10 Aralık 2024 Salı
9 Aralık 2024 Pazartesi
7 Aralık 2024 Cumartesi
3 Aralık 2024 Salı
Bilgi Asimetrisi ve Akademik İmtiyaz
Bilim insanı dediğimiz insanlarla
aramızdaki fark nedir? Onlar bizden çok daha zeki mi? Aslında bu çok tartışılır
ve bence çok da belirleyici değil.
Belki bizden çok daha çalışkan ve
disiplinliler.
Öyle ya bizden çok daha fazla
bildikleri bir gerçek.
Öncelikle bilim insanı dediğimiz
insanlar dikkatlerini belli bir çalışma konusuna yönelten insanlar. Bilim insanlarının
çoğu belirledikleri konuda derinleşmeye hem sabırları yeten hem de belki bundan
başka bir konuda çalışamayacak insanlar.
Öte yandan “kadro” denen sihirli
çalışma güvencesine bir şekilde sahip olmuş insanlar. Gerçi ABD’de ve diğer
batı ülkelerinde bu güvenceye ulaşmaları da yıllarını alabiliyor ama bizde öyle
değil. Bizde akademisyenlik bir tür piyango.
Konu aslında bu değil. Ama
bununla ilgili. Nasıl ilgili? Şöyle:
Sizi belli bir kademeye, belli
bir imtiyaza, belli bir itibara ulaştıran “kadro”, aynı zaman da bir
asimetrinin de perdesi oluyor. Nedir bu asimetri? Bu, “bilgi asimetrisi”.
Bilgi asimetrisi nedir?
Bilgi asimetrisi: İtibarı, iş
güvencesi, çalışma konforu açılarından, herhangi bir insanı diğerlerine göre
çok daha imtiyazlı ve dahası dokunulmaz kılan, bilgiye dayalı farklılaşma demek.
Bilgi asimetrisi ile belli bir
konuda derinlemesine çalışmış insan karşısında bizi “cahil” hissettiren bir
durumdur. Bu, durum, akademide kabul edilebilir bir gerçektir. Çünkü “gerçekten
de” örneğin fiziğin ancak yüksek matematikle anlaşılabilecek
dallarında ilerleyen insanlarla aramızda aşılması imkânsız bir fark doğacaktır.
Yalnız… Burada dikkat edilmesi gereken bir iki şey var: Öncelikle sözgelimi Albert
Einstein gibi karakterler toplumda istisnadır.
Aziz Sancar’ın söylediği gibi
aslolan çalışmaktır.
Karl Popper, “İmkânı olan ve bunu
yapmaya istekli HERKESİN” bilim yapabileceğinden bahsederek buna “bilimin
sivilleşmesi” derken sanırım bunu kast ediyordu.
Aklıma, bir zamanlar onun
asistanlığını yapan ve sonra bir bilim anarşisti olarak adını duyuran Paul
Feyerabend geldi. O da “Gerçeğe ulaşmak açısından bir kabile büyücüsüyle bir
moleküler biyolog arasında bir fark yoktur.” diyordu. Sanırım Feyerabend ,
hocası Popper’ın “sivilleşme” düşüncesini bir adım ileri götürüyordu. “Hayır
öyle değil! O yönteme de karşıydı!” diyebilirsiniz. Vardıkları yer çok farklı
olabilir fakat önemli olan sanırım şudur:
“Bilim adamının” bizi kendinden
ayıran bilgi asimetrisi, bizim bilgilerimizin ve düşüncelerimizin, onunkilerin
yanında önemsiz ve değeriz olduğu izlenimini ve dahası “inancını” yaratıyor.
Bilgi asimetrisi, bilgiyi “ulaşılabilir”,
“anlaşılabilir” olmaktan uzaklaştırıp onu, bir grup imtiyazlı/ ayrıcalıklı
insanın tekeline bırakıyor. Böylece özellikle bizim gibi geri kalmak isteyen
bir toplumda, bilgi sıradan insanların ne yaparlarsa yapsınlar ulaşamayacakları
bir büyüye dönüşüyor. İşte bu yüzden en basit hastalıklarda bile herhangi bir
profesör tarafından muayene edilmek istiyoruz.
Bilgi asimetrisinin yarattığı “bilgi
büyüsü” izlenimi, diğer yandan, bilgi ayrıcalığına sahip insanlara karşı,
sıradan insanın “cahil cesaretini” ( Dunning -Kruger Sendromu) körüklüyor.
Böylece, uzmanların ulaştığı bilginin, onların getirdiği yerdeki konfor, cahil
kitlelerce kıskanılıyor.
Bilgi insanları, elde ettikleri
konfor alanına ulaşma sürecini sıradan insanlarla paylaşmıyor.
Peki ama üniversite, yolgeçen
hanı mıdır? Elbette öyle değildir ve olmamalıdır da… Fakat zaten sorun, eninde sonunda,
üniversitenin bir “geçim kapısı” olarak görülmesinde düğümleniyor. Bilgiyle ilgili
bir dizi öğrenilmiş, ezberlenmiş işlemi belli ve kabul edilmiş bir otomatizmle
yerine getirmekte ısrarcı ve elbette kadro hazinesine ulaşmakta şanslı
herkes bilgi asimetrisinin koruyucu zırhına bürünebiliyor. Böylece “bilmenin”
gerektirdiği zihinsel çaba, yerini, “sonuca götüren en kestirme bilgi devşirme
zanaatine” bırakıyor ki bu da en nihayetinde bilgi insanını, başkalarının
geliştirdiği yöntemlerle ve kuramlarla çalışarak kendisini güvenceye almış
bilgi derleyicisi haline getiriyor.
Bir bilgi derleyicisine, herhangi
bir olgunun veya kavramın farklı bir tanımı olabileceğini anlatamazsınız. Bir
bilgi derleyicisi için mevcut düşüncelerden, bilgi asimetrisi kalkanı arkasında
kalmaya hak kazanmış olanlarının dışında bir “bilgi” olamaz. Yani “atıf”
almamış hiçbir düşünce, bir bilgi derleyicisi için “bilgi” sayılmaz.
Bizim gibi bilgi derleyiciliği
memuriyetinin yerleştiği bir memlekette felsefenin gelişememesinin en büyük
sebebi de budur.
“Hakkında düşünülmeyen” bilgi, ancak
devşirilmiş bilgidir ki o da ancak tek senelik bir tohum gibidir.
Bilgi asimetrisinden beslenen
akademik imtiyaz, bizim gibi geri kalmış toplumlarda insanları düşüncenin kendisinden çok “düşünenin
imtiyazı”na götürüyor. Böylece gerçekten
düşünen ve üreten bir insan olmak yerine, en kısa yoldan akademik imtiyaza
ulaşmak en makbul yol oluyor.
Özetle budur.
2 Aralık 2024 Pazartesi
Suriye'de Taraf Olmak
Bizim Suriye ile ne ilgimiz var?
Biz Suriye ile iki açıdan ilgilenmeliyiz.
mesi…
İkincisi Suriyeli Türkmenlerin refahı ve emniyeti.
Bunların dışında Suriye’de hangi rejimin sürdüğü ya da sürmesi
gerektiği bizi kesinlikle ilgilendirmiyor, ilgilendirmemeli de…
Bütün yapmamız gereken, ülkeyi yöneten Arap çoğunluğunun
ülkelerinin Kürdistan denen hayali/vekil bir toprakla parçalanmamasını
sağlamak. Bu bizim için neden önemli? Çünkü ABD ve diğer develtler bölgedeki
enerji kaynaklarına doğrudan müdahale edebilmek için bağımlı bir Kürt devleti
yaratmak istiyor da ondan… Peki bu sözde devlet nasıl yaratılacak? Elbette
Ortadoğu’nun dört ana ülkesi Kürtleri beslemek için bölünerek.
Bu yüzden aklımızı başımıza alarak Esad ile derhal iş
birliğine giderek sözde Kürdistan kuluçkası olan Kuzey Suriye’deki Kürt
silahlanmasını ortadan kaldırmalıyız. Bu, aslında Irak’ta da yapılmalıydı ama
ne yazık ki biz bir Türk devleti olarak yaşamıyoruz.
Biz Suriye’deki oyuncuların arasında kendisine patron seçmesi
gereken bir ulus değiliz. Biz Suriye’de siyasetin egemen tonunu belirlemesi
gereken bağımsız bir ulusuz. Her şeyden önce ve önemli olarak anlamamız
gereken, budur.
22 Kasım 2024 Cuma
Mutluluk Teğetleri ve İyimserlik
Aslında hepimiz hayata her gün
teğet geçeriz.
Peki ama hayat zaten yaşadığımız şey değil
midir?
Galiba pek öyle değil.
Çünkü aslında hayat aslında “idrak
ettiğimiz” şeydir. Şimdilerde buna “farkındalık” da deniyor.
İdrak edemediğimiz şey bizim için
var mıdır? Belki de sormamız gereken soru budur. Ya da idrak ve varlık arasındaki ilişkinin
farkına varmak, bu soruyu sorabilmemizin sebebi değil midir?
Hayır… Konuyu dağıtmayacağım.
Hayat idrak edebildiğimiz şeydir.
İdrak edemediğimiz şeyleri unutmaya eğilimliyizdir.
Bugünlerde “Atomik Alışkanlıklar”
diye bir kitap okuyorum. Aynı zamanda Carl Jung’un “İnsan ve Sembolleri’ni” okuyorum. (Bunlardan
neden bahsettim? Çünkü bir insanın düşüncelerinin nasıl geliştiği sanırım biraz
da onun okuma macerasıyla ilgili).
Peki ama bu “teğet” benzetmesi
neyin nesi?
Hayat düz bir çizgide akıp
gitmiyor mu?
Hayat bazı düşüncelerde bir tür “çarka”
benzetilmiş. Neden? Çünkü hareket ya da ilerleme, ancak bir yüzeye geçici bir süre hatta
bir an denebilecek kadar kısa bir süre temas etmekle yani bir tekerleğin
hareketiyle sağlanabiliyor. Bu kısa anlar da bir çemberin, bir tekerleğin, bir
yüzeye “sürekli teğet geçmesi” ile harekete dönüşüyor.
Çemberin üzerindeki
sayısız/sonsuz noktanın her biri, her bir an yola temas ettiğinde ya da
edebilirse “hareket” meydana geliyor.
İşte hayatımız da aslında zaman
ekseni ya da düzlemi üzerinde her biri eşsiz anlardan oluşan seçimlerimizin
sürekliliğinden ibaret.
Bir an bir şey yapmayı “seçiyoruz”
ve o anda eylem çemberimizde bir nokta, zaman düzlemine değmiş oluyor. Ama öylece
kalmak istemiyoruz. Seçtiğimiz şeyi, bir başka seçimle destekliyoruz. Böylece
yaşam tekerimizi ya da çemberimizin bir başka noktasının zaman düzlemine
değmesini sağlıyoruz. Daha sonra ilgili (ya da ilgisiz) bir başka şey yapıyoruz
ve bir başka noktanın yüzeye dokunmasına, temas etmesine sebep oluyoruz.
Peki ama bu sırada ne oluyor? Bu sırada
her bir anlık seçim eylemi, birbiri ardına gelerek görünebilir, yargılanabilir
bir eylem sürecini oluşturuyorlar. Seçimlerimizi birbiri ardına ekleyerek
bunların bir bütün halinde kalmasını, bir “eylem” oluşturmasını istiyoruz.
Çünkü “eylemezsek” yaşayamayacağımızı biliyoruz. Çok basit bir benzetmeyle
köpekbalıkları gibiyiz: Hareket etmezsek ölürüz.
Ya hiçbir şey yapmamayı seçen düşünürler,
filozoflar? Fıçı içinde yaşayan Diyojen kimdi peki? O boğuldu mu, öldü mü?
Elbette hayır. Onun “eylemi” de
düşünmekti. Filozoflar, düşünmeyi, “salt eylem” haline getirmiş sanatçılardır.
Peki ama bütün bunların “mutlulukla”
ne ilgisi vardır?
Filmin sonunu baştan söylemek
istemezdim ama insan mutlu olmak için yaşar. Çoğumuz, çoğu zaman bunun, anlık
zevklerden ibaret olduğunu düşünür, anlık zevklerin en büyüğüne ulaşarak mutlu
olacağımızı sanır ve “hayat tekerimizi” buna göre hareket ettiririz; buna göre
eyleme geçeriz.
Oysa hayat böyle işlemez.
Peki neden?
Çünkü genellikle “en büyük zevke”
ulaşmak için yapılması gerekenleri yapmak için öyle otomatik, öyle hızlı
hareket ederiz ki amacımızla ilgili olmayan her şeyi idrak dışında bırakırız. (Burada
bazılarınızın, “idrak” kelimesi yerinde neden “algı” kelimesini kullanmadığımı
sorabileceğini tahmin ediyorum. Çünkü “algı”, biz farkına varmadan da meydana
gelir, oysa bir şeyi idrak edebilmek için algının, bilinçli/uyanık şekilde “işlenmesi”
yani “idrak edilmesi” gerekir.)
Hayat ancak tekerleğimizin her
bir seçimle zaman düzlemine temas ettiği anların idrak edilmesiyle yani
eylemlerimizin farkında olmakla “yaşanır”. Demek ki “hayat”, biz hiç farkına
varmadan geçip giden zaman değildir.
Belki de zamanı da seçim tekerleğimize/çarkımıza
sürekli teğet geçen bir başka tekerlek/çark gibi düşünmeliyiz.
Soruyu tekrarlayalım:
Bunların mutlulukla ne ilgisi
var?
Mutluluk sürekli bir zevk hali
değildir, öncelikle bunu anlamamız lâzım. Mutluluk, hayatımızdaki “sevinç
pırıltılarıdır”. O halde sürekli mutlu olamaz mıyız? Sürekli olan sadece harekettir. Neyi nasıl
idrak ettiğimiz ise sadece bizim seçimimizdir ki bu da çoğu zaman değişir.
Peki seçimimizi sürekli
mutluluktan yana yapamaz mıyız?
Neden olmasın? Seçimini sürekli
mutluluktan yana yapan insanlara “iyimser” deriz. Onlar hayat tekerleği üzerindeki
sevinç pırıltısı anlarını hatırlamayı seçen insanlardır.
Böylece şuna geliyoruz: Hayat
çarkı aslında bizi esir alan, bizden bağımsız bir kader tekerleği ya da çarkı
değildir. O halde benzetmemizi bir adım daha ileri götürüp onu bir otomobil tekerleğine
dönüştürebiliriz. Bütün otomobil tekerlekleri otomobilin hareketi için vardır.
Onlar hem arabamızı hareket ettirir hem yolda tutunmasını sağlar. Buna karşılık
hepsinin üstünde eşsiz kanal desenleri/örüntüleri vardır.
Biz, kendi tekerleğimizin desenlerini
kendi seçimlerimizle oluştururuz.
İşte bu yüzdendir ki eylem
tekerleğimizin zaman düzlemindeki her bir anlık teması yani “anlık teğeti”, seçimlerimize
göre ya bir mutluluk ya da bir mutsuzluk “teğeti” olarak
işlenir, kaydedilir.
Bir tekerleğin sınırlı bir
çevresi vardır ve üstündeki bir nokta pek çok kez yola temas eder. Fakat tekerlek
her seferinde yolun başka bir yerine temas eder. Sürücü düzgün yollardan
gittiğinde, tekerlek daha az yıpranır. Hepimiz hayat tekerleğimizi döndürürüz
ama pek azımız o tekerlekte yani bilincimizde ve bilinç altımızda nelere sebep
olduğumuzu düşünürüz. Hayat tekerleği döndürmek değildir, hayat tekerleğin
dönüşünü idrak etmektir.
Ne diyordu Matrix’te Morpheus,
Neo’ya? “Matrixte ölürsen, gerçek hayatta da ölürsün, çünkü insan bilinçsiz
yaşayamaz.”
Özetle…
“İyimserlik” boş bir teselli
değildir. İyimserlik her biri eşsiz olan hayat anlarını sevinçle
ilişkilendirmek, yaşamın içindeki sevinç parıltılarını “seçmektir”. (Bundan
dolayıdır ki aynı olayı yaşayan insanların bir kısmı o olayı mutsuzlukla bir
kısmı da mutlulukla anar.)
O halde şu kısacık hayat
serüveninde biz de sevinç parıltılarını seçsek pek güzel olmaz mı?
3 Ekim 2024 Perşembe
Somutlaşan Düşünceleri ile Kürtçülüğün ve Şeriatçılığın Boğucu İşgalleri
Düşünceler “bulut mudur”?
Onlar doğada yer işgal etmeyen,
vazgeçilebilir, silinebilir, yok edilebilir şeyler midir?
Düşüncelerin “var olmayan” şeyler
olduğunu düşünmemiz doğaldır. Çünkü onları ne görebilir, ne de onlara
dokunabiliriz, onları beş duyumuzla algılayamayız.
Acaba öyle midir? Eğer onlar
algılanamayan, dolayısıyla var olmayan şeylerse… Vücudumuzda herhangi bir
etkilerinin olmaması gerekir; oysa düşüncelerimiz vücudumuzu sandığımızdan çok
daha hızlı ve şiddetli etkilerler.
Beyinde ortaya çıkan herhangi bir
düşünce, somut bir varlık gibi doğrudan etkileyebilir. Söz gelimi korku filmi
seyrederken algıladığımız korku
uyaranları beyni ve limbik sistemi hızla etkiler. Olumlu ya da olumsuz
düşünceler amigdala ile doğrudan doğruya limbik sistemi etkiler[1]. Stresli düşünceler hipotalamus aracılığıyla
stres tepkilerinin doğmasına , kalbin daha hızlı atmasına vs. yol açabilir [2].
Ya da “depresyonun bilişsel
modelinin öne sürdüğü bazı olumsuz bilişlerin depresyon durumunu üretebileceği
ve sürdürebileceği yönündeki kanıtlar vardır.” [3].
Buraya kadar gösterilenler
düşüncelerin somut dünyayla sanıldığından çok daha yakın olduğunu gösteriyor.
Bütün bu somut etkilerinden öte
düşünceler daima somutlaşır. Buna “somutlaşma kuralı” diyebiliriz. Biraz
iddialı durmakla birlikte bunun gerçekliği açıkça görülebilir. Öncelikle insan
eliyle yaratılan her şey önce beyinde bir “hologram” ya da simülasyon (idea)
şeklinde oluşturulur.
Sanat eserleri, beyinde yaratılan
ideaların çeşitli sebeplerden dolayı eksik ya da sakatlanmış biçimleri olarak
somutlaşır. Beyindeki sanat eserinin beyinde yaratıldığı gibi yansıtılması
neredeyse imkânsızdır. Yine de beyinde yaratılmayan hiçbir şey
“yaratılamaz”. Bunu “Düşünmeyen
yaratamaz” şeklinde özetleyebiliriz.
İşin ilginç yanı şudur ki insan
yaratmaksızın yaşayamaz.
Şüphesiz çevremizde hiçbir şey
yapmadan, yaratmadan duran, boşa vakit geçiren sayısız insan vardır. Buna
rağmen insan sürekli yaratır. Çünkü insan sürekli “düşünür”.
Buradaki sorun şudur: Bireylerin düşünceleri arasında sayı ve
kalite bakımından yani nicel ve nitel olarak ciddi farklar vardır. O halde üretilen düşünceler da farklı
hacimlere ve farklı etkilere sahip olacaktır.
Düşüncelerin bir yer işgal edip
etmediğine bakmak için sanalağ hizmet sağlayıcılarına bakmak aslında yeter de
artar bile. Sanalağda yapılan her şey, hizmet sağlayıcıların “server”larında
kaydediliyor. Bu kayıtlar fiziksel bir kayıt ortamında aynen elle tutulan,
gözle görülen kâğıt arşivler gibi bir yer kaplıyor. Zamanla bilgisayarlarımızın
bile artık yeni bilgileri depolamakta ya da işlemekte işlevsiz kaldığını
görebiliyoruz.
Diğer yandan düşüncelerimiz somutlaşma
kuralı gereği ya bir ürün ya da insani bir etki olarak ortaya çıkarılırlar.
Somutlaşma kuralı, düşüncelerin
somutlaşmak üzere oluşturuldukları anlamına gelir. Düşüncelerin somutlaşması,
içinde meydana getirildikleri beynin kastından ya da amacından bağımsızdır.
Herhangi bir kasıt gütmeksizin ifade edilen her düşünce, somut bir etki
yaratacak bir inşaa olarak dünyaya gelir. Söz gelimi sadece birer fikir olarak
öne sürülen pek çok ideoloji ya da kurgu, toplumda kendilerinden beklenmeyen
ölçüde cevaplar ve etkiler yaratmışlardır. O halde düşünceler, sadece atmosfere
salınan ve ortadan kayboluveren buharlar, gazlar ya da soluklaşıp kaybolan ışık
demetleri değildir. Bu gün ekonomi disiplini açısından romantik bir şiddet
manifestosu olan Marksist ideoloji zamanında güçlü duygusal cevaplar ve etkiler
yaratarak SSCB gibi bir dünya hapishanesinin doğmasına yol açmıştır. Diğer bir
örnek Nazizmdir. 1. Dünya Savaşı’ndan yeni çıkan bir ulusun gururunu ve
dikkatini uyarmak için yazılan aşırı romantik ve şiddetli fikirler, Almanya’yı
ilkinden daha büyük bir felâkete sürüklemiştir.
Bu durumda düşüncelerin hem
evrende bir yer kapladıklarını hem de açık ve ölçülebilir etkiler
yarattıklarını rahatlıkla söyleyebiliriz. Peki ama hem evrende bir yer kaplayan
hem de bir etki/iş yapabilen bir varlığın, “manevi”, “varsayımsal”, “hayalî”
olduğu söylenebilir mi?
O halde düşünceler maddenin
kurallarına taabidir. Maddeyle ilgili ilk kanun, “İki maddenin aynı anda aynı
yeri kaplayamayacağıdır”.
Bu durumda sorun hangi düşüncenin
nerede duracağı ya da durabileceğidir. Eğer düşüncelerin kaçınılmaz maddi
etkileri olmasa bununla ilgilenmemiz gerekmezdi. Oysa şimdiye kadar ki örneklerden gördük ki bir düşünce
yayıldıkça hem beyinlerimizde daha fazla yer işgal ediyor hem de kendisiyle
ürünler aracılığıyla ve ikna etkisiyle kendi doğasına uygun sonuçların
doğmasına daha fazla yol açıyor.
Söz gelimi kadınla erkeğin
otobüste yan yana oturmamaları
gerektiğine dair bir düşünce ilk ortaya atıldığında etkisiz bir gaz bulutu gibi
görülebilir. Oysa bu düşünceye “inananların” sayısı arttıkça otobüslerde iki cinsin birbiriyle yan yana gelmeme
eğilimi yaygınlaşacaktır. Bir aşamadan sonra otobüste bir kadının yanına
oturan erkeğin toplumun eğri kalanınca kınandığını görebileceğizdir.
Ya da… Söz gelimi “ Türkiye’de
sadece Türkler yoktur!” cümlesi, ülkenin bütün kurucu ilkelerine ve kurucu Türk egemenliğine, kısacası Türk
Milleti’nin varlığına açıkça aykırıyken terörle ya da sayısız sahte mağduriyet
hikâyeleriyle tekrarlanan bu saçmalık zamanla toplumda hatırı sayılır bir kabul
görmeye başladığında, artık “Türk” isminin telaffuzu bile “ahlakdışı” hatta
“insanlık dışı bir suç” gibi kabul edilemeye başlayacaktır.
Bu düşünceler, toplumsal bilincimizde
moral değerler sahasını öldürücü parazitler gibi işgal ediyorlar. Diğer yandan
omurgasız, kimliksiz bir basın yayın camiasında üretilen sayısız etnik ırkçı ve
şeriatçı çöp düşünceler, yaşam alanımız pek çok fiziksel ürünle doğrudan
doğruya işgal ediyor. Bu düşünceler davranışları da etkileyerek demokrasi
sömürüsüyle medeniyet alanını, bu düşüncelere inanan insanların sayısının artışıyla bu
insanların fiziksel varlığının kapladığı yerin artışıyla gitgide daraltıyorlar.
Şu anda Türkiye’de toplumun bire
bir yaşadığı ama bir türlü isimlendiremediği derin depresyonun ve boğulma hissinin
gerçek sebebi, durmaksızın ortama salınan zehirli Kürtçülük ve şeriatçılık
fikirlerinin birikimli etkisi.
İşte bundan dolayı da her
düşünceye “özgürlük” tanınamaz, tanınmamalıdır da. Düşüncelerin somutlaşma
kuralı onların doğrudan doğruya maddi zarar analizlerinin yapılmasını
gerektirir. Sonuçları toplumsal
beraberliğe, ulusal egemenliğe, vatanın bütünlüğüne zarar verecek hiçbir düşüncenin
üretilmemesi, zehirli artıkların üretiminin engellenmesi kadar önemli ve acil
bir konu.
Sonuç itibariyle ülkede etnik
ırkçı Kürtçü partilerin kurulması, sürdürülmesi, bu konuda bölücü yayın
yapılması, şeriatçılığın günlük hayata “kutsalları” sömürerek müdahalesi, her
iki kampında Türk Milleti,, Türk
egemenliği ve Türk vatanı hakkında düşmanca düşünceler üretmesi kesinlikle ve
daimi olarak yasaklanmalıdır. Bu konu doğrudan vatandaşlık tanımıyla ve
vatandaşlık sorumluluğu açısından kanuna bağlanmalıdır.
[1] “Rajmohan, V., &
Mohandas, E. A. S. T. (2007). The limbic system. Indian journal of
psychiatry, 49(2), 132-139.
[2] Yakar, S. K., Limbik Sistem. Limbik
Sistem Nedir? Görev ve Bölümleri - Medicana Erişim tarihi:
02.10.2024
[3] Teasdale, J. D. (1983).
Negative thinking in depression: Cause, effect, or reciprocal relationship?. Advances
in behaviour research and therapy, 5(1), 3-25.
1 Ekim 2024 Salı
Türk Düşmanlığının Kutuplaşmasında Türkiye
Türkiye şeriatçı-Arapçılık ve
Kürtçülük ikilemine hapsedildi.
Türk halkı bu iki kutbun dehşet
dengesinde taraf seçmeye zorlanıyor. Ülkenin en büyük ikinci partisi sözde “muhalefet”
mantığıyla Kürtçülüğün yanında yer alırken, adında “milliyetçi” sıfatı geçen
bir parti de gerek maddi menfaatler gerekse gücün yanında yer alabilmek için
şeriatçı Arapçılığı destekliyor.
Sonuçta Türkiye, yabancı ve
dahası açıkça Türk düşmanı bir kutuplaşmanın geriliminde zaman ve enerji
kaybediyor.
Neden böyle?
Çünkü Arapçılığı kültürmüze
dayatan şeriatçılar da Marksizmle solu sömüren Kürtçü asalaklar da “normatif
ahlâkı” açıkça küçümsüyor. Dolayısıyla kendi davranışlarını vicdanen denetlemeyen,
vicdanın yerine hedefi, amacı koyan bu iki kutup da ülkeden Türk adını silmek
için elinden geleni yapıyor.
Türk düşmanlığı, bu iki kutbun
Türk ülkesinde her türlü düşmanca tutumunu kendilerince meşrulaştırıyor. Türk
çocuklarının milli benliklerini oluşturan Andımız’ın kaldırılmasında her iki
kutbun sessiz ve tartışmasız mutabakatı
bunun ne kesin örneği. Ayrıca Türksüz Anayasa tartışmalarında da iktidar ve
muhalefet partilerinin tamamen mutabık olmaları da aynı şeyi gösteriyor.
Peki ama bu tavrın psiko-politiği
ne?
Bunun kaynağı amaç güdülü
yaşamak. Amaç güdülü bir insan ya da kitle amacı dışında hiçbir meşruiyet
kaynağı ve ölçüsü bilmez ve tanımaz.
Dolayısıyla yabancılaşmış,
Türksevmez insanlar için adında “Türk” olan, vatandaşlığı Türk’ten kaynaklanan
bir ülkenin fiziken olmasa da manen yok edilmesi başat amaç. Bu amaca ulaşmak
için her türlü manipülasyon, yönlendirme, şartlama ve hatta şiddet eylemi
Türkiye’nin iki fiilî yönetim kutbunun
kabul ettiği yöntemler.
İslamcılar “darül harp” olarak
gördükleri Türkiye’de Araplaşmanın ve şeriatın önündeki Türk adının, Türk
kimliğinin, Türk bilincinin devlet
gücüyle silinmesi için uğraşıyor. Kürtçüler de egemen Marksist
örgütlenmelerinin Lenin’den miras aldığı, iç savaş dahil her yolla Türkiye’yi
Iraklaştırmaya çalışıyor.
İki kutbun da hiçbir “normu” ve
ölçüsü yok. İki kutup da uluslaşma dışı kalmış, yabancılaşmış, yozlaşmış
kitlelerin ham demokrasi sömürüsünden yararlanıyor ve hukukla denetlenemeyen bu
oy çığı ve çılgınlığıyla devletin ulusal temellerini tahrip ediyor.
Türkiye iyiyle kötünün
mücadelesine sahne olmuyor. Türkiye kendi düşmanlarının çekişmelerinin arasında
yok oluyor.
13 Eylül 2024 Cuma
Narin’in Köyü Vatan Mı?
Her sabah olduğu gibi bu sabah da
annemle Yılmaz Özdil’i seyrettik.
Programında sıradan vatandaşların amatör haberciliğiyle gelişen “vatandaş gazeteciliğinden” bahsettikten sonra Narin’in köyünde vatandaş gazeteciliğinin olmadığını söyledi.
Narin’in köyünde vatandaş gazeteciliğinin olmamasının asıl sebebi, “vatandaş gazeteciliğinin yapılamaması” değildi; o köyde “vatandaşlık bilincinin” olmamasıydı. Bu çok ağır bir cümle gibi okunabilir ama sanırım kuzucuğun amcası olan adam, birkaç gün önce köyün dışındaki polis noktasından şikâyetçi olmuş, “O polis noktası oradan kalkmazsa ya kan çıkar ya da biz köyden gideriz!” diye devlete sözüm ona gözdağı vermişti. Çok geçmeden köye neredeyse bir bölük jandarma geldi, amca beyin ağzının payı verilmiş oldu.
Devleti yönetenlerde, Türklük
aidiyeti, Türklük bilinci zayıf olduğunda ortaya bu manzara çıkıyordu. Çünkü Türkiye’de demokrasi, “Em çok oy alanın
her şeyi aldığı” bir tür kumar masasına dönmüştür. Hatta demokrasi, sandıktan
çıkanın yeni bir devlet kurabileceğinin bile düşünülmesine sebep olabilecek
şekilde yozlaştırılmıştır. Demokrasi, en üstün değer, en üstün ahlâkî ölçü
haline getirildiğinde, meşruiyetin de tek kaynağı sandıktan çıkan oy sayısı
olmuştur.
Hal böyle olunca demokrasi, “çeşitli
oy paketlerini devşirme savaşı” haline geldi.
Cumhuriyetin kuruluşunda önce
bile devlet otoritesine karşı gelip kendi egemenlik alanlarını kurmak için
isyan eden Kürt etnik ırkçılığının feodal odakları, bu yozlaşmış demokrasiyi olabildiğine
sömürdü. Ortaya hükümetlerden tavizler alarak devlet otoritesini yıpratmayı
kendilerine hak bilen fiili bir feodal egemenlik alanı çıktı. İşte şimdi
bölücülerin “Kürdistan” diye andıkları yörelerimiz, oy uğruna kendilerine taviz
verilmiş fiilî Kürt feodal “egemenlik” alanlarıdır.
Demokrasi sömürücüsü etnik
Kürtçülük, gemi öylesine azıya almıştır ki sözüm ona kendi topraklarında
devletin iş makinesinden, öğretmenine kadar bütün unsurlarına düşmanlık
göstermekten çekinmemiştir. Hatta Marksist kökenine rağmen ilgili
bölgelerimizdeki feodal, teokratik odaklarla bile Kürtçülük ortaklığında
anlaşabilmiştir.
“Gidemediğin yer vatan değildir”
sözünün muhatabı aslında vatandaş değildir. Bu sözün muhatabı, vatandaş üstünde
güç kullanma yetkisine sahip olanlardır. O yüzdendir ki Andımız’dan Medeni Kanun’a kadar Türk egemenliğinin bütün unsurlarının, “vatanın” her köşesinde ayrımsız,
istisnasız ve tavizsiz uygulanması mümkün olmazsa, sandığın da demokrasinin de
anlamı kalmaz.
O yüzden Narin’in köyünün vatan yapılması,
Türk dilinin, Türk kanunlarının, Türk yargısının, Türk kolluk güçlerinin yalnız
ve ancak Türk olarak orada her şeyden üstün ve egemen şekilde bulunmasıyla
mümkün olabilir. Narin’in köyünde Narinler öldürülebildiği müddetçe orasının
vatan olması güçleşir.
İşte o yüzden Andımız’ı verdikleri oylarla kaldıran “ahalimiz”, “Gidemediğin
yer vatan değildir…” sözü hakkında her
gün düşünmelidir.
10 Eylül 2024 Salı
Feodalizm Sadece Ekonomik Bir Sorun Mudur?
Feodalizmde Görmezden Gelinen
Etnik Kültür
Sosyalist okumuşlarımız için
dünya iki şeyden ibarettir:
1-
Sınıf mücadelesi
2-
Ekonomik şartlar
Sosyalistlere göre insanlar,
mensup oldukları sınıfa göre davranış gösterirler. Mensup oldukları sınıfı da
onların ekonomik şartları belirler. Dolayısıyla söz gelimi herhangi bir
işçinin, burjuva alışkanlıkları geliştirmesi, öncelikle ekonomik şartlarından
dolayı, sonra da “sınıf bilinci” sebebiyle neredeyse imkânsızdır.
Marksizm, kendi tarih şablonu ve
içeriksiz terimleriyle öyle kapalı bir devre kurmuştur ki mekanizması yukarıdaki
iskelete dayanan bu kapalı devre, bir kesin inanç motivasyonuyla sürekli
hareket ettirilir. İşte bu hayalî devr-i
daim makinesine “devrim” denir.
Devrimci bakışa göre dünya
tarihini oluşturan şey bir sınıflar mücadelesidir. Dolayısıyla Marksizmin “insanı”
da aslında liberalistlerin kavramsal
bireyi olan Homo economicustur. Aralarındaki tek fark, Marksizimin sınıf bilinci denen kurgudur. Feodalite de tarihin eski
dönemlerine ait bir ekonomik sınıf kategorisi olarak kabul edilir.
Dolayısıyla Marksizme göre bu eskimiş, köhnemiş bu sınıfa
ait şeyler, devrimci bilinçle, sınıf egemenliğiyle bağdaşmayan gerici eylemler
ve durumlardır.
Marksizm dünyayı ve tarihi “en
akılcı” şekilde açıkladığını düşünmesine rağmen teknolojinin akıl almaz biçimde
gelişip emeğe dair bütün hipotezlerinin birbiri ardınca çöpe yollandığı
günümüzde, sözgelimi Türkiye’de “feodalitenin” nasıl olup da varlığını hâlâ
sürdürebildiğini açıklayamaz.
Bunun en büyük sebebi, Türk
solunun, bir “sömürge aydını” zümresi olmasıdır. Türk solu için gündem ya da
sorunsal takımı, ideoljisinin ana ekseninde “bağımsız” şekilde
oluşturulmamıştır, Türk soluna sorunsal, başta SSCB olmak üzere komünist
şefleri tarafından dikte edilmiştir.
Bundan dolayıdır ki dünyanın geri kalanında “ulusal sol” partiler kendi
ülkelerinin refahıyla ilgili sorunlara eğilirken Türk solu, Türk olan her şeyden
alabildiğine nefret eden, enternasyonalist, Rus-Çin vesayetçisi ve başlıca
uğraşı Kürt etnik ırkçılığının Marksist örgütlenmesine odaklanan, yabancılaşmış
bir sömürge işbirlikçisi aydın tugayı haline gelmiştir.
(Bu bağlamda Atatük’ün “yenileşme
ve ilerleme” amacıyla kurduğu “inkılâpçılık”
da basit ve ucuz bir eşseslilik oyunuyla “devrimcilik” adıyla alabildiğine
sömürülmüştür.)
Peki ama bütün bu anlatılanların
konuyla ilgisi nedir?
Sol, dünyayı yukarıda sözü geçen ölçütlere
göre kendince açıkladığında, bu etkenlerin dışında kalan her şeyi, “ikincil”, “etkisiz”,
“önemsiz” ve “edilgen” faktörler olarak görür. Bu tutumu “üst yapı” olarak
tanımlar. Buna göre sözgelimi “kültür”, aslında belirleyici olmayan, sadece
ekonomik şartların etkisiyle şekillenen bir “üst yapıdır”.
Bütün bu düşünce nebulası,
Türkiye’de solun Kürtçü demir çekirdek eylemciliğinin merkezi etrafında döner.
Hal böyle olunca Türkiye’de Kürt
feodalitesi, solun ancak “Ulusal Sorun’dan” gelen “halkların kendi kaderini
tayin hakkı” safsatası kadar anlamlıdır. Sol için “Kürt” kimliği, tarihsel
materyalizmin şablonu içinde “ezilen halklar” kategorisinin “şanlı” bir üyesidir.
Öyle ki sol Lenin’in “Milliyetçilik, azınlıklar için devrimcilik; çoğunluklar içinse
faşizmdir!” sözde vecizesi ile Türk karşıtlığını kendi ideolojik etiğinin
merkezi yapmıştır.
Son on yıldır, milliyetçiliğin
gerekliliğini istemeden de olsa fark etmeye başlayan “ulusalcılar” belki biraz
Türk düşmanlığından sıyrılsalar da hâlâ Ortadoğu’da artık ülkelerin bütünlüğünü
terk eden Kürt feodalitesine salt ekonomik/Marksist bakışlarını sürdürüyorlar.
Onlara göre Kürt feodalitesi bir ekonomik sorundan ibaret. Doğu ve Güneydoğu ekonomik olarak kalkındığı
anda insanların feodal bağları çözülecek ve sınıf bilinci her şeyi halledecek
sanıyorlar.
Bu noktada “kültürü” bir üst yapı
olarak küçümsedikleri için düğünlerinde tonlarca altın takılan, Türkiye’nin
geri kalanı kadar kaçak elektrik kullanan, kişi başına düşen lüks araç
sayısında ülkenin geri kalanından çok önde olan insanların nasıl olup da
Marksist bir narko-terör örgütünün ideolojisiyle güdülenebildiğini
açıklayamıyorlar.
Kültür için Erol Güngör “
hayatına ihtiyaçlarına cevap verme tarzı”
gibi bir tanımlama getirir. Şüphesiz coğrafya, geçim şartları vs bu cevap tarzını etkiler. Öte yandan “değerler”
toplumdan topluma değişir. Değerler Ayn Rand’a göre “ edinilmek ve edinildiğinde de korunmak istenen varlıklar”dır.
Bunlar maddi olabildikleri kadar manevi şeylerdir de. Öyle ki muhakememize ölçü
olur ve “değer yargıları” üretirler.
O halde feodaliteye bakarken
feodalliği bir “değer” olarak koruyan toplulukların ekonomik koşullarının
ötesine bakmak gerekir. Eğer böyle bir
bakış geliştiremezsek ideolojisi açıkça Marksist olan etnik ırkçı partilerin nasıl
olup da etnik feodal oy paketleriyle beslendiklerini anlayamayız.
Burada anlaşılması gereken şey,
feodalitenin, “etnik” denen ikincil kültür yapılarının içe kapanık, korumacı,
tepkisel kültürlerinin bir sonucu olduğudur.
Her topluluk/toplum, birleştirici
ilkeler ve semboller arar. Bu semboller hem ona bir hareket amacı verir hem de
onun kimliğini gösterir.
Feodalite sadece bir değerler ve
simgeler kurumu değildir. O aynı zamanda bu değerler ve simgelerle berkitilmiş
kapalı toplumun egemenlik ve yönetim biçimidir.
Fransız Devriminin getirdiği dönemde
cumhuriyet olgusu ile artık başta Fransa
olmak üzere, kurucu bir ulusun egemenliğinin nişanelerinin bağlayıcılığı,
vatandaşların ayrımsızca hukuk önünde eşitliği, bölünmez ve tartışılmaz bir
ulus egemenliği gibi kavramlar modern ulus devletinin tanımlayıcı unsurları
olmuştu. Modern Fransa sadece aristokrasiyi yıkmadı, ülkede “Fransız” adının
bölünmesine yol açabilecek bütün “etnik”
kültürleri bastırdı.
(Etnisite, Orha Türkdoğan’ın ve A.
T. Önder’in aktardıkları gibi “ana kültürden ayrılan ikinci kültür grupları”
anlamına gelir. Etnisite “soy bağını” tanımlamaz.)
Bu şekilde ulus devletine rakip
olabilecek potansiyel feodal unsurları ortadan kaldırdı.
Oysa 21. YY Türkiye’sinde
feodalite, salt bir kültürel renk olarak yaşamıyor; doğrudan doğruya Türk
Devleti’ne rakip bir egemenlik odağı olarak varlığını sürdürüyor. Feodalite,
Doğu ve Güneydoğu’da siyaseti oy manipülasyonlarıyla doğrudan etkilediği gibi
günlük hayatı ve asayişi dahi kendi etnik/ikincil kültürüne göre
şekillendirebiliyor, baskılayabiliyor. Bütün bu etnik/ikincil kültürel yapılar,
“sınıf bilinci” açıklamasına hiçbir şekilde uymamasına rağmen doğrudan
sosyalist Kürtçü siyasetin omurgasını oluşturabiliyor.
Ulustan ayrı bir kimlik
geliştirmesine izin verilen bir feodal egemenlik kurumunun ulus egemenliğini
tanıması, bu egemenliğin sağladığı hukuk, eğitim, sağlık birliğini tanıması ve
benimsemesi çok zordur. Çünkü feodalitenin dayandığı değerler ve kültür, ulus devletinin
ortaya koyduğu “ayrımsız vatandaşlık”, “ ulus birliği”, “hukuk önünde eşitlik”,
“bireysel değer” gibi kavramlarla taba
tabana zıttır. Feodal kültür “Aynı derebeyine bağlı olanlar ve
olmayanlar” dışında bir kimliklendirme geliştiremez. Bu kimliklendirme de “türdeş
olanların korunması, diğerlerinin umursanmaması” dışında bir değer yargısı
geliştiremez.
Bundan dolayıdır ki feodal kültür,
kurban psikolojisiyle geliştirilen bir toplayıcılık güdüsünden ibarettir. Peki
ama bunu sol şablonla açıklamak mümkün müdür? Hayır.
Çünkü feodal kültür, kendi mevziinden çıksa bile
kafalardaki yerini korur ve en bireyci, özgürlükçü refah ülkelerinde bile
kendisine uymayana karşı hırçınlık gösterebilir.
Demek ki feodalite ekonominin
zorunlu bir sonucu değildir. Feodalite, değer ve kültür üretiminde kısır kalmış
kapalı toplumların sığınağı ve yegâne “yönetim biçimidir.”
Türkiye’nin esas sorunu, Türk
Devleti’nin egemenlik nişanelerinin bir kısmını feodaliteye terk edip
etmeyeceğidir.
Narin olayının da öğretmen ,
asker, polis şehadetlerinin de esas sebebi budur.
9 Eylül 2024 Pazartesi
Kimin Ordusu Kimin Kılıçları?
Şeriatçı Popülizmin Türk Ordusuna Bakışında Liberalistlerin Rolü
2000 li yılların başlarında,
liberalist okumuşlar Türk fikir hayatına çok hızlı girdiler.
“piyasa” kelimesinin getirdiği “hürriyet” rüzgârı, halkımızı çoktan mest etmişti. Yine de devlete duyulan güven, devletle milletimizin gönül bağları henüz hâlâ yerindeydi.
Oysa bilinmeyen bir gerçekliğin
de tohumları ekilmişti. Şeriatçılığın en “ılımlısından” en köktencisine kadar her
tipi toplum içine çok daha rahat kök salmaya başlamıştı. Bunun en büyük sebebi,
zihnen Türk’e yabancı, birçoğu Türk soyundan da gelmeyen, Türklük bilinci son
derece zayıf siyasetçilerin, kendini güçlü hisseden devlet aygıtı içinde
rahatlıkla yer edinmelerine imkân verilmesiydi.
Sosyalizm hem güç hem itibar
kaybetmişti. Bu durum özellikle din ekseninden sosyalizmi vurmaya çalışan batı
ülkelerinin Türkiye üzerindeki projelerini güçlendirdi. Buraya kadar her şey
zaten bildiğimiz şeyler. (Özünde “Türk-İslamcılık” vs. olmayan Türk
milliyetçiliği bile gerek siyasi popülizm, gerekse “zindan travmaları” yüzünden
tarikatçiliğin etki alanına sürüklendi).
Halkın “merkez sağla” temsil
edilen çoğunluğunda hâlâ kayda değer bir İnönü-CHP antipatisi olmakla birlikte iş
devletin özüne geldiğinde toplum büyük bir beraberlik gösteriyordu. Türkiye Cumhuriyeti’nin
lâik, üniter bir ulus devleti olduğu konusunda hiç kimsenin şüphesi yoktu.
İşte bu ortamda DP popülizminin
daha yeşil bir tonu olan “ılımlı İslamcılar” yaygın İnönü-CHP antipatisini,
alabildiğine sömürerek egemen merkez sağı “uyarmağa” başladılar. Bu noktada da devreye yeni liberalistler
girdi.
Bu liberalist okumuşlar, akademik
unvanlara sahip, yetkin insanlardı. Liberalist dünyadan etraflı ve güzel
çeviriler yapıyorlardı. Öyle ki Türk sağına “neden solcu olunmaması gerektiğini”
akıl, mantık ve vicdan çerçevesinde öğretecek gibi duruyorlardı.
Uzunca bir süre bu durum devam
etti. Öyle ki adıyla sanıyla Liberal olan bir parti bile bu liberalist
okumuşların yanında bir karikatür gibi kalıyordu. ( Bu satırların yazarı da
1998- 2009 yılları arasında bahsi geçen
liberalist okumuşları yakından izlemiştir.)
Ne var ki hiçbir şey göründüğü
gibi değildi. Halkla beraber , halkın yanında görünen liberalist okumuşlar, halkın ortak değeri göz
bebeği gibi görünen ana kurumlara hiç de onun gibi muhabbetle bakmıyordu.
Evet, görünüşte temel haklardan
ve hürriyetten yanaydılar ama bu söylemin içinde bir şeyler eksikti. O eksiklik
“milliyet duygusuydu”. Yayınlarından, toplantılarına kadar hemen her
faaliyetlerinde yabancı vakıflardan destek alan liberalist okumuşlar Türk
halkına öyle bir devlet tasavvuru sundular ki bu tasavvur, hali hazırdaki “renksiz,
kokusuz, boş ve içeriksiz Anayasa” fetişinin temeli oldu.
Liberalistler için “milliyetsizlik”
her türlü hakkın, hürriyetin ve demokrasinin gereği idi. Öyle ki içinde Türk
adı geçen her şey faşist, ırkçı, baskıcı idi. Hatta bu liberalist okumuşlardan
biri bu satırların yazarına “Ya milli egemenlik insan haklarını çiğnerse?” diye
sormuştu. Soru, vicdana sesleniyordu. Öte yandan iki farklı kategoriyi
kıyaslıyor ve dahası gizli bir kabulü gerekli kılıyordu. O kabul de “millet dışında
bir insanlık kategorisinin varlığını kabul etmemizin gerekmesiydi.” Böylece aslında devletlerin milletlerce oluşturulmadığı,
oluşturulmaması gerektiğini, devletin, adı sanı, milliyeti ne olursa olsun her “insana”
hizmet etmesi gerektiği kabul edilmeliydi.
Böylece devleti milletten,
milleti oluşturan her türlü değerden ve duygudan yani milliyetten uzak, tam
anlamıyla kimliksiz ve nötr bir “güç kullanıcısına” dönüştürmemiz gerekiyordu.
Bu görüşün son hali, “ İçinde Türk adı geçmeyen Anayasa” olarak bugün hâlâ
gündemi meşgul ediyor.
Hal böyle olunca liberalistlerin
orduya yüklenmesi gerekiyordu. Çünkü Türk toplumunun düşüncesinin ve ruh
dünyasının omurgasını Türk Ordusu meydana getiriyordu. Çünkü Atatürk’ün dediği
gibi “Türkler ordusu lan bir millet değildi, MİLLETİ OLAN BİR ORDUYDU!”
Liberalistler, CHP- İnönü antipatisinden
köklenen bir ordu karşıtlığını, “akademik” dolayısıyla akılcı, “muhafazakâr”
dolayısıyla etik bir planda yıllarca öyle ısrarla savundular ki onların
fikirlerinden beslenen bir sözde gazete, örgütlü bir ordu düşmanlığının tetikçiliğini
yaptı ve şerefli Türk subaylarına yıllarca süren bir eziyetin müsebbibi oldu.
Liberalistlerin “milliyetsiz
devlet” hurafesi özellikle etnik ırkçıların ve şeriatçıların Türk düşmanlıkları
için bulunmaz bir mesnet oldu.
Son dönemde “Mustafa Kemal’in
askeri” olmak bile bu sözde liberalist “ nötr devlet” fikrinden dolayı bir
tehdit olarak görülmeye başlandı.
Liberalistler, milletin devleti
olması gereken devletin, milleti bozacak, onu biçimsizleştirecek, onun ruhunu
boşaltacak kimliksiz bir zor kullanıcısı olmasının yolunu açtılar.
Kılıç tutan teğmenlere karşı yöneltilen
şüphe ve husumetin kökeninde Türk düşmanlığını etik ve demokratik bir
gereklilik gibi bize sunan liberalist okumuşların sözde kuramları var.
Liberalist okumuşların özellikle
dindar bir geçmişlerinin olduğu kuvvetle muhtemel. Öte yandan özellikle Alman “düşünce
kuruluşlarından” aldıkları destekler düşünüldüğünde “ceberrut devlete karşı
hürriyetçi” muhafazakârlığın nasıl olup da devletin gövdesini çatlatabildiği
daha iyi anlaşılabilir.
Savunulduğu ülkelerde milletlerin
refahı, hürriyeti ve birliği için kullanılan bir düşünce aygıtı, özüne
yabancılaşmış ve besleme bir okumuşlar grubunun elinde, Türk Milleti’ne ve onun kutsal ordusuna bir silah gibi yöneltildi.
Liberalistlerin yapmaya çalıştığı
şey, Türk olmayan, iradesiz, kimliksiz, profesyonel fedailerden başka bir şey
olmayan bir tetikçiler topluluğu.
Liberalistler Türk halkının zihnini
öyle zehirledi ki halk artık “Türk olmayan” bir orduyla hiçbir şeyin
korunamayacağını idrak edemez oldu. Liberalistlerimiz yabancılaşmış,
mankurtlaşmış olabilir. Halkın sorumluluğu, kendisine sunulan akıl ve ahlâk söylemlerini
kendi aklıyla ve vicdanıyla tartmasıydı. Türk halkı kendi askerinin onurunu
korumadığı takdirde başka askerlerin çizmesini parlatacağını unutmamalıdır.
7 Eylül 2024 Cumartesi
Ülkü Toplumundan Dürtü Toplumuna
Atatürk Türkiye Cumhuriyeti’ni kurarken
sadece yeni bir devlet kurmuyordu; öz değer ve öz güven hislerine sahip yepyeni
bir toplum kuruyordu. O toplumun kalıtsal kökenleri, kültürü ve tarihi zaten
vardı, tek eksiği “bilinciydi”. İşte Atatürk o topluma "unutulmuş büyük tarihi
vasfını" hatırlatarak, yılların toprağı altında kalmış büyük Türklük bilincini
uyandırmıştı.
Bu bilincin sürekli uyanık
kalması için de ona amaçlar ve hedefler verdi. Bu amaçlar ve hedefler, Türk
toplumunun sürekli çabalarla kendisini uyanık ve diri tutması için verilen ülkülerdi. “Andımız”da bu ülkü tekrarlanarak toplum daha çocukluktan
itibaren Türk Ulus Devleti’nin koruyucusu
ve sahibi yapılıyordu.
Oysa özellikle 1950’lrden
sonra demokrasinin yozlaşmasıyla
birlikte siyasi çıkarlar uğruna toplum yavaş yavaş ülküsüzleştirildi.
“Dinlenmemek üzere yola çıkanlar
asla yorulmazlar.” Sözündeki idealizm/ülkücülük, yerini, oy pahasına sağlana
kısa vadeli menfaatler için terk edildi. Oy vermek gibi gayet kolay bir iş
sayesinde devlet hazinesinin sınırsız gibi görünen imkânlarından
yararlanabilmenin yolu açıldı. “Devletin malı denizken…” insanlar neden “yükselmek,
ileri gitmek” için uğraşığ didinmeliydi ki?
Elbette bu, işin kolay
açıklaması. Bunun altında yatan psikoloji ise daha derin ve karanlık.
İş sadece devlet imkânlarına
seçilmiş iktidarların vasıtasıyla ulaşmakla ilgili değildi.
İş, siyasetin limbik sistemimizi
sürekli uyarmasıyla ilgiliydi.
Atatürk Türk yurttaşlarına “kazandıkça,
ilerledikçe mutlu olmanın” yolunu gösteriyordu. Aslında bu yol, “muasır
medeniyetlerin” hepsinin istisnasız benimsediği ve çocuklarına da öğrettiği
yoldu.
Şeriatçılıkla malul “merkez sağ”
ise öncelikle oy gibi kolay bir yolla sonra ezberlenmiş ritüellerin tekrarı
gibi bir alışkanlıkla kazanılacak ebedi ve sınırsız bir haz hayaliyle her gün
ama her gün zihinlerimizi uyardı. Bu
sürekli uyarımın sonucunda “kazanılacak zorlu zaferlerin ve başarıların
müstakbel zevki”nin yerine, kısaca, kolayca, çabucak yapılacak işlerden elde
edilebilecek hem kısa vadeli hem de sonsuz ve sınırsız zevklerin hayali geçti.
“Ülküm, yükselmek, ileri
gitmektir!” diyen Türk çocuklarının Andı kaldırıldığında, artık Türk bilincinin
tabutuna son çivi çakılmıştı.
Çünkü yükselmek ve ileri gitmek
zevkinin yerine, basit bir taraftarlığın ezberlenmiş işlerini, ritüellerini her
gün tekrarlayarak elde edilecek hanideyse cazip cinsel vaatlerin yarattığı “sanal tatminler” geçti. Atatürk’ün büyük ülkücülüğü, bu basit, kolaycı
“cennetçiliğin” yanında “faşizm” oluverdi.
Sorun budur: Türk toplumu, bir
yandan etnik ırkçıların sürekli tehditleriyle diğer yandan şeriatçılığın
sürekli mensubiyet ve cennet vaatleriyle iki telkin kutbunun geriliminde bir adrenalin - dopamin bağımlısı haline getirildi.
Aklı başında olanlar, siyasetin
sürekli uyarımlarından rahatsızlıklarını dile getirseler de Türk halkı her tehditle ya da vaatle kafasında anlık
olarak beliren izlenimlerin onda yarattığı adeta uyarıcı-uyuşturucu tepkilerine
bağımlı hale geldi.
Sürekli terör tehdidiyle “ Savaş”, sürekli cennet vaadiyle “Kaç!”
uyarımına maruz kalmak, Türk halkını “bedava tatmin” döngüsüne soktu. Böylece şiddetli uyarıcıların ve
uyuşturucuların pahalı tatminlerinin yerini, siyasi gerilimi sürdüren
aktörlerin empoze ettikleri izlenimler aldı.
Bu izlenimlerin işi, Türk
insanını gerçekten düşündürmek değil. Bu izlenimlerin tek işi beyin tabanındaki
en iptidai bölgeyle meydana getirilen biyokimyasal dürtüleri uyarmak. Bu biyokimyasal dürtüler de yaşamak için nefes
almaktan başka bir şeye ihtiyacının olmadığını bilen ve daha fazlası için
çabalamayı da gereksiz bulan koskoca kitleler yaratıyor.
Böylesi kitlelerle ne ulus
devleti ayakta tutulabilir ne de medeni dünya ile beraber yaşanabilir. Başka
bir yazının konusu olmakla birlikte
dünyadan gitgide daha kalınlaşan vize duvarlarıyla ayrılmamızın asıl
sebebi, büyüyen alt beynimiz ve dürtü bağımlılığımızdır.
3 Eylül 2024 Salı
20 Temmuz 2024 Cumartesi
17 Haziran 2024 Pazartesi
Dokunulmaz Şeriat ve Kısıtlanan Tanrı İnancı 1
Şeriat savunulabilir mi?
Şeriatı savunmanın bugün için
mümkün görünen tek zemini, “inanç-ibadet hürriyeti hakkı”.
Peki ama şeriat ne?
Şeriat, din denen kurumun
uygulanma şekli. Peki o halde din ne?
Din de içinde kitap, elçi, şeriat
ve kilise/ruhban kurumlarını barındıran siyasi egemenlik biçimi.
Dini diğer siyasal egemenlik
biçimlerinden ayıran şey ne? Dini diğerlerinden ayıran şey, meşruiyetini Tanrı’ya
dayandırması. Peki ama bunu nasıl yapabiliyor? Bunun için insanların Tanrı
inançlarını kendi üstüne alıyor.
Yani Tanrı’ya inanan herkesin bir
dini olması gerektiği kanısını insanlara dayatıyor. Tam bu noktada öncelik sorununu tersine
çeviriyor. Nedir o öncelik sorunu? Öncelik sorunu şu: İnsan dine, Tanrı’ya inanıyorsa
inanır, ama dine inandığı için Tanrı’ya inanmaz. Kısacası, insanlar din sahibi
olmadan da Tanrı inancına sahip olabilir. Bunun örneği İbrahim’in Tanrı’yı bulma
kıssasıdır. İbrahim Tanrı ontolojisine ulaşırken ona herhangi bir din yol
göstermemiştir. İbrahim Tanrı fikrine herhangi bir kilisenin herhangi bir
ruhbanının telkiniyle ulaşmamıştır. Ona herhangi bir elçi de ayet
getirmemiştir.
O halde Tanrı fikri dinin çok ötesinde
bir fikirdir. Dolayısıyla da Tanrı inancı, “dine inanmayı” gerektirmez. Tanrı’nın
varlığına “inanmak”, onun bilgimiz ötesinde kaldığı düşüncesinin bir eseridir.
Hakkında yaratılmışlar gibi bir fikre sahip olamayacağımız için Tanrı’ya “inanırız”.
Oysa din böyle bir şey değildir.
Din, bir “kurumdur”. Yani hem davranışlarımıza yön veren bir “kurallar” sistemi
olmaktan ötürü hem de insanların bir “kurmacası” olduğu için, “insan yapısı”
bir kurumdur. Burada temel sorun, dinin, kendisinin Tanrı’dan geldiğine bizi
inandırmasıdır.
Burada iki sorun vardır:
Bu sorunlardan birincisi, “kavranamaz”
bir varlığın “sözlerini” kavrayıp kavrayamayacağımız….
İkincisi, kavranamaz bir varlığın
neden bizim gibi bir canlı türünün gündelik hayatının tüm ayrıntılarını
düzenlemek isteyeceği…
Din ise hakkında konuşmamızın
imkânsız olduğu Tanrı hakkında sürekli konuşur ve dahası, onun “adına” konuşur
ve zor kullanır.
Sorun şudur: Tanrı’ya inancımız,
din kurumunu nasıl yetkilendirir? Herhangi bir “âlimin” bizim inancımız ile
yetkilendirilmesi mümkün müdür? Ya da insanlar Tanrı’ya, birileri Tanrı adına
konuşsun da Tanrı adına zor kullanabilsin diye mi inanır? Elbette böyle
değildir. Tanrı inancımızdan, kendi zor kullanma yetkileri için yetki devşirmek
din profesyonellerinin işidir.
Neden bazı insanların Tanrı’yı “daha
iyi anladığını” düşünmemiz gerektiğini açıklamak da mümkün değildir. Meselâ
Tanrı’yı anlamak için neden belli bir dili bilmemiz gerektiği de belli
değildir. Ya da o dili bilenlerin arasında bile Tanrı telâkkisi ve “şeriat”
gibi fiilî uygulamalarda neden bu kadar fark olduğunu açıklamak da mümkün
değildir.
Din, kendisini, insanların “bilgi
dışında kalan” inançlarının dokunulmazlığıyla zırhlandırır. İnsanların
inançlarının “dokunulmazlığı”, bu inancın “tartışma” dışı olduğuna dair yaygın uzlaşmadan
kaynaklanır.
Oysa din, Tanrı adına konuşan,
akıl yürüten ve hüküm veren insanların faaliyet sahasıdır. İçinde insan aklının
sınırlılığını ve yanlışlanabilirliğini barındırdığı içindir ki din, “inancın”
kutsallığına ya da dokunulmazlığına sahip olamaz.
Din Tanrı’dan gelmiş bile olsa,
onun uygulanmasıyla ilgili bütün alt kollar, (mezhepler) tartışmalı ve sınırlı
insan aklının ürünleridir. Mezhepsiz din olamayacağına göre de dinin Tanrı’dan
geldiğini düşünmemiz çelişkidir. Bu durumda Tanrı’dan gelmeyen bir “kurum”,
tartışmaya kapatılmış ve kaynağından rasyonalite olmayan bireysel “inancın” kutsallığını
sahiplenir, temellük eder. Böylece şeriat, inancın dokunulmazlığını kendi
hesabına geçirir.
Günümüz Türkiye’sinde şeriat
taraftarlığının alabildiğine at koşturması, din ve inanç arasındaki ayrımın
üstündeki “dokunulmazlık” tabakasının
incelmesine yol açıyor.
Din ve inanç arasındaki ayrım
netleştirilmedikçe siyasal İslâmcılığın
popülist vicdan sömürüsünün serinkanlılıkla ortaya konması mümkün görünmüyor.
Devam edeceğiz…
12 Haziran 2024 Çarşamba
Aşırı Sağ Hurafesi ve Göçmen Tepkisi
Avrupa’da “aşırı sağ” yükseliyor,
diye herkes korkuyor, üzülüyor. Sanırım “aşırı sağ” denen partiler iktidara
gelince artık hiç birimizin Avrupa’ya turist olarak bile gidemeyeceğimizden
falan korkuluyor.
Öncelikle şunu anlamamız gerekiyor. “Aşırı” nitelemesi, solcular
a ait. Solcular siyasetin, etiğin, demokrasinin kısacası insani olan her şeyin ölçüsünün üstüne oturdukları için normları da kendilerine göre belirliyorlar.Şunun anlaşılması lazım: “Aşırı sağ”
diye marjinalize edip karikatürleştirmeye çalıştıkları partilerin oyu
yükselirken bu partiler, muhtemelen kendilerini sola eğilimli gören
seçmenlerden de oy aldılar. Yoksa aşırı sağcı yeni bir nüfus doğmadı.
Bu kısım seçimlerin aritmetiği ve
magazinidir.
Peki yıllarca “seçmece” göçmen
kabul edip hümanizm taslayan Avrupa’da herkes birden faşist falan mı oldu?
Dediğimiz gibi Avrupa iki şekilde göçmen kabul ediyordu.
a İşine yarayan nitelikli insanları
b İşine yarayan “aparatları”.
Sorun şuydu ki doğudan başlayan
ve Ümit Hoca’nın gayet mantıklı izah ettiği büyük göç dalgasıyla insan çöplüğü olması
için taşeronlaştırılmış Türkiye bile baş edemedi. Dolayısıyla AB artık absorbe
edemeyeceği, entegre demeyeceği büyük bir nüfus baskısıyla karşı karşıya kaldı.
Bu kaya sertliğinde bir gerçekti
ve AB’nin hiçbir partisinin ideolojisi bu gerçeği öretecek kadar güçlü değildi.
Dikkat edilirse AB’de vara yoğa tepki
gösteren en entipüften ( Yeşiller gibi) partiler bile “sığınmacı-göçmen” akını
konusunda hükümetlere muhalefet edemiyor. Bu konu da en muhalif partiler bile
zımni bir rıza gösteriyor.
Kısacası AB’de “aşırı sağ” falan
yükselmiyor. AB’de AB çatısını oluşturan ulusal egemenlikler artın kendi seslerini
çıkartıp birbirlerinin arasındaki ve yanı sıra onlarla dünya arasındaki “yasa
sınırlarını” kalınlaştırıyorlar. Kısacası AB ülkelerini ulusal niteliklerinin
tehdit edildiğinin farkına varıyorlar. Dolayısıyla hiç biri de kendi
egemenliklerini aşan, ulusal egemenliğe âmir bir uluslararası hukukun var
olmayacağını dünyaya ilan ediyorlar.
Dolayısıyla yapılan işin “aşırılığı”
falan yok. Seçmenler artık kendi emekleri ve kanları pahasına kurulmuş ulusal
sınırlarında başkasına taabi olmaksızın “tam
bağımsız” olmak istediklerini söylemiş oluyorlar.
Ama tabii dünyaya sömürge aydını
olarak bakan sağcı ve solcu okumuşlarımız, Türk’ten üstün saydıkları
toplumların kendi başlarına düşünüp taşınmasına hele de “hümanizmin” önüne
kendi ulusal egemenliklerini koymalarına şaşıp kalıyorlar.
AB’nin “göçmen karşıtlığı”, bu insansı tsunamisinden korunmak için aslında geç
bile kalınmış bir karar… (“İnsansı” dememizin sebebi ne? Kendi ülkelerinde
kendi zihniyetlerinin, güdülerinin, vahşetlerinin yarattığı ilkellikten,
fakirlikten, zorbalıktan kaçarak aynı zihniyeti uygarlığını göbeğine taşımak isteyenlerin “insan” olarak
nitelenmesi mümkün değil…)
8 Haziran 2024 Cumartesi
Ulusalcı Solun Öfkesi Kime?
Sosyal medyada “Veryansıncı” bir hanımın Ümit Özdağ hakkında düşüncelerini okuyunca çok üzüldüm. Ona göre Ümit Hoca, AKP rejiminin devşirdiği herkesle bir dönem beraber olmuş. Bu yüzden de Atatürk resminin altında çektirilmiş fotoğrafı aslında uygun değilmiş.
Bu yaklaşım üç açıdan hatalı, hem de çok hatalı.
Öncelikle Atatürk’ü “ata” sayan, Türk adını ve egemenliğini savunan hiç kimsenin birbirine hain muamelesi etmeye hakkı yok. Atatürk’ü ata sayan ve Türk Milleti’ne şeksiz, şüphesiz bağlı herkesin yolu zaten aynıdır. Bu yol, ulusal egemenlikle ve vatanın bölünmez bütünlüğü ile çağdaş uygarlığın ötesine geçmek ve (sanırım) ayrıca diğer Türk topluluklarıyla kurulabilecek en yakın ve sağlam birlikleri kurmaktır. “Ulusalcı” denen sol vatanseverlik için Türk ülkelerini düşünmek Amerikancılıksa o noktada yollarımız onlarla ayrılır.İkinci hata ki buna hata denebilir mi bilmiyorum: Ümit Hoca Atatürk'le problemi olan herkese resti çekmiş, popülist ve pragmatist her türlü taşra siyaset esnaflığına kaıy en başta kapatmıştır. Parti yönetimindeki herkes makbul müdür? Meselâ Lütfü ŞEHSUVAROĞLU’nun Zafer gibi bir partinin profiliyle ilgisi çok az. Geçmişin “Türk-İslamcı/ şeriatçı” ülkücülüğünden gelen ŞEHSUVAROĞLU ne yalan söyleyeyim bana güven vermiyor ve Zafer Partisi’nin de imajına zarar veriyor. Diğer yandan yaptığı her işin hesabını hâlâ veren, neyi, niçin yaptığını sürekli açıklayan bir siyasetçi Ümit Hoca. Bunda da sanırım bilim insanlığının etkisi var. CHP ile yapılan protokole “gizli saklı” diyenlerse ne tuhaftır, görünüşte birbirlerine düşman kamplar.
CHP'liler buna kızdı, şimdi ulusalcılar kızıyor. İyi de “gizli saklı” denilen protokolün “gizlilik kaydı” ortadan kalktığı anda, onu kamuoyuna Ümit Hoca açıklamadı mı? Protokolün açıklanan maddeleri içinde ulusal egemenliğe, bütünlüğümüze aykırı herhangi bir madde var mıydı? Sinan Oğan herkesi yaya bıraktığında, Ümit Hoca ne yapmalıydı mesela? Gidip hırçın solcu ergenler gibi onunla kavga mı etmeliydi?
Üçüncü hata ise solun yapısal sorunu olan hırçınlık, saldırganlık. Aslında bu huyları, karşı olduklarını iddia ettikleri şeriatçıların tavırlarının ayna görüntüsü. Neden böyle? İki kamp da mutlak hakikate ve ahlâkî doğruluğa sahip olduklarına öyle kesin inanıyorlar ki başkalarına hakareti, ithamı vs kendilerine “hak” görüyorlar.
Her iki kamp da “amaç güdülü” bir ahlâkı paylaşıyorlar. Yani hedeflerine ( şeriat veya devrim) ulaşmak için adeta Tanrısal bir dokunulmazlığa ve haklılığa ve daha kötüsü masumiyete sahip olduklarına inanıyorlar. Bu yüzden de düşüncelerinin, inançlarının yanlışlığı gibi bir ihtimali bile kabul edemiyorlar. Dolayısıyla kendilerine uymayan hiç kimsenin temel haklarına saygı duymak gereği hissetmiyorlar. (Stalinizm bu açıdan istisnai ve canavarca bir tasarım falan değildi. Solun özüne dönüşünün ve mutlak egemenliğinin kaçınılmaz sonucuydu; tıpkı şeriatçı yönetimlerde meydana gelen mutlak baskıcılık gibi... Sol aslında medeni hukuk rejimlerinde gemlenebildiği için bugün modernizmin, hümanizmin, etiğin temsilcisi falan gibi görünebiliyor. Sol, dizginleri eline aldığında, mutlaka ama mutlaka diktatörlük, kan ve yıkım getirir.)
Bir başka hatalı bakış, "müteselsil suç icat etme". alışkanlığı. Ümit Hoca , muktedirlerin devşirdiği herkesle bir dönem çalışmış. Evet... Bir tespitin bu yarısına evet denince hepsine evet dememiz gerekiyor sanırım. Peki ama devşirilenlerle neden yollarını ayırmış, hiç buna bakılmış mı? Hayır. Üstelik de bütün bu ayrılışlar tam da gözümüzün önünde olmuşken hâlâ müteselsil suç isnadı, insaf ve vicdan sınırlarının ötesine geçiyor.
O halde sevgili ulusalcılara şunu sormak isterim: “Efsaneleriniz, mitleriniz olan insanların “Kemalizm faşizmdir!” demesinin hesabını verebildiniz mi? Ya da “Yaşasın Türk ve Kürt halklarının bağımsızlık mücadelesi!” derken ülkeyi aslında açıkça bölünmüş gören militanlarınızın hesabını verdiniz mi? Ya da “İstiklal Marşını tanımıyoruz!” diyen Behice Boran’ın hesabını henüz vermediğinizin farkında mısınız?”
Ama daha kötüsü “ THKP-Cyi mirasımız kabul ediyoruz, DEV-GENÇ bizim de mirasımızdır diyen PKKlı köpeklerle aynı mirası sahiplenirken de Ümit Hoca’ya hakaret ederken duyduğunuz vicdan rahatlığını duyabiliyor musunuz? Ülkenin kırk yılına mal olmuş bir narko-terör ihanetini koyununuzda beslemiş olmanın hesabını verdiniz mi?"
Şahsen Veryansın TV’yi çok seviyorum. İçlerinde çok sevdiğim, saygı duyduğum pek çok insan var. Onlarla ideolojik mirasımızın, mitolojimizin örtüşmediğinin de farkındayım. Ama hiç birine “devşirme”, “hain” vs çağrışımlarla bakamam. Ben kendi adıma sola duyduğum öfkeyi ve kini, bir avuç solcu vatansever için susturuyorum ama görünen o ki sol, ister vatansever olsun ister Kürtçü ister Marksist, geçmişin kinlerinden ve öfkesinden beslenmeden edemiyor.
Düz bir mantıkla beni Zaferci ilan edeceklere söyleyeyim: Şu anda ZP bana MHP’den çok daha mantıklı, vicdanlı bir seçenek olarak görünüyor. Hiç bir partiye tapmam! Türk vatanının milleti ve devletiyle bölünmez bütünlüğüne saygı, Atatürk’ü devrimleri ve Türkçülüğü ile birlikte benimsemek gibi konularda yan çize hiç kimseyle de bir adım daha yol yürümem!
Zaten yazıda Zafer’in beğenmediğim yönüne işaret ettim.
Devir, ideolojik taassuplarla birbirimizi kırmak devri değildir. Solcu dostlar şunu hatırlamalı ki bir milliyetçi olarak benim de kin gütme hakkım var ve sanırım benim hakkım çok daha fazla. Buna rağmen ya birbirimizle asgari müştereklerde buluşup bir “Türk Kurultayı aklı” geliştirmeliyiz ya da yollarımızı en baştan ayırmalı ve kimin safında olduğumuzu açıklamalıyız. Çünkü PKK vb.lerinin safı, daha çok Marksist bilinç kardeşliğinden dolayı solda gibi görünüyor.
Tanrı Türk’ü korusun!
1 Haziran 2024 Cumartesi
İnsanlık Nedir?
İnsanlığın biyolojik bir problem olmadığını “moderniteyle” ortaya koyduk. Modernite, kendi dışındaki topluluklara tavrı yüzünden eleştirilebilir.
Ne olursa olsun, “insanlık”
modernitenin bir icadı.
Kısaca doğada “insanlık” diye bir
şey yok.
O halde “insanlık” ne demek?
“İnsanlık”, insan ırkının her ferdinin korunması gerektiğine dair
ahlâkî emir niteliğinde bir koruma
arzusu ve yüksek marjinal fayda davranışı. Buna ekonomik bir bakış
fazlasıyla duygusuz ve ahlâksız görünebilir. Aslına bakılırsa insanlığın bu
tanıma her toplum seviyesinde
rastlıyoruz. Buradaki asıl ayrım, bu
koruma arzusunun ve “marjinal değer” sezgisinin neye dayandığında ortaya çıkıyor.
Diğer yandan sanayileşmiş, tarıma
daha az bağımlı, iş bölümü geliştirebilmiş toplumlarda “insan”, dünyayı ve daha
önemlisi kendi kendini idrak edebildiği için değerli olan canlı anlamına
geliyor.
Peki ama sanayileşmemiş, tarım
toplumlarında, ilkel kabilelerde, kabile bilincinin egemen olduğu topluluklarda
durum böyle değil mi? Hayır. İlkel toplumlarda, insan beraberliği ancak belirli
somut “tanınabilirlik” ölçülerine dayanır. İlkel topluluklarda, kabilelerde, aşiretlerde “tanınabilirlik”
kanıtlanabilir kan bağına kısa süreli hafızaya dayanan bir beraberlik ölçütü.
Ayrıca ilkel topluluklarda, toplumlaşamamış insan beraberliklerinde “insan”
ancak ortak üretimde, savaşta ve çıkar mücadelesinde doğrudan ve açık faydası
olduğu için krounması gereken bir tür sanayii
üretimi.
Bu yüzden de ilkel topluluklarda “oğullarla
övünmek” (çünkü soyu sürdüren oğullardır), çoğalarak tehdit haline gelebilmek gibi
davranışlar, başattır. Demek ki ilkel topluluklarda -ki buna modern dönemde
bile ısrarla sürdürülen aşiretler de dahildir- “insan” ancak kısa vadeli
faydaları sağlamak için mekanik bir araç olmanın ötesinde bir anlam taşımaz.
Öncelikle şunu anlamamız gerekiyor
galiba: Sanayileşme, gökten gelen bir nimet değil. Sanayileşme, sosyolojik
gelişmesini büyük ölçüde tamamlamış, kural egemenliğiyle yaşayan, iş bölümünü
gerçekleştirecek kadar ayrıntılı bir hayat kurabilmiş toplumların eseri.
Neden böyle? Çünkü bu toplumlarda
“kan bağı” ölçütü aşılmıştır. Bu toplumlarda kan bağı ölçütüyle
oluşturulamayacak kadar büyük bir nüfusun bir arada tutulması mecburiyeti,
kanun egemenliği, kural aynılığı ve “kültürleşme” ile sağlanmıştır.
Kültürleşme, bir insan grubunun
diğerine kendi kültürünü aşılaması olarak kabaca tanımlanabilir. (Bu “kötü”
müdür? Herkes “eşit” ve “âdil” yaşayamaz mı? Konu hakkındaki sanırım en
ayrıntılı ve tutarlı incelemelerden biri Locke’un “Hükümet Üzerine Birinci ve
İkinci İncelemesi”dir. İnsan doğası, eylemsiz, barışçı, pasifist değildir.
İnsan doğası kötülüğü de içinde barındırır. Bu kötülüğe engel olabilmek için
insanlar bir arada yaşamak zorundadır ve bu beraberliklerin sürdürülebilmesi aynı
zamanda insan neslinin korunabilmesi anlamına gelir. Sorun burada ortaya
çıkar. “Beraberliği oluşturan ve
sürdürülmeye değer kurallar nelerdir? Bu kuralları kim belirlemiştir? Bu
kuralları kim sürdürmelidir? Bütün bu soruların cevabı tek bir sözcükte yatar: “Egemenlik”.
Dolayısıyla insan toplulukları arasında
bir “egemenlik mücadelesi” hem doğaldır hem de kaçınılmazdır).
Siyasî egemenlik, üreme ile
gerçekleştirilemeyecek büyük nüfus artışları sağlamıştır. Oluşturulan büyük
nüfus beraberliklerinde artık kabile ölçütleri geçerli olmayacağından ötürü de
bu beraberlikleri güvence altına alan bir “zor kullanma” mekanizması kurulması
gerekmiştir. Şüphesiz aşiret, kabile
yapılarında da bazı kurallar ve zor kullanıcılar vardır. Ancak bu zor kullanma
yetkisi ve onun gerekçesi, aşiretin sınırlarında biter.
Oysa siyasi egemenlik kurabilen
ve bu yolla kısa zamanda büyük nüfusları teşkilatlandırabilen toplumlarda
(uluslar) durum farklıdır. Uluslaşmış toplumlarda artık insanlar salt aynı kanı
taşımaktan ötürü değer taşımazlar. Uluslarda insanlar aynı değerleri, aynı
duyguları, aynı kültürü sürdürebilmek arzusundan dolayı birbirlerini tanır ve
birbirlerine bundan dolayı “değer” verirler. Uluslaşmış toplumlarda kanın,
aşiretin, ağanın vs yerini “ortak değer yargıları”, “ortak geçmiş bilinci”
(efsaneler ve tarih), ortaklaşmış bir ruh hali (sevinçte ve kederde ortaklık) gibi
soyut ölçütler almıştır.
Sanayileşme ancak soyut düşünce,
değer beraberliği gibi ölçütlerle bir arada yaşayabilen insanların yarattığı
ayrıntılı iş bölümünün bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır.
İşte bu yüzdendir ki günümüzün sanayi
toplumları, istisnasız, uluslaşmış toplumlardır. Ya da ancak uluslaşabilmiş
toplumlar sanayileşme denen büyük ve ayrıntılı üretim ve dağıtım ağını
yaratabilmişlerdir. Dolayısıyla uluslarda insan, aşiretlerin mekanik iş gücü ve
savaş aracı olmanın ötesinde bir “anlam” taşırlar. Dolayısıyla “insan” ancak yukarıda saydığımız “anlamları” oluşturabilen “modern”
toplumların, ulusların var ettiği bir kavram ve değerdir.
Bugünün asıl sorunu ise
moderniteyi yaratan uluslarla hâlâ ilkel ve animal kalmakta ısrarlı
toplulukların aynı anda var olmasıdır.
Varlık sebepleriyle, varlık
gerekçeleriyle, değer farklılıklarıyla birbirinden tamamen ayrı seviyelerdeki
insan beraberlikleri için “insan” tanımında kendiliğinde bir fark ortaya çıkar.
Bugün ulus devletlerinin
yapılarını tehdit eden demografik işgalin en büyük tehlikesi, modern toplumların,
ulusların “insan” kavramını paylaşmayan, anlayamayan topluluklardan, bu devletlere
doğru akan büyük ilkel nüfus gücüdür.
Toplumun değerlerine katkısı
olduğu için aynı toplumun beraberliğini önemsediği için “önemli” sayılan
insanla aynı dili konuşan, aynı doğal düşmanlarla savaştığı için önemli sayılan
“animal” insan aynı şey değildir.
Modern toplumlar her Homo sapiensi
“insan” olarak görürken ne yazık ki her Homo sapiens aynı değerleri, ölçüleri
onlarla paylaşmıyor.
Dolayısıyla Homo sapiens, insan, insanlık
gibi “kavramların” artık aynı çağda yaşadıkları için çağdaş sayılan toplumlarda
aynı şeyi ifade etmediğini anlaşılması gerekiyor.
Modern toplumlarda, uluslarda,
her biri bir ayrı değer ifade eden, kişilik ve niteliğini geliştirmek için
uğraşan , dolayısıyla kendisiyle birlikte toplumuna değer katan bireylerin,
aşiret, kabile mensupları tarafından her gün vahşice öldürülmesi veya
kısıtlanması, “insan” tanımının bir daha gözden geçirilmesini gerektiriyor.