Kim Kimden Acaba?
Türk toplumunda, “aslında Türk
diye bir ırkın veya ulusun var
olmadığına” dair yapılan sayısız hayasız ve cahilce propaganda sonrası ciddi
bir parçalanma eğilimi gözlüyoruz.
Artık toplumumuz, Türklük çerçevesinde
bütünleşmiyor.
Asına eskiden Türk toplumu denen
büyük yapı, şimdilerde, birbirlerini kokularından ve dokularından tanıyan
etnikçilerin, inanca göre ayrışmış tarikatların-mezheplerin ve menfaatlerine
göre birbirlerini kayıran menfaat odaklarının eğreti koalisyonu haline gelmiş
durumda.
Bu yapı için andımızın, Türk vatanı uğrunda şehit düşmenin, Türk
dilini korumanın, bir kural koymak ve değer
korumak yetkisi olarak Türk egemenliğini korumanın herhangi bir anlamı yok.
Bu yüzden de herhangi biri “biz”
dediğinde kimden bahsettiğini anlamak zorlaşıyor. Çünkü meselâ yaygın siyasi
tercihlerine ve onları güdüleyen hâkim
söylemlere bakıldığında, Kürtler için Türkler “yabancı”, “işgalci”, “sömürücü”
insanlar.
Keza artık meselâ Müslümanlık, sıradan insanların Türk
anlayışı ve gelenekleri çerçevesinde yaşanan yaygın bir ahlâkî kabul olmak
dışında doğrudan doğruya Arap gibi yaşamanın adı olmuş durumda.
Buraya kadar gözlemlerimizi
ortaya koyduk. Bu gözlemleri zaten
azıcık bile Türklük bilinci taşıyan herkes, her gün yapabiliyor.
Düşünmemiz gereken, toplumun
yarısını oluşturan bu kabileler koalisyonunun nasıl meydana geldiğidir.
Elbette bugüne bir anda
gelinmedi.
Önce enternasyonalist sol vardı.
Enternasyonalist sol, proleter ahlâkının ve emeğin savunulması için ulus gibi “geride
kalmış”, burjuva üst yapılarının terk edilerek
gerekirse silahlı isyan yoluyla bir işçi diktatörlüğü kurulması için
çabalıyordu. Sorun şuydu ki zaten içerik olarak hiçbir tutarlılık ve açıklama
taşımayan enternasyonalist sol, hedef
kitlesince anlaşılamadığı gibi sevilmedi
de. Hatta hedeflediği etnik Kürt kitlesi bile
onu yeterince sahiplenmedi.
Popülist sağın DP tecrübesi bile
toplumu bugünkü kadar kabilelere bölmemiş olabilir.
Oysa ANAP ile yeniden iktidara
gelen sağ popülizm ile devletin bütünlüğünü korumağa yönelik bütün
hukuki normlar ortadan kaldırıldı.
Toplumumuz uluslaşmayı yeterince
içselleştirebilmiş olsaydı muhtemelen yapılan hiçbir kötülük onda bir cevap
bulamayacaktı.
Böylece meselâ Kürt’lerin, ulaşımı yakın zamana kadar ciddi şekilde zor
olan yörelerde asırlardır yaşadıkları yalıtılmadan kaynaklanan kapalı
toplum psikolojilerinin alabildiğine
istismar edilebilmesinin önü açıldı. Böylece bu topraklarda Kürt olmanın ikinci
sınıf sayılmak anlamına geldiği söylemi insanlara kolayca kabul ettirildi. Kürt köyleri, ulaşımlarındaki iletişim
sorunlarını uydu çanaklarıyla çözmeğe
çalışırken bu kez de kendilerine aslında
pek de benzemeyen ama şivelerini çat pat anladıkları Irak Kürt’lerinin ve PKK
terörünün Avrupa lüksü içinde yaşayan kollarının siyasal propagandasına maruz kaldı.
Kürtçü etnikçiliğini ve terörünün
sebeplerini açıklamak bu açıdan nispeten daha kolaydır.
Asıl büyük sorun, Atatürk
devrimlerine dayanan ve devrimlerin hedeflediği “Türk medeniyetini” aşılayan bir eğitimden geçen büyük çoğunlukta yaşanan yabancılaşmaydı.
Peki ama bahsedilen çoğunluğun
yaşantısı günlük gülistanlık mıydı? Akranlarımın babaları döneminde de Anadolu’da
ulaşımın ciddi bir sorun olduğunu biliyoruz. Bunun yanı sıra 90’lara kadar
kayda değer bir şehirleşmeden bahsedilemeyeceğini ve aslında bu şehirleşmenin de göç eden kitleleri
dönüştürmeğe ve uygarlaştırmağa yetmediğini
söylemek mümkün.
Bu geç şehirleşme şu anda Doğu
Anadolu’da hâlâ yaşanmakta ve terör korkusuyla şehirlerini terk eden yerli Türk
çoğunluğun yerini bir Kürt köylü dalgasının doldurması olgusu hâlâ devam
etmektedir. Hatta meselâ son yerel seçimlere kadar PKK varoşları dolduran bu
Kürt köylü kitlesine Türk’lerden ev almamalarını, onların evlerinin nasıl olsa
ele geçirileceğini söylemişti.
Şehirleşemeyen,
kozmopolitleşemeyen, şehrin çetrefilli kurumlarından ürken ve bütün bu
kurumları özellikle kendi dini değerlerine karşı bir tehlike addeden geniş
kitleler uluslaşmanın getirdiği ve hedeflediği hukuk devleti, usul hukuku,
nezaket, zararsızlığa dayalı ahlâk normlarından ısrarlı bir şekilde uzak
kaldılar.
Kürt köylerinin doğuda ve
güneydoğuda yaşadığı kendine özgü
coğrafi izolasyonu, şehirlere göçen Türk köylü kitleleri gönüllü bir biçimde
yaşamağa başladı. 60’lardan itibaren
sinemamızda “toplumsal” duyarlılıkla çekilen filmlerde kutsanan şey, hep şehri
benimseyemeyen ve ona uyamayan köylü kitlelerinin “dramıdır”.
Buraya kadarki tespitler beylik
sözler sayılabilir çünkü bunlara benzer sayısız analiz yapılmıştır. Sorun şudur
ki bu zorunlu ve gönüllü yalıtılmışlıkların, yalnızca fiziki bir geçici
ayrılmanın ötesinde sonuçlar doğurması olmuştur.
Şehri kendisine düşman sayan
Müslüman Türk ile başına gelen her şeyi Türk’ün düşmanlığı sayan Kürt köylüsü,
kendisini toplumun yaygın değerlerinden ve normlarından ayırabilmeyi başlıca
amacı saydı ve bu ayrılmayı sürdürmek görevini de kendisinden sonraki nesle
devretti.
Peki ama bu kitlelerin
şikâyetleri gerçekçi miydi? Hiç kimse bunu sorgulamadı. Siyaseti, oy paketlerini
elde etmekten ibaret gören Türk politik sığlığı, solda Kürt ve Alevi
hoşnutsuzluğunu, sağda ise uyumsuz köylü kitlelerinin şehir korkusuyla beslenen
öfkeli dindarlığını hedefledi. Politik
esnaflık için uluslaşmanın politik endişeleri ve hedeflerinin yerine kabile
asabiyelerine dalkavukluk etmeyi daha kolay kabul etti. En nihayetinde devletin
temellerini kendisine düşman bilerek sağdığı
hoşnutsuzluk oylarıyla rejimi kökten değiştirecek kadar güçlendi.
Bugün uğradığımız rejim
değişikliğini sağın üstüne yıkan sol siyaset hâlâ Kürtlüğü Türk’e alternatif
bir egemenlik kimliği olarak kışkırtmağa çalıştığını, her türlü ulusaltı
yapının hoşnutsuzluğundan yararlandığını ne yazık ki fark edemiyor. “Kürt’lerin
memnuniyetini”, bölünmüş bir Türkiyeden Kürdistan yaratarak sağlayabileceğini
hâlâ düşünen sol siyaset esnafının, bugün gelinen noktada sağ kadar büyük bir
suçu olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
Şartların yarattığı
izolasyonların sağcı ve solcu politika esnafının istismarıyla sorun geçici bir siyasi körlük olarak kalmadı, kalıcı bir rejim sorununa dönüştü. Bu ayrışma bugün toplumda
bazen terör tehdidi bazen sandık istismarıyla korku yaratan, Türklükten nefreti
başlıca kimliklenme aracı yapan, neredeyse kalıcı yaklaşık %60lık bir seçmen
kitlesinin doğmasına sebep oldu.
Bu kitlelerin şikâyetleri
gerçekçi miydi? Hayır. Bu kitleler kendi toplumsal yapılarının değişiminden
duydukları korkuyu asimilasyon, inkâr, etnik eritme mazeretleriyle dile
getirdiler.
Yüz binlerce turistin neredeyse
çırılçıplak denize girip alabildiğine içtiği sahillerde amelelikten
müteahhitliğe veya emlâk zenginine dönüşen Kürt köylüleri, sahilleri dolduran
turistlerin güvendiği şeyin veya onların mülkiyetlerini sermayeye dönüştürmelerini
sağlayan şeyin, Türk’ün uluslaşmasıyla ortaya
çıkmış uygarlık ortamı olduğunu idrak etmekten kaçınarak dedelerinden
devraldıkları feodal değişim korkusu ve etnik öfkeyi, sözde düşman ve işgalci
Türk toplumu içinde yaşatmaya devam etti.
Keza Kurtuluş Savaşı’nı idare
eden kahraman heyetin Osmanlı’nın son
dönemindeki modernleşmenin varisleri olması da
kırsaldaki izole Müslüman Türk köylüsünde, hazmetmekten korktukları bir
yabancılaşma izlenimi yarattı. Bu heyetin “gâvur ittihatçılar” olarak itham
edilmesinin sebebi sanırım ki budur.
Dolayısıyla Türkiye’de çok ciddi
bir “biz ve onlar” sorunu ortaya çıktı. Burada asıl sorun şudur ki ülkenin
bütünlüğünden yana olan milliyetçi ve vatansever insanlar, hâlâ ülkeyi elinde
bulunduran, Türklüğ’ü faşizm, hayalcilik, ırkçılık sayan, Atatürk’e düşmanlıkta
birleşen %60lık dinci/ Kürtçü koalisyonunun tabanını “bize” dahil saymakta
ısrar ediyorlar. Bu elbette vatanı ve milleti sevmenin bir gereği…
Gözden kaçırılan nokta şu ki
bahsi geçen %60lık kitlenin ülkenin geri kalanıyla hemen hemen hiçbir ortak
değer yargısı ve normu bulunmuyor ve bu koalisyonu oluşturanlar da
kendilerinden başka hiç kimseye ki kendi aralarında da ortak bir Türk
düşmanlığı dışında bir müşterek kabul etmeyerek “biz” demiyor. Sol kendi
hayalci enternasyonalizmi içinde bir bebek katilinin avukatını Atatürk’ün
kurduğu partinin en yaşamsal yerinde koruyup kolluyor, sağ, ülkenin Türk
düşmanı bir Arap ülkesi haline gelmesini dini bir vecibe sayıyor ve bu karmaşa
içinde çocuklarımıza Türklük bilinciyle bir “biz” kimliği edindiremeyerek ulusumuzun ölmesini seyrediyoruz.
Bu basit ve geçici bir sosyal
çatlak mıdır yoksa ülkeyi kalıcı olarak değiştirecek ciddi bir siyasal
yarılmanın belirtisi midir? İşte üstünde düşünülmesi gereken sorular bunlardır.
Bazen iyi bir şarkı pek serinletir insanı...
Bazen iyi bir şarkı pek serinletir insanı...
2 yorum:
KOrkarım ciddi bir siyası yarılma bu...
Siyasi değişimden bile sonra devam edecek bir nefret ayrışması halini aldı gibi... Maalesef... Gene bekleriz. Saygılar.
Yorum Gönder