Şeriatçı Popülizmin Türk Ordusuna Bakışında Liberalistlerin Rolü
2000 li yılların başlarında,
liberalist okumuşlar Türk fikir hayatına çok hızlı girdiler.
“piyasa” kelimesinin getirdiği “hürriyet” rüzgârı, halkımızı çoktan mest etmişti. Yine de devlete duyulan güven, devletle milletimizin gönül bağları henüz hâlâ yerindeydi.
Oysa bilinmeyen bir gerçekliğin
de tohumları ekilmişti. Şeriatçılığın en “ılımlısından” en köktencisine kadar her
tipi toplum içine çok daha rahat kök salmaya başlamıştı. Bunun en büyük sebebi,
zihnen Türk’e yabancı, birçoğu Türk soyundan da gelmeyen, Türklük bilinci son
derece zayıf siyasetçilerin, kendini güçlü hisseden devlet aygıtı içinde
rahatlıkla yer edinmelerine imkân verilmesiydi.
Sosyalizm hem güç hem itibar
kaybetmişti. Bu durum özellikle din ekseninden sosyalizmi vurmaya çalışan batı
ülkelerinin Türkiye üzerindeki projelerini güçlendirdi. Buraya kadar her şey
zaten bildiğimiz şeyler. (Özünde “Türk-İslamcılık” vs. olmayan Türk
milliyetçiliği bile gerek siyasi popülizm, gerekse “zindan travmaları” yüzünden
tarikatçiliğin etki alanına sürüklendi).
Halkın “merkez sağla” temsil
edilen çoğunluğunda hâlâ kayda değer bir İnönü-CHP antipatisi olmakla birlikte iş
devletin özüne geldiğinde toplum büyük bir beraberlik gösteriyordu. Türkiye Cumhuriyeti’nin
lâik, üniter bir ulus devleti olduğu konusunda hiç kimsenin şüphesi yoktu.
İşte bu ortamda DP popülizminin
daha yeşil bir tonu olan “ılımlı İslamcılar” yaygın İnönü-CHP antipatisini,
alabildiğine sömürerek egemen merkez sağı “uyarmağa” başladılar. Bu noktada da devreye yeni liberalistler
girdi.
Bu liberalist okumuşlar, akademik
unvanlara sahip, yetkin insanlardı. Liberalist dünyadan etraflı ve güzel
çeviriler yapıyorlardı. Öyle ki Türk sağına “neden solcu olunmaması gerektiğini”
akıl, mantık ve vicdan çerçevesinde öğretecek gibi duruyorlardı.
Uzunca bir süre bu durum devam
etti. Öyle ki adıyla sanıyla Liberal olan bir parti bile bu liberalist
okumuşların yanında bir karikatür gibi kalıyordu. ( Bu satırların yazarı da
1998- 2009 yılları arasında bahsi geçen
liberalist okumuşları yakından izlemiştir.)
Ne var ki hiçbir şey göründüğü
gibi değildi. Halkla beraber , halkın yanında görünen liberalist okumuşlar, halkın ortak değeri göz
bebeği gibi görünen ana kurumlara hiç de onun gibi muhabbetle bakmıyordu.
Evet, görünüşte temel haklardan
ve hürriyetten yanaydılar ama bu söylemin içinde bir şeyler eksikti. O eksiklik
“milliyet duygusuydu”. Yayınlarından, toplantılarına kadar hemen her
faaliyetlerinde yabancı vakıflardan destek alan liberalist okumuşlar Türk
halkına öyle bir devlet tasavvuru sundular ki bu tasavvur, hali hazırdaki “renksiz,
kokusuz, boş ve içeriksiz Anayasa” fetişinin temeli oldu.
Liberalistler için “milliyetsizlik”
her türlü hakkın, hürriyetin ve demokrasinin gereği idi. Öyle ki içinde Türk
adı geçen her şey faşist, ırkçı, baskıcı idi. Hatta bu liberalist okumuşlardan
biri bu satırların yazarına “Ya milli egemenlik insan haklarını çiğnerse?” diye
sormuştu. Soru, vicdana sesleniyordu. Öte yandan iki farklı kategoriyi
kıyaslıyor ve dahası gizli bir kabulü gerekli kılıyordu. O kabul de “millet dışında
bir insanlık kategorisinin varlığını kabul etmemizin gerekmesiydi.” Böylece aslında devletlerin milletlerce oluşturulmadığı,
oluşturulmaması gerektiğini, devletin, adı sanı, milliyeti ne olursa olsun her “insana”
hizmet etmesi gerektiği kabul edilmeliydi.
Böylece devleti milletten,
milleti oluşturan her türlü değerden ve duygudan yani milliyetten uzak, tam
anlamıyla kimliksiz ve nötr bir “güç kullanıcısına” dönüştürmemiz gerekiyordu.
Bu görüşün son hali, “ İçinde Türk adı geçmeyen Anayasa” olarak bugün hâlâ
gündemi meşgul ediyor.
Hal böyle olunca liberalistlerin
orduya yüklenmesi gerekiyordu. Çünkü Türk toplumunun düşüncesinin ve ruh
dünyasının omurgasını Türk Ordusu meydana getiriyordu. Çünkü Atatürk’ün dediği
gibi “Türkler ordusu lan bir millet değildi, MİLLETİ OLAN BİR ORDUYDU!”
Liberalistler, CHP- İnönü antipatisinden
köklenen bir ordu karşıtlığını, “akademik” dolayısıyla akılcı, “muhafazakâr”
dolayısıyla etik bir planda yıllarca öyle ısrarla savundular ki onların
fikirlerinden beslenen bir sözde gazete, örgütlü bir ordu düşmanlığının tetikçiliğini
yaptı ve şerefli Türk subaylarına yıllarca süren bir eziyetin müsebbibi oldu.
Liberalistlerin “milliyetsiz
devlet” hurafesi özellikle etnik ırkçıların ve şeriatçıların Türk düşmanlıkları
için bulunmaz bir mesnet oldu.
Son dönemde “Mustafa Kemal’in
askeri” olmak bile bu sözde liberalist “ nötr devlet” fikrinden dolayı bir
tehdit olarak görülmeye başlandı.
Liberalistler, milletin devleti
olması gereken devletin, milleti bozacak, onu biçimsizleştirecek, onun ruhunu
boşaltacak kimliksiz bir zor kullanıcısı olmasının yolunu açtılar.
Kılıç tutan teğmenlere karşı yöneltilen
şüphe ve husumetin kökeninde Türk düşmanlığını etik ve demokratik bir
gereklilik gibi bize sunan liberalist okumuşların sözde kuramları var.
Liberalist okumuşların özellikle
dindar bir geçmişlerinin olduğu kuvvetle muhtemel. Öte yandan özellikle Alman “düşünce
kuruluşlarından” aldıkları destekler düşünüldüğünde “ceberrut devlete karşı
hürriyetçi” muhafazakârlığın nasıl olup da devletin gövdesini çatlatabildiği
daha iyi anlaşılabilir.
Savunulduğu ülkelerde milletlerin
refahı, hürriyeti ve birliği için kullanılan bir düşünce aygıtı, özüne
yabancılaşmış ve besleme bir okumuşlar grubunun elinde, Türk Milleti’ne ve onun kutsal ordusuna bir silah gibi yöneltildi.
Liberalistlerin yapmaya çalıştığı
şey, Türk olmayan, iradesiz, kimliksiz, profesyonel fedailerden başka bir şey
olmayan bir tetikçiler topluluğu.
Liberalistler Türk halkının zihnini
öyle zehirledi ki halk artık “Türk olmayan” bir orduyla hiçbir şeyin
korunamayacağını idrak edemez oldu. Liberalistlerimiz yabancılaşmış,
mankurtlaşmış olabilir. Halkın sorumluluğu, kendisine sunulan akıl ve ahlâk söylemlerini
kendi aklıyla ve vicdanıyla tartmasıydı. Türk halkı kendi askerinin onurunu
korumadığı takdirde başka askerlerin çizmesini parlatacağını unutmamalıdır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder