“Ulus devlet” diye anılan ve bir tür çarpık özdeşleştirmeyle herkese kötü gösterilen millî devlet, gerçekten bir kötülük kaynağı mıdır?
Ulus devleti en büyük kötülük gören liberallerin iki sözde dayanağı vardır ki onlarda hem devletin hem milletin/ulusun kendi başlarına birer kötülük olduğu kanaatidir.
O halde ulus devleti oluşturan ulusun/milletin bir kötülük olup olmadığına bakmalıyız.
Sosyalist cenah ulus kavramına tamamen ekonomik bir üst kurum olarak baktığından, kabulleri gerçek hayatla asla örtüşememiş ve millî kültürleri açıklamakta da aciz kalmıştır.
Farklılıkların “emniyet sağlayıcı tekel” etrafındaki birleşmeleri teziyle millet fikrini aydınlatabilecek liberteryen düşünür Nozick ise nedense hakkıyla incelenmemiş, tezinin millet gerçekliğiyle ilgisi maalesef görülememiştir.
Müteaddit defalar merhum Sadri Maksudi’ye atıfla belirttiğimiz “Tarihin belirli bir döneminde bir hukuk/ devlet çatısı altında bir araya gelmiş kavimler cüzü” olarak millet tanımı üzerinden hareket edecek olursak iki şey görürüz:
Birincisi milletin oluşumu, bir araya gelen kavimlerin farklılıklarının yok edilmesi ve hepsinin türdeşleştirilmesi iddiasını taşımamaktadır.
İkincisi “bir araya gelmenin” ortamının “hukuk birliği” olarak tanımlanmasış milletleri meydana getiren şeyin uzlaşma/mutabakat olduğuna işaret eder ki tanımın bu yönü, toplumsal düzenin doğal halinin barışçı olduğu yönündeki Lockeçu görüşle gayet güzel örtüşür.
Oysa bugün ulus devlete karşı önde sürülen fikirlerin ilki, onun “ Herkesi zorla aynılaştıran” bir tür makine gibi olduğudur. Bu kabul “milletin” aynılaşmış fertlerden oluştuğu fikrinden kaynaklanır. Böyle bir fikre dayanmak ise kabile, kavim, millet gibi ayrımlardan hiç haberdar olmamak demektir. Bu ayrımlardan haberdar olunmasa bile dünyada “millet/ ulus” diye anılan toplumlarla Afrika kabileleri, Orta Doğu kavimleri gibi türdeş topluluklar arasında hiç bir fark görmemek demektir. Bu kafa yapısı, 1994’te Rwanda’yı kana bulayan kabileciliğin toplumsal oluşum şartlarını idrak edemeyecek kadar kabadır. Veya Somali’de aynı ırka, yani doğrudan kan bağıyla birbirine bağlı insanların nasıl ayrıştırıldığına bakamayacak kadar vicdan yoksunudur. Veya Afganistan, Pakistan, Irak, Suriye gibi harita devletlerindeki toplumsal çatlamalarla devletleşme yordamı arasındaki ilişkiyi görmek istemeyecek kadar ahlâk yoksunudur…
Saydığımız ve çok daha fazlasını sayabileceğimiz ülkelerde genel toplumsal sorun “uluslaşmanın/ milletleşmenin” gerçekleşememiş olmasıdır. Kimilerine göre sömürgecilerin geride bıraktığı yoksulluktan dolayı gerçekleşememiştir uluslaşma. Serveti topraktan biten bir varlık sanan kolektivist/Marksist izahın bu sıradan ve alışılmış basitliği, birazcık daha uzun düşünen herkese yetersiz gelecektir.
Tam bu noktada milletin bir araya gelmesi zeminine yani ikinci unsura dönmemiz gerekmektedir. Sömürgeciler bütün art niyetlerine rağmen o ülkelere “bürokrasiyi” ve hukuk uygulamalarını da götürmüşlerdir. Gene bütün ayrımcılıklarına rağmen, sömürgelerinde kendi okullarında yetişmiş pek çok lider çıkmıştır. Ghandi bunun en büyük örneğidir. Yani eski sömürgeler asla “teşkilatlanma” bilgisinden bütünüyle mahrum kalmamıştır. Peki ama ne olmuştur da bağımsızlıklardan sonra bu ülkelerin büyük çoğunluğu siyasî istikrarsızlığa ve şiddet çukuruna düşmüşlerdir?
Bunun sebebi, “uluslaşma/ milletleşme” çabalarının, hukuk önünde eşitlik üzerinden değil, “dağıtımda eşitlik” ile kendini belli eden sosyalist argümanlar üzerinden yürütülmesi olmuştur.
İnsanların beklentilerinin “sosyalist eşitlikçi” diktatörlerce belirlenmesi, ağızlarına birer lokma ekmek tıkıştırılmakla eşitlendikleri sanılan insanları tatmin etmemiştir. Bu durum bir arada bulunmanın, ancak bir diktatörün keyfî eşitlik mülâhazasına bağlı olduğu kanaatini doğurmuştur. Bir arada bulunmak şartının güce boyun eğmek olduğu bir ülkede, nüfusların yarattığı ekonomik ve organik güç farklılıkları, kendilerini kabile savaşları ve soykırımlar olarak göstermiştir.
Bu insanlara sosyalizmin dağıtımcılığının verebileceği yaşamaya yetecek kadar ekmek dışında hiçbir ortak değer yoktur ki zaten dikkat edilirse Afrika’nın açlık çeken ülkelerinin hepsi sosyalisttir. Onlara ellerindeki değerler her ne ise onları istedikleri gibi kullanabilecekleri bir “hukuk/kural altında özgürlük” ortamı verilmediğinden, varlıklarının bizatihi birer değer olduğunu kabul edilmediğinden, bu toplumlar bir arada bulunmanın faydalarını gözlemekten, bir arada bulunmanın sevincini yaşamaktan da mahrum kalmışlardır. İşte ülkemizdeki etnik ırkçıların toplumu götürmek istediği nokta budur.
“Hukukla bir arada bulunmak iradesi” ayrıca üzerinde durulması gereken husustur. Çünkü milletin oluşumunun ilk aşamasını teşkil eden beraberlik çok büyük ölçüde iradî bir eylemdir. Hukukla bir arada bulunmanın, işbirliğinin artmasını, işbirliğinin de hayatta kalma şansının artmasını sağladığı hemen bütün liberal düşünürlerin mutabık kaldıkları bir durumdur.
Dolayısıyla uluslaşma/milletleşme, hiçbir silâhlı gücün zorla başaramayacağı bir beraberliğin sonucudur. Devlet denen silâhlı gücün bu işteki tek rolü “kuralın hâkimiyetini” sağlamaktır. “Adalet mülkün(devletin) temelidir” vecizesi bunu anlatır.
Dolayısıyla uluslaşma/milletleşme, hiçbir silâhlı gücün zorla başaramayacağı bir beraberliğin sonucudur. Devlet denen silâhlı gücün bu işteki tek rolü “kuralın hâkimiyetini” sağlamaktır. “Adalet mülkün(devletin) temelidir” vecizesi bunu anlatır.
Milletin tabiatının zorla meydana getirilmiş bir türdeşlik taşımaması hakikati, onun “kendi başına” kötü, yani temel haklara aykırı, bir olgu olmadığının ilk delilidir.
Devletin zaten liberteryen teorinin isabetle açıkladığı şekilde “kurala” dayalı “kendiliğinden” gelişmiş tabiatı da onun özünde “kötü” olarak tanımlanmasının yanlışlığını gösterir. Devlet, “kurala uygunluk” idealinin hayata geçirilmesinden başka bir şey değildir. Meğer ki biz onu kendi irademizle oluşum amacının dışına çekmeyelim.
Devletin zaten liberteryen teorinin isabetle açıkladığı şekilde “kurala” dayalı “kendiliğinden” gelişmiş tabiatı da onun özünde “kötü” olarak tanımlanmasının yanlışlığını gösterir. Devlet, “kurala uygunluk” idealinin hayata geçirilmesinden başka bir şey değildir. Meğer ki biz onu kendi irademizle oluşum amacının dışına çekmeyelim.
Gördüğümüz gibi ulus devlet ne farklılıkları reddetmekle ne de birilerini diğerlerine göre kayırmakla uğraşır.
Burada anahtar kavram olan “milletleşme” bir arada bulunmanın, hukuka uymakta gösterilen ortak rızanın yarattığı işbirliğinin doğal sonucudur. Bir kurallar silsilesinin aşkınlığına inananların zamanla değerlerinde meydana gelen müştereklik, onların hayata karşı verdikleri cevaplarında benzeşmesine yol açar ki bu da kültürel birliğin oluşumundan başka bir şey değildir. Bu kültürel birlik herkesi birer tespih tanesi haline getirmez ama onların kural ipi ile birbirlerine bağlar.
Bundan dolayı insanlar bu beraberliğin sembollerine önem verirler. O sembollerde bir kurala bağlanmanın emniyetini bulurlar. İşte “ulus devletin” ulusallığı, insanların bu ortak kabullerinin, ortak emniyet ve barış duygularına kendi adlarını vermelerinden kaynaklanır.
Bu ortak kabulün kapsayıcılığı ve kavrayıcılığı ile kabileci/ etnik ırkçı hareketlerin kan ve dil bağına dayanan benzeşme hedefleri asla kıyaslanamaz. Türk olmadığını söyleyen bir etnik ırkçı bunu “Türk geni taşımamakla” ancak açıklayabilir. Bunu bu kadar açıkça söyleyemeyenler de “ırkî saflığa” tarihi yalıtılmışlık masallarıyla dayanak bulmaya çalışır.
Oysa bir Türk için “Türk” adı, kan bağının çok ötesinde insanın varoluşunu sağlayan soyut değerler üzerinde uzlaşmaya varmış bir büyük toplumun,büyük ırkî ve kültürel çeşitliliğini içinde barındırmaktadır.
Bunların yanı sıra dünyanın bilinen liberal demokrasilerinin tamamı ulus devletlerde yaşamaktadır. Bu devletler, milletleşmenin meydana getirdiği düşük toplumsal ve sınai maliyeti en iyi değerlendiren milletlerin devletleridir.
Çünkü kural altında özgürlük, kural altında kimliksizlik demek değildir. Kuralların herkese her zaman uygulanabilmesi için insanların, milliyetlerini, üstlerinden çıkarmaları gerekmez. Herkese karşı tarafsız ve kör olan adalet daima uygulandığı toprakların sahiplerinin egemenliğinin nişanesi olarak anılır. Bundan dolayı “vatandaşlık” bir milletin vatanında onunla ortak yaşamaktır.
Eğer hukuk devleti idealine mümkün olduğunca yaklaşabilmek istiyorsak yapılacak iş, adaletin üzerinde kurulacağı topraklardaki insanların derisini yüzer gibi onları, milliyetlerini reddetmeye zorlamak değildir. Bir hukuk devletine yaklaşmanın şartı, hukukla sınırlanacak devleti var etmiş milletin varlığının, azlıklar için bir güvence olmasını sağlamaktır. Azlıkların hırçınlığı yüzünden egemen milletlerin adlarını hukukun temel metinlerinden silmek belki azlıkların kabileciliğini tatmin edebilir ama üzerinde medeniyetin yaşatıldığı toprakları da çöle çevirir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder