Atatürk Türkiye Cumhuriyeti’ni kurarken
sadece yeni bir devlet kurmuyordu; öz değer ve öz güven hislerine sahip yepyeni
bir toplum kuruyordu. O toplumun kalıtsal kökenleri, kültürü ve tarihi zaten
vardı, tek eksiği “bilinciydi”. İşte Atatürk o topluma "unutulmuş büyük tarihi
vasfını" hatırlatarak, yılların toprağı altında kalmış büyük Türklük bilincini
uyandırmıştı.
Bu bilincin sürekli uyanık
kalması için de ona amaçlar ve hedefler verdi. Bu amaçlar ve hedefler, Türk
toplumunun sürekli çabalarla kendisini uyanık ve diri tutması için verilen ülkülerdi. “Andımız”da bu ülkü tekrarlanarak toplum daha çocukluktan
itibaren Türk Ulus Devleti’nin koruyucusu
ve sahibi yapılıyordu.
Oysa özellikle 1950’lrden
sonra demokrasinin yozlaşmasıyla
birlikte siyasi çıkarlar uğruna toplum yavaş yavaş ülküsüzleştirildi.
“Dinlenmemek üzere yola çıkanlar
asla yorulmazlar.” Sözündeki idealizm/ülkücülük, yerini, oy pahasına sağlana
kısa vadeli menfaatler için terk edildi. Oy vermek gibi gayet kolay bir iş
sayesinde devlet hazinesinin sınırsız gibi görünen imkânlarından
yararlanabilmenin yolu açıldı. “Devletin malı denizken…” insanlar neden “yükselmek,
ileri gitmek” için uğraşığ didinmeliydi ki?
Elbette bu, işin kolay
açıklaması. Bunun altında yatan psikoloji ise daha derin ve karanlık.
İş sadece devlet imkânlarına
seçilmiş iktidarların vasıtasıyla ulaşmakla ilgili değildi.
İş, siyasetin limbik sistemimizi
sürekli uyarmasıyla ilgiliydi.
Atatürk Türk yurttaşlarına “kazandıkça,
ilerledikçe mutlu olmanın” yolunu gösteriyordu. Aslında bu yol, “muasır
medeniyetlerin” hepsinin istisnasız benimsediği ve çocuklarına da öğrettiği
yoldu.
Şeriatçılıkla malul “merkez sağ”
ise öncelikle oy gibi kolay bir yolla sonra ezberlenmiş ritüellerin tekrarı
gibi bir alışkanlıkla kazanılacak ebedi ve sınırsız bir haz hayaliyle her gün
ama her gün zihinlerimizi uyardı. Bu
sürekli uyarımın sonucunda “kazanılacak zorlu zaferlerin ve başarıların
müstakbel zevki”nin yerine, kısaca, kolayca, çabucak yapılacak işlerden elde
edilebilecek hem kısa vadeli hem de sonsuz ve sınırsız zevklerin hayali geçti.
“Ülküm, yükselmek, ileri
gitmektir!” diyen Türk çocuklarının Andı kaldırıldığında, artık Türk bilincinin
tabutuna son çivi çakılmıştı.
Çünkü yükselmek ve ileri gitmek
zevkinin yerine, basit bir taraftarlığın ezberlenmiş işlerini, ritüellerini her
gün tekrarlayarak elde edilecek hanideyse cazip cinsel vaatlerin yarattığı “sanal tatminler” geçti. Atatürk’ün büyük ülkücülüğü, bu basit, kolaycı
“cennetçiliğin” yanında “faşizm” oluverdi.
Sorun budur: Türk toplumu, bir
yandan etnik ırkçıların sürekli tehditleriyle diğer yandan şeriatçılığın
sürekli mensubiyet ve cennet vaatleriyle iki telkin kutbunun geriliminde bir adrenalin - dopamin bağımlısı haline getirildi.
Aklı başında olanlar, siyasetin
sürekli uyarımlarından rahatsızlıklarını dile getirseler de Türk halkı her tehditle ya da vaatle kafasında anlık
olarak beliren izlenimlerin onda yarattığı adeta uyarıcı-uyuşturucu tepkilerine
bağımlı hale geldi.
Sürekli terör tehdidiyle “ Savaş”, sürekli cennet vaadiyle “Kaç!”
uyarımına maruz kalmak, Türk halkını “bedava tatmin” döngüsüne soktu. Böylece şiddetli uyarıcıların ve
uyuşturucuların pahalı tatminlerinin yerini, siyasi gerilimi sürdüren
aktörlerin empoze ettikleri izlenimler aldı.
Bu izlenimlerin işi, Türk
insanını gerçekten düşündürmek değil. Bu izlenimlerin tek işi beyin tabanındaki
en iptidai bölgeyle meydana getirilen biyokimyasal dürtüleri uyarmak. Bu biyokimyasal dürtüler de yaşamak için nefes
almaktan başka bir şeye ihtiyacının olmadığını bilen ve daha fazlası için
çabalamayı da gereksiz bulan koskoca kitleler yaratıyor.
Böylesi kitlelerle ne ulus
devleti ayakta tutulabilir ne de medeni dünya ile beraber yaşanabilir. Başka
bir yazının konusu olmakla birlikte
dünyadan gitgide daha kalınlaşan vize duvarlarıyla ayrılmamızın asıl
sebebi, büyüyen alt beynimiz ve dürtü bağımlılığımızdır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder