Uluslaşmayı anlayamamış,
uluslaşamamış toplulukların en büyük sorunu, insan toplumlaşmasının “doğal” ve “hayvansal”
olduğunu sanmalarıdır.
Bunun sebebi, toplumsallaşma
aşamalarının gitgide soyutlaşması ve daha kurgusal bir hal almasıdır.
Toplumlaşma bir anda ve doğanın bir emri olarak meydana
gelmez. Toplumlaşmanın ilk aşamaları hayvan sürülerindekine benzer bir “yardımlaşma”
ve beraber avlanma çekirdeği etrafında oluşabilir. Fakat buna karşılık
insanlar, beraberliklerine, diğer her şeye olduğu gibi bir anlam yüklemeğe
ihtiyaç duyarlar. Böylece beraberliklerinin bir “anlamı” olduğunu diğer
insanlara da duyururlar.
İnsan dünyayı “anlamlandırmaksızın”
hayatta kalamaz. Bu sadece basit bir isimlendirmeden ibaret değildir. İnsanın
dünyayı anlamlandırması, onun içindeki unsurları kategorize etmesi ve kendisine
göre “değerlendirmesi” anlamına gelir.
Buna göre de bazı şeylerin, “diğerlerine
göre daha fazla arzu edilir olduğuna” dair ortak kabuller geliştirerek
toplumsallaşmanın anlamsal yapısını,
çatısını oluşturur.
Dolayısıyla neomarksist düşünürlerin ve ulus kavramına saldıran bir
kısım liberallerin sürekli yanlışlamak veya yok saymak için
uğraştığı “icat” kavramı ortaya çıkar. Bahsedilen kamplar insanlığın, ahlâkî ve
“demokratik” normlarının, ancak insanı saldırganlaştıran kimliklenmelerden uzak durularak hayata geçirilebileceğini ve
egemen kılınabileceğini düşünürler.
Böylece meselâ “ulus” kavramının
aslında “doğal” olmadığını, bunun siyasal bir icat veya kurmaca olduğunu söylerler.
Burada atlanan veya görmezden gelinen husus
şudur: Ulus karşıtlarının gerçekleştirmek istediklerini söyledikleri adalet,
hukuk, insan hakları vs. kategoriler de aslında birer “icattırlar”. İnsan, doğada meydana geldiği şekliyle “insan”
değildir. İnsanı, değer ve norm sahibi bir canlı olarak ortaya çıkaran doğa değildir; ona bu
değerleri ve normları kazandıran toplumsallaşmadır. “Tarzan”, bu açıdan son
derece çarpıcı bir örnek anlatımdır veya hayatını basit kabileler ve yağma
yaparak kazanan toplulukların hayvana , modern insandan daha yakın olması düşündürücü bir örnektir.
Toplulukların kalabalıklaşması ve iş bölümümün artması ile iki ihtiyaç ortaya
çıkar:
Öncelikle toplulukta artık salt
hayvansal ihtiyaçların karşılanması aşamasının ötesine geçildiği için artan çeşitlilikteki ihtiyaçları karşılayan
insanların da korunması gerekmeğe başlar.
Daha sonra başka toplulukların
saldırılarına karşı yeni kurulan toplumun korunması ihtiyacı artık daha
karmaşık bir gereklilik halini alır.
Bu iki gereklilik, meydana gelen
toplumun sürekliliğinin sağlanması için “ edinilmesi ve korunması gereken varlıklar” yani “ değerler”
olarak kabul edilir ve bu kabul de kuşaktan kuşağa aktarılır.
Toplumdaki herkesin, toplumdaki güçlülere karşı dahi korunması
gerekliliği hukuğu; toplumun yabancı toplumlara veya topluluklara karşı
korunması gerekliliği de diplomasiyi ve
savunma örgütlenmesini doğurur.
İşte bu noktada “yaşanagelen”
düzenlerin “ifade edilmesi”, “anlamlandırılması” ve “aktarılması” gerekir ki bu
üçü, ulus karşıtı sosyalistlerin,
liberallerin ve etnikçi tüm
örgütlenmelerin “icat” diyerek karalamağa çalıştıkları eylemin kollarıdır.
Belli bir noktadan sonra insan topluluğunun
kendisine bir isim vermesi yetmez. Bu topluluk kalabalıklaşamıyor, çeşitlenemiyor
ve daha ayrıntılı örgütlü yapılar meydana getiremiyorsa hayvansal sürüleşmeye
yakın bir durumda donmağa başlar. Bu donma hali ancak uluslaşmağa varan
karmaşık ve kurumsallaşmış yapıların ileri gitmesiyle fark edilebilir. Bu
durumda, kendince bir dile sahip olarak kendilerini diğer topluluklardan ayırt
etmesinin yeterli olacağını düşünen topluluklar, aslan sürüsünün sırtlan
sürüsünden ayırt edilmesi gibi hayvansal
aşamaya yakın bir yerde kalakalır. Bu tür bir toplumsal yapılanmadan “insan” denen
canlının eserleri beklenemez.
Hattı zatında “insan” denen canlı
bile bir “icattır”. Doğada “insan” sadece maymunsuların alet yapabilen en zayıf
cinsinden başka bir şey değildir. İki ayaklı bu primat, eğer türdeşlerinin
korunması konusunda iradî bir çaba göstermiyorsa, kendi varlığının bir “anlam”
taşıdığına dair anlayış geliştiremiyor ise belki biyolojik olarak insan
sayılabilir ama modern insanın değerler dağarcığında kendisine bir yer bulamaz.
İnsan her aşamada “icatlarla”
ilerleyerek bugünkü durumuna gelmiştir. Gözden ırak tutulan veya görmezden
gelinen şey insanın yalnızca ateş, tekerlek veya kundurayı icat etmediği ama
asıl büyük icatlarının toplumsallaşmayla ilgili olan anlamlandırmaları ve değer
yaratma işleriyle ilgili olduğudur ki bu çabalarının toplumsal nihai aşaması
uluslaşma olmuştur.
İcat şüphesiz “doğal” bir şey değildir. Fakat
uygarlığın meydana getirilmesi de doğal süreçlerin sonucu değildir. Bu açıdan
ulusun “icat” edilmiş ve dolayısıyla doğal olmayan bir “yanlışlık” veya “kötülük”
olduğunu düşünenler, aslında insanın “doğasına” karşı çıkan immoralist
vahşilerden başka bir şey değildir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder