İnsanlığın biyolojik bir problem olmadığını “moderniteyle” ortaya koyduk. Modernite, kendi dışındaki topluluklara tavrı yüzünden eleştirilebilir.
Ne olursa olsun, “insanlık”
modernitenin bir icadı.
Kısaca doğada “insanlık” diye bir
şey yok.
O halde “insanlık” ne demek?
“İnsanlık”, insan ırkının her ferdinin korunması gerektiğine dair
ahlâkî emir niteliğinde bir koruma
arzusu ve yüksek marjinal fayda davranışı. Buna ekonomik bir bakış
fazlasıyla duygusuz ve ahlâksız görünebilir. Aslına bakılırsa insanlığın bu
tanıma her toplum seviyesinde
rastlıyoruz. Buradaki asıl ayrım, bu
koruma arzusunun ve “marjinal değer” sezgisinin neye dayandığında ortaya çıkıyor.
Diğer yandan sanayileşmiş, tarıma
daha az bağımlı, iş bölümü geliştirebilmiş toplumlarda “insan”, dünyayı ve daha
önemlisi kendi kendini idrak edebildiği için değerli olan canlı anlamına
geliyor.
Peki ama sanayileşmemiş, tarım
toplumlarında, ilkel kabilelerde, kabile bilincinin egemen olduğu topluluklarda
durum böyle değil mi? Hayır. İlkel toplumlarda, insan beraberliği ancak belirli
somut “tanınabilirlik” ölçülerine dayanır. İlkel topluluklarda, kabilelerde, aşiretlerde “tanınabilirlik”
kanıtlanabilir kan bağına kısa süreli hafızaya dayanan bir beraberlik ölçütü.
Ayrıca ilkel topluluklarda, toplumlaşamamış insan beraberliklerinde “insan”
ancak ortak üretimde, savaşta ve çıkar mücadelesinde doğrudan ve açık faydası
olduğu için krounması gereken bir tür sanayii
üretimi.
Bu yüzden de ilkel topluluklarda “oğullarla
övünmek” (çünkü soyu sürdüren oğullardır), çoğalarak tehdit haline gelebilmek gibi
davranışlar, başattır. Demek ki ilkel topluluklarda -ki buna modern dönemde
bile ısrarla sürdürülen aşiretler de dahildir- “insan” ancak kısa vadeli
faydaları sağlamak için mekanik bir araç olmanın ötesinde bir anlam taşımaz.
Öncelikle şunu anlamamız gerekiyor
galiba: Sanayileşme, gökten gelen bir nimet değil. Sanayileşme, sosyolojik
gelişmesini büyük ölçüde tamamlamış, kural egemenliğiyle yaşayan, iş bölümünü
gerçekleştirecek kadar ayrıntılı bir hayat kurabilmiş toplumların eseri.
Neden böyle? Çünkü bu toplumlarda
“kan bağı” ölçütü aşılmıştır. Bu toplumlarda kan bağı ölçütüyle
oluşturulamayacak kadar büyük bir nüfusun bir arada tutulması mecburiyeti,
kanun egemenliği, kural aynılığı ve “kültürleşme” ile sağlanmıştır.
Kültürleşme, bir insan grubunun
diğerine kendi kültürünü aşılaması olarak kabaca tanımlanabilir. (Bu “kötü”
müdür? Herkes “eşit” ve “âdil” yaşayamaz mı? Konu hakkındaki sanırım en
ayrıntılı ve tutarlı incelemelerden biri Locke’un “Hükümet Üzerine Birinci ve
İkinci İncelemesi”dir. İnsan doğası, eylemsiz, barışçı, pasifist değildir.
İnsan doğası kötülüğü de içinde barındırır. Bu kötülüğe engel olabilmek için
insanlar bir arada yaşamak zorundadır ve bu beraberliklerin sürdürülebilmesi aynı
zamanda insan neslinin korunabilmesi anlamına gelir. Sorun burada ortaya
çıkar. “Beraberliği oluşturan ve
sürdürülmeye değer kurallar nelerdir? Bu kuralları kim belirlemiştir? Bu
kuralları kim sürdürmelidir? Bütün bu soruların cevabı tek bir sözcükte yatar: “Egemenlik”.
Dolayısıyla insan toplulukları arasında
bir “egemenlik mücadelesi” hem doğaldır hem de kaçınılmazdır).
Siyasî egemenlik, üreme ile
gerçekleştirilemeyecek büyük nüfus artışları sağlamıştır. Oluşturulan büyük
nüfus beraberliklerinde artık kabile ölçütleri geçerli olmayacağından ötürü de
bu beraberlikleri güvence altına alan bir “zor kullanma” mekanizması kurulması
gerekmiştir. Şüphesiz aşiret, kabile
yapılarında da bazı kurallar ve zor kullanıcılar vardır. Ancak bu zor kullanma
yetkisi ve onun gerekçesi, aşiretin sınırlarında biter.
Oysa siyasi egemenlik kurabilen
ve bu yolla kısa zamanda büyük nüfusları teşkilatlandırabilen toplumlarda
(uluslar) durum farklıdır. Uluslaşmış toplumlarda artık insanlar salt aynı kanı
taşımaktan ötürü değer taşımazlar. Uluslarda insanlar aynı değerleri, aynı
duyguları, aynı kültürü sürdürebilmek arzusundan dolayı birbirlerini tanır ve
birbirlerine bundan dolayı “değer” verirler. Uluslaşmış toplumlarda kanın,
aşiretin, ağanın vs yerini “ortak değer yargıları”, “ortak geçmiş bilinci”
(efsaneler ve tarih), ortaklaşmış bir ruh hali (sevinçte ve kederde ortaklık) gibi
soyut ölçütler almıştır.
Sanayileşme ancak soyut düşünce,
değer beraberliği gibi ölçütlerle bir arada yaşayabilen insanların yarattığı
ayrıntılı iş bölümünün bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır.
İşte bu yüzdendir ki günümüzün sanayi
toplumları, istisnasız, uluslaşmış toplumlardır. Ya da ancak uluslaşabilmiş
toplumlar sanayileşme denen büyük ve ayrıntılı üretim ve dağıtım ağını
yaratabilmişlerdir. Dolayısıyla uluslarda insan, aşiretlerin mekanik iş gücü ve
savaş aracı olmanın ötesinde bir “anlam” taşırlar. Dolayısıyla “insan” ancak yukarıda saydığımız “anlamları” oluşturabilen “modern”
toplumların, ulusların var ettiği bir kavram ve değerdir.
Bugünün asıl sorunu ise
moderniteyi yaratan uluslarla hâlâ ilkel ve animal kalmakta ısrarlı
toplulukların aynı anda var olmasıdır.
Varlık sebepleriyle, varlık
gerekçeleriyle, değer farklılıklarıyla birbirinden tamamen ayrı seviyelerdeki
insan beraberlikleri için “insan” tanımında kendiliğinde bir fark ortaya çıkar.
Bugün ulus devletlerinin
yapılarını tehdit eden demografik işgalin en büyük tehlikesi, modern toplumların,
ulusların “insan” kavramını paylaşmayan, anlayamayan topluluklardan, bu devletlere
doğru akan büyük ilkel nüfus gücüdür.
Toplumun değerlerine katkısı
olduğu için aynı toplumun beraberliğini önemsediği için “önemli” sayılan
insanla aynı dili konuşan, aynı doğal düşmanlarla savaştığı için önemli sayılan
“animal” insan aynı şey değildir.
Modern toplumlar her Homo sapiensi
“insan” olarak görürken ne yazık ki her Homo sapiens aynı değerleri, ölçüleri
onlarla paylaşmıyor.
Dolayısıyla Homo sapiens, insan, insanlık
gibi “kavramların” artık aynı çağda yaşadıkları için çağdaş sayılan toplumlarda
aynı şeyi ifade etmediğini anlaşılması gerekiyor.
Modern toplumlarda, uluslarda,
her biri bir ayrı değer ifade eden, kişilik ve niteliğini geliştirmek için
uğraşan , dolayısıyla kendisiyle birlikte toplumuna değer katan bireylerin,
aşiret, kabile mensupları tarafından her gün vahşice öldürülmesi veya
kısıtlanması, “insan” tanımının bir daha gözden geçirilmesini gerektiriyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder