10 Eylül 2024 Salı

Feodalizm Sadece Ekonomik Bir Sorun Mudur?

 

Feodalizmde Görmezden Gelinen Etnik Kültür

Sosyalist okumuşlarımız için dünya iki şeyden ibarettir:

 

1-     Sınıf mücadelesi

2-     Ekonomik şartlar

 

Sosyalistlere göre insanlar, mensup oldukları sınıfa göre davranış gösterirler. Mensup oldukları sınıfı da onların ekonomik şartları belirler. Dolayısıyla söz gelimi herhangi bir işçinin, burjuva alışkanlıkları geliştirmesi, öncelikle ekonomik şartlarından dolayı, sonra da “sınıf bilinci” sebebiyle neredeyse imkânsızdır.

 

Marksizm, kendi tarih şablonu ve içeriksiz terimleriyle öyle kapalı bir devre kurmuştur ki mekanizması yukarıdaki iskelete dayanan bu kapalı devre, bir kesin inanç motivasyonuyla sürekli hareket ettirilir.  İşte bu hayalî devr-i daim makinesine “devrim” denir.

 

Devrimci bakışa göre dünya tarihini oluşturan şey bir sınıflar mücadelesidir. Dolayısıyla Marksizmin “insanı” da  aslında liberalistlerin kavramsal bireyi olan Homo economicustur. Aralarındaki tek fark,  Marksizimin  sınıf bilinci denen  kurgudur. Feodalite de tarihin eski dönemlerine ait bir ekonomik sınıf kategorisi olarak kabul edilir.

 

Dolayısıyla  Marksizme göre bu eskimiş, köhnemiş bu sınıfa ait şeyler, devrimci bilinçle, sınıf egemenliğiyle bağdaşmayan gerici eylemler ve durumlardır.

 

Marksizm dünyayı ve tarihi “en akılcı” şekilde açıkladığını düşünmesine rağmen teknolojinin akıl almaz biçimde gelişip emeğe dair bütün hipotezlerinin birbiri ardınca çöpe yollandığı günümüzde, sözgelimi Türkiye’de “feodalitenin” nasıl olup da varlığını hâlâ sürdürebildiğini açıklayamaz.

 

Bunun en büyük sebebi, Türk solunun, bir “sömürge aydını” zümresi olmasıdır. Türk solu için gündem ya da sorunsal takımı, ideoljisinin ana ekseninde “bağımsız” şekilde oluşturulmamıştır, Türk soluna sorunsal, başta SSCB olmak üzere komünist şefleri tarafından dikte edilmiştir.  Bundan dolayıdır ki dünyanın geri kalanında “ulusal sol” partiler kendi ülkelerinin refahıyla ilgili sorunlara eğilirken Türk solu, Türk olan her şeyden alabildiğine nefret eden, enternasyonalist, Rus-Çin vesayetçisi ve başlıca uğraşı Kürt etnik ırkçılığının Marksist örgütlenmesine odaklanan, yabancılaşmış bir sömürge işbirlikçisi aydın tugayı haline gelmiştir.

 

(Bu bağlamda Atatük’ün “yenileşme ve ilerleme”  amacıyla kurduğu “inkılâpçılık” da basit ve ucuz bir eşseslilik oyunuyla “devrimcilik” adıyla alabildiğine sömürülmüştür.)

 

Peki ama bütün bu anlatılanların konuyla ilgisi nedir?

 

Sol, dünyayı yukarıda sözü geçen ölçütlere göre kendince açıkladığında, bu etkenlerin dışında kalan her şeyi, “ikincil”, “etkisiz”, “önemsiz” ve “edilgen” faktörler olarak görür. Bu tutumu “üst yapı” olarak tanımlar. Buna göre sözgelimi “kültür”, aslında belirleyici olmayan, sadece ekonomik şartların etkisiyle şekillenen bir “üst yapıdır”.

 

Bütün bu düşünce nebulası, Türkiye’de solun Kürtçü demir çekirdek eylemciliğinin merkezi etrafında döner.

 

Hal böyle olunca Türkiye’de Kürt feodalitesi, solun ancak “Ulusal Sorun’dan” gelen “halkların kendi kaderini tayin hakkı” safsatası kadar anlamlıdır. Sol için “Kürt” kimliği, tarihsel materyalizmin şablonu içinde “ezilen halklar” kategorisinin “şanlı” bir üyesidir. Öyle ki sol Lenin’in “Milliyetçilik, azınlıklar için devrimcilik; çoğunluklar içinse faşizmdir!” sözde vecizesi ile Türk karşıtlığını kendi ideolojik etiğinin merkezi yapmıştır.

 

Son on yıldır, milliyetçiliğin gerekliliğini istemeden de olsa fark etmeye başlayan “ulusalcılar” belki biraz Türk düşmanlığından sıyrılsalar da hâlâ Ortadoğu’da artık ülkelerin bütünlüğünü terk eden Kürt feodalitesine salt ekonomik/Marksist bakışlarını sürdürüyorlar. Onlara göre Kürt feodalitesi bir ekonomik sorundan ibaret.  Doğu ve Güneydoğu ekonomik olarak kalkındığı anda insanların feodal bağları çözülecek ve sınıf bilinci her şeyi halledecek sanıyorlar.

 

Bu noktada “kültürü” bir üst yapı olarak küçümsedikleri için düğünlerinde tonlarca altın takılan, Türkiye’nin geri kalanı kadar kaçak elektrik kullanan, kişi başına düşen lüks araç sayısında ülkenin geri kalanından çok önde olan insanların nasıl olup da Marksist bir narko-terör örgütünün ideolojisiyle güdülenebildiğini açıklayamıyorlar.

 

Kültür için Erol Güngör “ hayatına ihtiyaçlarına cevap verme tarzı”  gibi bir tanımlama getirir. Şüphesiz coğrafya, geçim şartları vs  bu cevap tarzını etkiler. Öte yandan “değerler” toplumdan topluma değişir. Değerler Ayn Rand’a göre “ edinilmek  ve edinildiğinde de korunmak istenen varlıklar”dır. Bunlar maddi olabildikleri kadar manevi şeylerdir de. Öyle ki muhakememize ölçü olur ve “değer yargıları” üretirler.

 

O halde feodaliteye bakarken feodalliği bir “değer” olarak koruyan toplulukların ekonomik koşullarının ötesine  bakmak gerekir. Eğer böyle bir bakış geliştiremezsek ideolojisi  açıkça  Marksist olan etnik ırkçı partilerin nasıl olup da etnik feodal oy paketleriyle beslendiklerini anlayamayız.

 

Burada anlaşılması gereken şey, feodalitenin, “etnik” denen ikincil kültür yapılarının içe kapanık, korumacı, tepkisel kültürlerinin bir sonucu olduğudur.

 

Her topluluk/toplum, birleştirici ilkeler ve semboller arar. Bu semboller hem ona bir hareket amacı verir hem de onun kimliğini gösterir.

 

Feodalite sadece bir değerler ve simgeler kurumu değildir. O aynı zamanda bu değerler ve simgelerle berkitilmiş kapalı toplumun egemenlik ve yönetim biçimidir.

 

Fransız Devriminin getirdiği dönemde  cumhuriyet olgusu ile artık başta Fransa olmak üzere, kurucu bir ulusun egemenliğinin nişanelerinin bağlayıcılığı, vatandaşların ayrımsızca hukuk önünde eşitliği, bölünmez ve tartışılmaz bir ulus egemenliği gibi kavramlar modern ulus devletinin tanımlayıcı unsurları olmuştu. Modern Fransa sadece aristokrasiyi yıkmadı, ülkede “Fransız” adının bölünmesine yol açabilecek bütün “etnik”  kültürleri bastırdı.

 

(Etnisite, Orha Türkdoğan’ın ve A. T. Önder’in aktardıkları gibi “ana kültürden ayrılan ikinci kültür grupları” anlamına gelir. Etnisite “soy bağını” tanımlamaz.)

 

Bu şekilde ulus devletine rakip olabilecek potansiyel feodal unsurları ortadan kaldırdı.

 

Oysa 21. YY Türkiye’sinde feodalite, salt bir kültürel renk olarak yaşamıyor; doğrudan doğruya Türk Devleti’ne rakip bir egemenlik odağı olarak varlığını sürdürüyor. Feodalite, Doğu ve Güneydoğu’da siyaseti oy manipülasyonlarıyla doğrudan etkilediği gibi günlük hayatı ve asayişi dahi kendi etnik/ikincil kültürüne göre şekillendirebiliyor, baskılayabiliyor. Bütün bu etnik/ikincil kültürel yapılar, “sınıf bilinci” açıklamasına hiçbir şekilde uymamasına rağmen doğrudan sosyalist Kürtçü siyasetin omurgasını oluşturabiliyor.

 

Ulustan ayrı bir kimlik geliştirmesine izin verilen bir feodal egemenlik kurumunun ulus egemenliğini tanıması, bu egemenliğin sağladığı hukuk, eğitim, sağlık birliğini tanıması ve benimsemesi çok zordur. Çünkü feodalitenin dayandığı değerler ve kültür, ulus devletinin ortaya koyduğu “ayrımsız vatandaşlık”, “ ulus birliği”, “hukuk önünde eşitlik”, “bireysel değer” gibi kavramlarla taba  tabana zıttır. Feodal kültür “Aynı derebeyine bağlı olanlar ve olmayanlar” dışında bir kimliklendirme geliştiremez. Bu kimliklendirme de “türdeş olanların korunması, diğerlerinin umursanmaması” dışında bir değer yargısı geliştiremez.

Bundan dolayıdır ki feodal kültür, kurban psikolojisiyle geliştirilen bir toplayıcılık güdüsünden ibarettir. Peki ama bunu sol şablonla açıklamak mümkün müdür? Hayır.

 

Çünkü  feodal kültür, kendi mevziinden çıksa bile kafalardaki yerini korur ve en bireyci, özgürlükçü refah ülkelerinde bile kendisine uymayana karşı hırçınlık gösterebilir.

 

Demek ki feodalite ekonominin zorunlu bir sonucu değildir. Feodalite, değer ve kültür üretiminde kısır kalmış kapalı toplumların sığınağı ve yegâne “yönetim biçimidir.”

 

Türkiye’nin esas sorunu, Türk Devleti’nin egemenlik nişanelerinin bir kısmını feodaliteye terk edip etmeyeceğidir.

 

Narin olayının da öğretmen , asker, polis şehadetlerinin de esas sebebi budur.

 

 

 

 

 

 

 

 

Hiç yorum yok: