topluma ait hisseden bir canlıdır da...
Bu durum, ferdin varoluşunu sürdürmek için benzerleriyle daha fazla “teşrik-i mesai” içinde bulunması gerekliliğinin bir sonucudur, önce de belirttiğimiz gibi…
Bu durumda ferdin, içinde doğduğu toplumu öncelemesi, o toplumda diğerlerine göre daha fazla vakit geçirmeyi arzulaması kadar doğal bir şey olamaz.
Ama… Daha önce de dediğimiz gibi mesele bu toplumun niteliğidir.
Bir toplumun niteliği, onun fertlerine aktardığı “değerler” ve normlara göre anlaşılır.
Peki ama toplumların genel oluşum şemaları birerine benziyorsa toplumlar neden farklıdır? Yoksa Rus, İngiliz, Fransız, Alman, Amerikalı, Japon adları tamamen saldırgan milliyetçi politikacıların birer uydurması mıdır?
Elbette değildirler.
Toplumlaşma meydana geldikten sonra olduğu yerde kalmaz. Bazen savaşlarla bazen gönüllü katılımlarla toplumlar birbirleriyle iç içe girer.
Bazı toplumlar coğrafî veya başka sebeplerle bu tip kaynaşmaların dışında kalırlar ve sonunda nüfusları sınırlı, kültürel çeşitlilikleri az, birlikleri kan bağı/ akrabalık ilişkilerine dayalı bir halde kalırlar. Bunların en küçük birimi kabile en büyük birimi de kavim olarak kendini gösterir.
Katılımlarla nüfusları artan, artan nüfusun emniyet ve hak arama ihtiyacına göre de “kural geliştirici” ve uygulayıcı kurumları oluşturan daha karmaşık toplumsal yapılar da “milletleri” oluştururlar. Görüldüğü gibi buradaki benzeşmede artık, kabile veya kavim olgularını meydana getiren “organik benzerlik”, “biyolojik köken”, “ırksal aynılık” ölçüleri aşılmıştır.
Yani “millet”, etnik ırkçıları, enternasyonalist romantizmleriyle destekleyenlerin sandığı gibi bir otoritenin yarattığı, tasarladığı bir “ırksal” aynılık değildir.
Ferdin, zamanının büyük bölümünü benzerleriyle geçirme tercihi varoluş şartlarında, içinde yaşadığı toplumun durumunu diğer toplumlara göre öncelikli düşünmesine yol açar. Bu, işin tabiatı icabıdır. Çünkü her tercih bir reddir aynı zamanda. Bunun en basit ve anlaşılır örneği de aile yaşantımızdır. Önce ailemizin geçimini düşünür, ailemizin emniyetini sağlarız. Kendi evimizde yaşamak ister ve mecbur kalmadıkça da bir başkasın evinde kalmayı reddederiz.
Ama her şeyden önce durumu kendi ailemize göre muhakeme ederiz. Hiçbir fert bir başka yerdeki açların durumunu düşünerek yemek yemekten vazgeçmez. Kendi varlığı veya tercihi bir başkasını doğrudan doğruya aç bırakmadıkça kendi varlığının önüne bir başkasınınkini koymaz. Kendi çocuğumuzu düşünür ve onun için aç kalabiliriz şüphesiz ama önce kendi çocuğumuz için aç kalmayı seçeriz. Bu bir “yakınlık yargısıdır” ve dediğimiz gibi işin tabiatı icabıdır.
Çünkü insan olarak aynı anda ancak bir yerde ve bir toplumla beraber olabiliriz. Bu beraberlik iletişimsiz, etkileşimsiz bir beraberlik değildir, bizim varoluşumuzu sağlayan beraberliktir. Dolayısıyla böyle bir beraberliği sürdürmek, diğer toplumlarla beraberliğe göre öncelikli ve daha gereklidir.
Dolayısıyla bir mensubiyet şuuru olarak milliyetçiliğin bir “icat”, bir tasarım” olmadığını bir kere daha vurgulamalıyız.
O halde ülkemizdeki çatışmalı durumun sebebi milliyetçilik midir?
Bir fert varoluşu gereği bir mensubiyet şuuru taşıyacaksa bu soruya daha en baştan “hayır” diye cevap verebiliriz.
Ama bu yetmez.
Her mensubiyet şuurunu milliyetçilik olarak addeden enternasyonalizme “mensubiyet şuurunun” içinden doğduğu topluma göre nasıl şekillendiğini göstermeliyiz ki iddialarının yanlışlığı ortaya çıksın.
En başta belirttiğimiz gibi toplumlaşma başladığı gibi kalmaz.
Bazı toplumlar başlangıçtaki hallerine yakın halde yani “topluluk” halinde kalırken bazıları da katılımlarla büyüyüp genişleyerek, kültürel olarak gelişip çeşitlenerek varoluşlarını somut unsurlardan soyut öğelere doğru geliştirirler.
Ülkemizde Kürt kardeşlerimiz birinci duruma bir örnektir. Mensubiyet şuurları aile ilişkilerine, kan bağına, somut benzerliklere, dayanan, organik/ biyolojik aynılıkla kendini kavrayıp buna göre hayata cevap veren bir toplumsal yapı sergilerler.
Bu durum günden güne değişmekte ve şehirleşmeyle beraber onlar da yavaş yavaş Türk millî birliğinin ayrılmaz bir parçası olduklarını idrak etmektedirler. Bu idrak ne yazık ki aile bağlarının çok kuvvetli olduğu, beraberliğin soyut kurallarla şekillendirilmesinin hazmedilemediği bölgelerimizde zayıftır.
Bundan dolayı “Biz Türk değiliz!” diye bağıran gruplar, kendi Kürtlük bilinçlerinin ırka, kan bağına , biyolojik yakınlığa dayandığını anlayamamakta ve Türk çoğunluğun da böyle olduğunu sanmaktadırlar.
Bazı enternasyonalistler Kürtlük bilincinin “uluslaşma” olduğunu sanmaktadırlar. Siyasî Kürtçülüğün uluslaşma iddiaları ve kullandığı söylem böyle bir yanılgıya sebep olmaktadır.
Çünkü kendisini ancak somut biyolojik yakınlıklara göre tanımlayarak bu farkın somutluğundan dolayı farklı muamele ve yönetim isteyen bir grup milletleşmenin/ uluslaşmanın büyük hukuk beraberliği idealinden habersizdir.
Uluslaşma sadece “benzerlerin”, ötekilerden ayrılması demek değildir. Bu yüzden de Kürt topluluğunun uluslaşma iddiaları milletleşmenin, farklılıkları hukuk altında kucaklaması ve sonucunda meydana gelen kendiliğinden ve rızaya dayanan benzeşme durumundan çok geride, ilkel bir seviyededir.
Bundan dolayı Türkiye’de etnik ırkçılık, siyasî Kürtçülük bir “halkın bağımsızlık talebi” değil, hukuk devletine, kural altında eşitlik idealine ve toplumsal kaynaşmaya karşı bir isyandır.
Bu durumda şunu sormalıyız: Soruna kimin gözüyle bakmalıyız?
Kural altında eşitlik idealiyle birleşip ortak bir millî kimlik oluşturmuş insanların bu birliğin devamını değil de başkalarının kendilerine göre belirledikleri hedefleri gözetmeleri mümkün müdür?
Hukuk idealini bir araya getirdiği, tarihin en eski milletlerinden biri olan Türk’lerin varoluşlarını bir kenara atarak düşmanlığını açıkça ilan etmiş silâhlı grupların taleplerini tartışması acaba enternasyonalizmin insancıllığıyla bağdaştırılabilir mi?
Fertlerin varoluşlarını kendilerine göre tanımlamalarını, bu tanımı etkileyen toplumsal benzeşmeyi varoluşlarının gereği olarak öncelemeleri, baka toplumları düşman saymalarını gerektirmez. Komşularımız sevmemiz, mahremiyetimizi koruyacak kilitler takmamızı engellemez. Veya komşularımızı sevmemiz önce kendi evimiz ekmek almamızı da engellemez.
Veya kapılarımızı kilitlememiz komşularımızı yok etmek istediğimizi göstermez!
Bu durumda, toplumların kendi varoluşlarıyla ilgili fertlerinin paylaştığı öncelik endekslerinin ortaklığı kendi başına bir kötülük değildir. Bu öncelik endekslerinin uyuşmasını bir kötülük kabul etmek, dünyadaki bütün milletleri, renkleri silmeyi istemek kısaca insanı yok etmeyi istemek demektir.
İşte etnik terör bu yolla enternasyonalizmin liberal, sosyalist ve dinci renklerini gayet güzel kullanabilmektedir. İşte gene bu yüzden “milleti” reddederek barışı sağlayacaklarını söyleyenler etnik ırkçılığı bölünme talebi dışında bir öneri getirememekte, etnik teröre boyun eğmek dışında ri tavrı sergileyememektedir. Yani meseleye “nötr insanın gözüyle bakmayı iddia ederken etnik ırkçılığa esir düşmektedirler.
Türk adını reddederek zaten etnik ırkçılığın tehdidine boyun eğmekte, milleti adını reddederken gösterdikleri duyarlılığı kavmiyetçiliğe, kabileciliğe göstermeyerek iki yüzlülük etmektedirler.
Ayrıca Türkiye’nin bürokratik bir kurgu bir otarşi olmadığını Türk Milletinin kendi değerler ve normlar dağarcığıyla anlamlandırdığı yani vatanlaştırdığı bir ülke olduğunu da reddederek dünyayı kana bulayan ırkçılığın her türlüsüne ortak olmaktadırlar.
Her ülke, onu kuran millî çoğunluğun iradesince şekillenir. Burada öncelik milletlerindir. Hukukun herkes için korunması kaydı dışında da bu irade kimseyle paylaşılmaz çünkü bu irade millî bütünlüğün omurgasıdır.
Enternasyonalizmin insanlık düşmanı ve ahlaksız bir düşünce olması da var olan insanların tercihlerini ve birlik şuurlarını reddederek onları var olmayan bir “insana” zorlamayı istemesindendir. Enternasyonalistler şunu bilmelidir ki bir milletin milliyetini etnik ırkçılığı korumak adına yok etmek o milletin fertlerinin beyinlerini çıkarmak demektir.
Soyut ilkelere göre şekillenmiş bir beraberliği kan bağı, aşiret keyfiliği adına reddettiğinizde yaptığınız şey insanların beyinlerine sözden mermiler sıkmaktır. Bu yüzden de milliyetçiliğin soyut ve ileri kavrayıcılığıyla aşiret reislerinin hukuk tanımaz otoritelerinin ayrılıkçılığını mukayese etmek en başta ahlâkı hiçe saymaktır.
Milliyetçiliğin olduğu yerde haklar, hukuk teminatı altındayken etnik ırkçılığın egemenliğinde aşiret reislerinin insafına kalmıştır. İşte enternasyonalistlerin düşünmeleri gereken budur: Her köyün kendi keyfî zorbalığına izin vermek insanlığın varoluşuyla bağdaşıyor mu bağdaşmıyor mu?