Neredeyse üç yıldır bulamadığım bilgisayar oyunu dergisini nihayet bir büyük markette buldum. Donanım yetersizliğinden dolayı oynayamadığım “Call Of Duty: Black Ops” ile ilgili incelemeye bir göz attım. İncelemenin can alıcı noktası, senaryonun zayıflığına değinen kısımdı.
Neticede elinize silâh alıp da âlemin kafasına sıka sıka ilerlediğiniz bir bilgisayar oyununda senaryonun ne önemi var, değil mi? İşin açığı bu bana da öyle saçma geliyordu ki zombi avlayıp durduğumuz bir başka oyunu bilgisayarıma yükleyene kadar… Oyun bir anda başlıyor ve öyle devam edip gidiyordu. Yeşil-gri derili, korkunç yaratıkları avlayıp gidiyor ama bir yere varmıyorduk.
O zaman anladım ki iyi bilgisayar oyunları, oyuncuya bir içerik ve bağlam sunar. Sizi, başı ve sonu olan, aşamaları birbirini tamamlayan bir film gibi bir sürece sokmayan oyun mantıken zayıftır. Mesele birilerinin kafasına sıkarak tatmin olmak değildir. Bilgisayar oyunları dahi oyuncuyu, uyguladığı şiddetin haklılığına inandırmaya çalışır! Çünkü haklılık kadar insanı harekete geçirebilen hiçbir şey yoktur. İnsan ancak haklı olduğunu düşündüğünde hayatını tehlikeye atabilir. Hukuk da haklılığın bir ideal haline getirilmesinin adıdır.
Hukuk bir idealdir. Hiçbir şeyin tanımlanamayacağını, her şeyin zıttıyla beraber olduğunu söyleyip de yargılama imkânımızı yok etmeye çalışan diyalektik cambazlığa rağmen böyledir.
Neye hukuk diyebiliriz o halde? Hukuk, haklıyla haksızı birbirinden ayırmamızı sağlayan normatif düşünme biçimidir.
Bir düşünme şekli olduğuna göre o, mantıkla doğrudan doğruya ilgidir. Daha doğrusu mantık, hukukun mütemmim cüzüdür.
Adalet, haklıyla haksızın normlara göre birbirinden fiilen ayrılması işidir.
Kanunlar, toplumsal düzenin içerdiği normlara göre, devletin zor kullanma şartlarını kayıt altına alan, yazılı toplumsal kurallardır.
Buraya kadarki cümlelerimizden çıkarılacak özet şudur: Eğer bir hukuk fikrimiz ve idealimiz olmasaydı, toplumsal düzenin devamını sağlayacak yazılı kurallar ortaya koyamazdık. Yaşadığımız toplumsal düzenin çok büyük ölçüde barışçı olması, katillerin ve hırsızların istisna teşkil etmesi bize, hukuk fikrinin, adalet uygulamasından önce geldiğini gösterir. Yani önce barışçı bir düzen vardır ve sonra, bu düzen içindeki kötü örnekleri ayıklayarak düzenin devamını sağlayacak bir mekanizma kurarız. Benzetmedeki çok büyük hataya rağmen daha kolay anlaşılabilmesi için daha da Türkçe’si: Çalışan bir araba önce dahinin kafasında var edilir, tamirciler daha sonra bu mekanizmayı öğrenerek çeşitli arızaları giderir. Benzetmenin yanlışlığı şuradadır: Toplumsal düzen bir insan tasarımının eseri değildir, davranışlarımızın önceden bilinemeyen sonuçları arasındaki kendiliğinden yürüyen bir elemenin sonucudur. Burada benzetmeyi zayıf bir illiyet bağıyla” düzen” kelimesi üzerine kurdum.
Demek ki mahkemeler hukuk fikrinin “zanaatkârlarıdır”. Ama bu benzetme de gene hatalıdır. Çünkü bu benzetme de poizitif hukuk düşüncesine yaslanarak yapılmıştır. Mahkemelerin aynı zamanda “sanatkâr” oldukları hukuk rejimi, Anglo-sakson, “common law” rejimidir.
Bu iki hukuk felsefesi arasındaki fark çok önemlidir. Çünkü bu iki farklı felsefe hukuk idealine ulaşıp ulaşmamak yönünden birbirinden çok farklı neticeler verirler.
Bu bahsi burada şimdilik kesip Türkiye’deki iki örnek olayı incelemek sanırım faydalı olur.
Bunlardan birincisi otuz yılı geçtiği için zaman aşımına uğradığı söylenen PKK davasıdır. Şimdi içeride sözüm ona “ağırlaştırılmış müebbed hapis cezasını” çeken bebek katili dahi bu davada beraat etmiştir.
İkinci örneğimiz ise başlayalı neredeyse dört yıl olan Ergenekon davasında tutukluluk süreleri ve bu sürelerle ilgili bakanın açıklamasıdır. Bakan tutukluluk süresinin uzatılmasının kanunun gereği olduğunu söylemiş.
Her iki dava da “kanuna uygun” yürümektedir. Peki ama acaba her iki davanın kanuna uygun yürümesi, kendi düzeni için hizmet edilen toplumun huzuruna, vicdanına gerçekten hizmet etmekte midir? Bir kanunun, herhangi bir uygulayıcının keyfi yorumuna göre uygulanması, hukuk adına yeterli midir? Veya.. Bütün mesele, kanunlara sahip olmamız ve onları hiç tartışmadan, hukuk idealine göre sürekli denetlemeden, doğrudan uygulamak mıdır?
Yukarıdaki paragraftaki soruları sormamıza sebep olan felsefe pozitif hukuk felsefesidir. Bu felsefe bize hukukun bir tasarım olduğunu, dolayısıyla kanun yapıcıların her konu hakkında birer kanun yapması ve mahkemelerin de bunları olduğu gibi uygulamasıyla adaletin sağlanacağını söyler. İşte bundan dolayı hâlâ alenen suç işleyen, her beyanı alenî birer suç olan kısaca sürekli cürm-ü meşhud işleyen etnik terör örgütü mensuplarının, sırf kanunda yazılı bir usul var diye işledikleri suçtan beraat ettirilmeleri belki kanuna uygundur ama bu durumun hukuka uygun olmadığı da gün gibi aşikârdır.
Keza, tutukluluk süresinin bir cezaya dönüşmemesi için yapılan düzenlemenin hayata geçirilmemesi ve bu düzenlemenin aksi mevzuatın da aynı anda var olduğunun söylenmesi gene bir hukuk garabeti ama bir kanun tapınıcılığı olarak karşımıza çakmaktadır. İlgili bakan “Kanun çok açık” demiş. Mutlaka kanun açıktır ve öyle de olmalıdır ama buna mukabil kanunların, kendilerine uyması gereken hukuk karineleri de belirsizliklerin, her türlü hafifletici sebebin, usul hatalarının sanığın lehine kullanılması gerektiğini de çok açık emreder!
İşte bir hukuk devletiyle bir kanun devleti arasındaki farkın yol ayrımı burada başlar. Kanun devletinde adalet mekanizmasının en üst basamağı ve âmir mercii kanunlarken hukuk devletinde bu âmir, hukuk karineleridir.
Kanun devletinde, kanunun gereği yapılırken şüphelinin veya sanığın yargılanıyor olması dışında bir şeye dikkat edilmezken hukuk devletinde, yargılamaya giden her sürecin ayrı ayrı usule uygunluğu denetlenir ve usule uygun olmayan uygulamanın esasına da bakılmaz, o uygulama derhal reddedilir, dava konusu haline getirilmez, konuyla ilgili dava açılmaz.
Kanun devletinde yazılı kanuna harfiyen uymak dışında bir gerek ve yeter-şart yoktur. Kanun yapıcının meşruiyet şartı sağlanmışsa artık o bir tür tanrıdır. Meşru yasama organının her söylediği, hukuka uygun olsun olmasın, “kanun” diye adlandırılıp, devletin zor kullanma mekanizması, bu “kanunlara” göre işletilir. Hiçkimse Hitler ve Stalin’in kanunsuz insanlar olduğunu sanmamalıdır. Bu iki katil ve insanlık düşmanı bütün işlerini anayasalarına ve yasama organlarının kanunlarına uygun yapmışlardır. Sosyalizmin insan mezbahası SSCB’de, GULAG’ın ceza kamplarına hiçkimse “yargılanmadan” gitmemiştir.
Hukuk devletinde ise kanunların mantığa uygun yapılması ve yorumlanması, sanığın tartışılmaz derecede açık suçluluğu mahkemece tespit edilmeksizin, masumiyetin bütün haklarından yararlandırılması ve aynı zamanda kanun uygulamasının kamuoyu vicdanını mümkün mertebe tatmin etmesi arzulanır.
Bu açıdan bakıldığında “özel suçlamaya muhatap” oldukları gerekçesiyle Ergenekon sanıklarının tutukluluk sürelerinin bir tür infaza dönüştürülmesi, “kanuna uygun” addedilirken, aynı tür “özel suçlamayla yargılanan” ve yargılanma süresince sürekli suç işleyen etnik terör örgütü üye ve yöneticilerine “kanuna uygun olarak” zaman aşımı uygulanması tam bir çelişkidir.
Yapılanlar bir kanun devleti açısından doğrudur ama anayasada sanırım, slogan olsun diye söylenmemiş olan “hukuk devleti” açısından son derece rahatsız edicidir.
En başa dönecek olursak… Bir hukuk devleti, iyi bir bilgisayar oyununa benzer. Size oyun sahanızda bir tutarlılık evreni sunar, ahlâkî bir dayanakla yaptığınız işin doğruluğuna, haklılığına sizi ikna eder.
Bir kanun devleti ise oyun salonlarındaki oyunlara benzer. Bütün yapmanız gereken vurmanız gerekenleri vurmaktır, çünkü “kanun çok açıktır”.
Birilerinin, insanların mutluluğunu ve masumiyetini düşünmeksizin, sadece gücüne dayanak kılmak için ürettiği oylama ürünlerine “kanun” demeye devam ettiğimiz müddetçe, kanunların uygulanmasından murat edilen adalete ulaşmamız mümkün olmayacaktır. Sanık Mehmet HABERAL için “Suçlu olmasa içeri alınır mıydı?” diyen insanların yaşadığı bir memlekette sanırım zaten hukukun çoktan vefat ettiğini söyleyebiliriz. Bari bilgisayar oyunlarındaki zevkimiz biraz gelişse…
Neticede elinize silâh alıp da âlemin kafasına sıka sıka ilerlediğiniz bir bilgisayar oyununda senaryonun ne önemi var, değil mi? İşin açığı bu bana da öyle saçma geliyordu ki zombi avlayıp durduğumuz bir başka oyunu bilgisayarıma yükleyene kadar… Oyun bir anda başlıyor ve öyle devam edip gidiyordu. Yeşil-gri derili, korkunç yaratıkları avlayıp gidiyor ama bir yere varmıyorduk.
O zaman anladım ki iyi bilgisayar oyunları, oyuncuya bir içerik ve bağlam sunar. Sizi, başı ve sonu olan, aşamaları birbirini tamamlayan bir film gibi bir sürece sokmayan oyun mantıken zayıftır. Mesele birilerinin kafasına sıkarak tatmin olmak değildir. Bilgisayar oyunları dahi oyuncuyu, uyguladığı şiddetin haklılığına inandırmaya çalışır! Çünkü haklılık kadar insanı harekete geçirebilen hiçbir şey yoktur. İnsan ancak haklı olduğunu düşündüğünde hayatını tehlikeye atabilir. Hukuk da haklılığın bir ideal haline getirilmesinin adıdır.
Hukuk bir idealdir. Hiçbir şeyin tanımlanamayacağını, her şeyin zıttıyla beraber olduğunu söyleyip de yargılama imkânımızı yok etmeye çalışan diyalektik cambazlığa rağmen böyledir.
Neye hukuk diyebiliriz o halde? Hukuk, haklıyla haksızı birbirinden ayırmamızı sağlayan normatif düşünme biçimidir.
Bir düşünme şekli olduğuna göre o, mantıkla doğrudan doğruya ilgidir. Daha doğrusu mantık, hukukun mütemmim cüzüdür.
Adalet, haklıyla haksızın normlara göre birbirinden fiilen ayrılması işidir.
Kanunlar, toplumsal düzenin içerdiği normlara göre, devletin zor kullanma şartlarını kayıt altına alan, yazılı toplumsal kurallardır.
Buraya kadarki cümlelerimizden çıkarılacak özet şudur: Eğer bir hukuk fikrimiz ve idealimiz olmasaydı, toplumsal düzenin devamını sağlayacak yazılı kurallar ortaya koyamazdık. Yaşadığımız toplumsal düzenin çok büyük ölçüde barışçı olması, katillerin ve hırsızların istisna teşkil etmesi bize, hukuk fikrinin, adalet uygulamasından önce geldiğini gösterir. Yani önce barışçı bir düzen vardır ve sonra, bu düzen içindeki kötü örnekleri ayıklayarak düzenin devamını sağlayacak bir mekanizma kurarız. Benzetmedeki çok büyük hataya rağmen daha kolay anlaşılabilmesi için daha da Türkçe’si: Çalışan bir araba önce dahinin kafasında var edilir, tamirciler daha sonra bu mekanizmayı öğrenerek çeşitli arızaları giderir. Benzetmenin yanlışlığı şuradadır: Toplumsal düzen bir insan tasarımının eseri değildir, davranışlarımızın önceden bilinemeyen sonuçları arasındaki kendiliğinden yürüyen bir elemenin sonucudur. Burada benzetmeyi zayıf bir illiyet bağıyla” düzen” kelimesi üzerine kurdum.
Demek ki mahkemeler hukuk fikrinin “zanaatkârlarıdır”. Ama bu benzetme de gene hatalıdır. Çünkü bu benzetme de poizitif hukuk düşüncesine yaslanarak yapılmıştır. Mahkemelerin aynı zamanda “sanatkâr” oldukları hukuk rejimi, Anglo-sakson, “common law” rejimidir.
Bu iki hukuk felsefesi arasındaki fark çok önemlidir. Çünkü bu iki farklı felsefe hukuk idealine ulaşıp ulaşmamak yönünden birbirinden çok farklı neticeler verirler.
Bu bahsi burada şimdilik kesip Türkiye’deki iki örnek olayı incelemek sanırım faydalı olur.
Bunlardan birincisi otuz yılı geçtiği için zaman aşımına uğradığı söylenen PKK davasıdır. Şimdi içeride sözüm ona “ağırlaştırılmış müebbed hapis cezasını” çeken bebek katili dahi bu davada beraat etmiştir.
İkinci örneğimiz ise başlayalı neredeyse dört yıl olan Ergenekon davasında tutukluluk süreleri ve bu sürelerle ilgili bakanın açıklamasıdır. Bakan tutukluluk süresinin uzatılmasının kanunun gereği olduğunu söylemiş.
Her iki dava da “kanuna uygun” yürümektedir. Peki ama acaba her iki davanın kanuna uygun yürümesi, kendi düzeni için hizmet edilen toplumun huzuruna, vicdanına gerçekten hizmet etmekte midir? Bir kanunun, herhangi bir uygulayıcının keyfi yorumuna göre uygulanması, hukuk adına yeterli midir? Veya.. Bütün mesele, kanunlara sahip olmamız ve onları hiç tartışmadan, hukuk idealine göre sürekli denetlemeden, doğrudan uygulamak mıdır?
Yukarıdaki paragraftaki soruları sormamıza sebep olan felsefe pozitif hukuk felsefesidir. Bu felsefe bize hukukun bir tasarım olduğunu, dolayısıyla kanun yapıcıların her konu hakkında birer kanun yapması ve mahkemelerin de bunları olduğu gibi uygulamasıyla adaletin sağlanacağını söyler. İşte bundan dolayı hâlâ alenen suç işleyen, her beyanı alenî birer suç olan kısaca sürekli cürm-ü meşhud işleyen etnik terör örgütü mensuplarının, sırf kanunda yazılı bir usul var diye işledikleri suçtan beraat ettirilmeleri belki kanuna uygundur ama bu durumun hukuka uygun olmadığı da gün gibi aşikârdır.
Keza, tutukluluk süresinin bir cezaya dönüşmemesi için yapılan düzenlemenin hayata geçirilmemesi ve bu düzenlemenin aksi mevzuatın da aynı anda var olduğunun söylenmesi gene bir hukuk garabeti ama bir kanun tapınıcılığı olarak karşımıza çakmaktadır. İlgili bakan “Kanun çok açık” demiş. Mutlaka kanun açıktır ve öyle de olmalıdır ama buna mukabil kanunların, kendilerine uyması gereken hukuk karineleri de belirsizliklerin, her türlü hafifletici sebebin, usul hatalarının sanığın lehine kullanılması gerektiğini de çok açık emreder!
İşte bir hukuk devletiyle bir kanun devleti arasındaki farkın yol ayrımı burada başlar. Kanun devletinde adalet mekanizmasının en üst basamağı ve âmir mercii kanunlarken hukuk devletinde bu âmir, hukuk karineleridir.
Kanun devletinde, kanunun gereği yapılırken şüphelinin veya sanığın yargılanıyor olması dışında bir şeye dikkat edilmezken hukuk devletinde, yargılamaya giden her sürecin ayrı ayrı usule uygunluğu denetlenir ve usule uygun olmayan uygulamanın esasına da bakılmaz, o uygulama derhal reddedilir, dava konusu haline getirilmez, konuyla ilgili dava açılmaz.
Kanun devletinde yazılı kanuna harfiyen uymak dışında bir gerek ve yeter-şart yoktur. Kanun yapıcının meşruiyet şartı sağlanmışsa artık o bir tür tanrıdır. Meşru yasama organının her söylediği, hukuka uygun olsun olmasın, “kanun” diye adlandırılıp, devletin zor kullanma mekanizması, bu “kanunlara” göre işletilir. Hiçkimse Hitler ve Stalin’in kanunsuz insanlar olduğunu sanmamalıdır. Bu iki katil ve insanlık düşmanı bütün işlerini anayasalarına ve yasama organlarının kanunlarına uygun yapmışlardır. Sosyalizmin insan mezbahası SSCB’de, GULAG’ın ceza kamplarına hiçkimse “yargılanmadan” gitmemiştir.
Hukuk devletinde ise kanunların mantığa uygun yapılması ve yorumlanması, sanığın tartışılmaz derecede açık suçluluğu mahkemece tespit edilmeksizin, masumiyetin bütün haklarından yararlandırılması ve aynı zamanda kanun uygulamasının kamuoyu vicdanını mümkün mertebe tatmin etmesi arzulanır.
Bu açıdan bakıldığında “özel suçlamaya muhatap” oldukları gerekçesiyle Ergenekon sanıklarının tutukluluk sürelerinin bir tür infaza dönüştürülmesi, “kanuna uygun” addedilirken, aynı tür “özel suçlamayla yargılanan” ve yargılanma süresince sürekli suç işleyen etnik terör örgütü üye ve yöneticilerine “kanuna uygun olarak” zaman aşımı uygulanması tam bir çelişkidir.
Yapılanlar bir kanun devleti açısından doğrudur ama anayasada sanırım, slogan olsun diye söylenmemiş olan “hukuk devleti” açısından son derece rahatsız edicidir.
En başa dönecek olursak… Bir hukuk devleti, iyi bir bilgisayar oyununa benzer. Size oyun sahanızda bir tutarlılık evreni sunar, ahlâkî bir dayanakla yaptığınız işin doğruluğuna, haklılığına sizi ikna eder.
Bir kanun devleti ise oyun salonlarındaki oyunlara benzer. Bütün yapmanız gereken vurmanız gerekenleri vurmaktır, çünkü “kanun çok açıktır”.
Birilerinin, insanların mutluluğunu ve masumiyetini düşünmeksizin, sadece gücüne dayanak kılmak için ürettiği oylama ürünlerine “kanun” demeye devam ettiğimiz müddetçe, kanunların uygulanmasından murat edilen adalete ulaşmamız mümkün olmayacaktır. Sanık Mehmet HABERAL için “Suçlu olmasa içeri alınır mıydı?” diyen insanların yaşadığı bir memlekette sanırım zaten hukukun çoktan vefat ettiğini söyleyebiliriz. Bari bilgisayar oyunlarındaki zevkimiz biraz gelişse…