Söz, insanlığın malzemesidir.
Bütün indirgemeci biyolojik yaklaşımlara rağmen söz yalnızca insanda var olan bir “değerdir”.
Söz elde ettikten sonra kaybetmek istemediğimiz bir varlıktır.
Neden böyledir?
Neden insan sıradan, benzerleri gibi bir “hayvan” değildir. Neden en kolektivist düşünceler bile insanı korumaya, kendi başına bir değer taşıdığını tekrarlayıp durur?
Şurasını bir parantez açarak belirtmeliyiz ki kolektivist düşünceler, insanı bir topluluğa “ait” bir tür mal olarak kabul ederler. Dolayısıyla insana verdikleri değerin içinde bireyin yeri yoktur.
Bütün bunlara insana değer atfetme alışkanlığının temelinde, onu diğer canlılardan ayıran ciddi ve aşılmaz bir fark vardır ki o da insanın söz sahibi olmasıdır.
Gene indirgemeci biyolojik yaklaşımlarla hayvanların da kendi aralarında bir çeşit dile sahip olmalarından bahsedilecektir, şüphesiz.
Bu yaklaşım, insana yönelik bütün değersizleştirme çabasına rağmen yarı yolda kalmaktadır.
Çünkü insanlar iletişi kurarken aynı zamanda kendi dünyalarını da kurarlar. Çünkü insan yağmurdan korunmak için ağaç dallarını tepesine koymanın ötesine gitmekte ısrar eden bir canlıdır. Çünkü insan zihni bir otomat değildir. O verileri basitçe işleyip tepkiler veren bir canlı değildir. Tabiatta daha önce var olmamış şeyleri meydana getirebilen tek canlıdır.
Peki ama insan bunu nasıl yapar?
Her varlık her canlıda mutlaka bir algı doğurup bir tepki meydana getirirken insanın davranışını onlarınkinden ayıran nedir?
Bu fark “anlamlandırmadır”.
İnsan yalnızca çevresindeki nesnelerle değil, algı haznesinden türettiği her imgeyi de kendince işler. İşte bu işlem anlamlandırmadır.
Bu yüzden afazi hastaları dünya ile ilişkilerini kaybederler.
İnsan, söz olmaksızın yani anlamlandırma süreci olmaksızın hayatta kalamaz. Çünkü insanın hayatta kalması hayvansı bir otomatizme bağlanmamıştır. Bir an için çevrenizdeki her şeyin isminin yok olduğunu hayal edin.
Aklınızın boşaldığını hayal etmenin zorluğu muhtemelen şu olacaktır. Susadığınızda su içmeniz gerektiğini “hissedeceksinizdir” Eğer birinin suyu içtiğini görürseniz muhtemelen siz de içeceksinizdir. Sorun şudur ki su, bardak, susamak, sıcak gibi bütün olguların arasındaki bağlantıları da kaybetmiş olacaksınızdır.
Dolayısıyla “susadığınızda”, “mutfağa” giderek, “musluktan”, “su” alıp “bardağa” doldurmanız gerektiğini “düşünmeyeceksinizdir”.
Sözün bu varoluşsal gerekliliği dillerin temelidir.
Çünkü insan fertleri, bir araya gelerek hayatta kalmak şansının daha fazla olduğunu gördükten sonra bir arada kalabilmenin gerektirdiği ortak “söz dağarcığını” kendiliğinden oluşturmuşlardır. Babil Kulesi miti ile olaya “ilâhî” bir izah getirmek de durumu değiştirmez.
En nihayet, bir arada kalmak ihtiyacı göstermiş her insan topluluğunda müştereken ve aynı şekilde kullanılan bir söz dağarcığı meydana gelmiştir.
Bu durum, paylaşılan bir anlamlandırma süreci demektir. Bir kabile üyesinin “kaplan” dediği şeye diğerinin “oklava” demesinin kabilenin hayatta kalma şansını nasıl azaltacağını tahmin etmek zor değildir.
İşte bu noktada “paylaşılan anlamlandırma” eylemi ile insanların birbirleriyle ilişkilerinde “ortak beklentileri” hasıl olmuştur.
Burada insan toplulukları arasındaki “gelişmişlik” farkının başlangıcını görürüz.
İnsan toplulukları arasındaki maddi gelişmişlik farkının temelinde iki şey vardır:
Birincisi daha gelişmiş toplumlarda ortak anlamlandırma sürecine işlenen, ortaya çıkan söz dağarcığı sayısal olarak daha zengindir.
İkincisi daha gelişmiş toplumlarda toplumsal ilişkileri düzenleyen “beklentiler” ham sayıca daha fazla hem de daha soyut hale gelmiştir.
Bunu nereden anlayabiliriz? Bunu anlamak kolaydır, çünkü söz dağarcıkları daha geniş toplumlarda iş bölümü denen, olguları, nesneleri yaratan, fikirleri hayata geçiren çok daha karmaşık bir düzen varken daha az gelişmiş toplumlarda, toplumsal düzen hemen hemen sadece topluluğun hayatta kalmasına yetecek kadardır. Bundan dolayı da bu tip toplumlarda, “dışa kapanma”, “yabancıya düşmanlık” eğilimi ayırt edici özellikler olarak kendini gösterir.
Çünkü ancak kurttan, fırtınadan korunmaya yarayacak bir iletişim vasıtası ile sürekli uğraşıp duran bir topluluk, meselâ “mülkiyet” gibi bir kavramı büyük ihtimalle anlayamayacaktır. Böyle bir topluluk gene meselâ “kural” altında bir araya gelmiş farklı toplulukların anlaşabilmesini de kendi zihninde anlamlandıramayacaktır.
Burada topluma bir tür ferdiyet yüklemek kolaycılığımız, yalnızca toplulukların genel eğilimlerini ifade etmek içindir.
Dolayısıyla daha az gelişmiş toplumlar “soyutun” bağlayıcılığı hakkında hemen hemen hiçbir fikre sahip olmaksızın kendi aralarında ilişki kurarlar. Çünkü onlar için “söz” uçucu, anlamsız, bağlayıcılığı olmayan bir tür iletişim vasıtasıdır. Bundan dolayı da hayatları gerek tabiatla gerekse diğer toplumlarla sürekli bir mücadeleden ibarettir. Belki de bu yüzden mesela, karışmamış, çeşitlenmemiş etnik toplulukların sözde siyasetçileri Marksizmi benimsemektedirler?
Dünyayı giderilmesi gereken bir “çelişkiler” ve savaş sahnesi olarak gören bir ideoloji tam da” diğerleriyle “karışmamak”, “kuralla”, yani sözle bağlanmamak isteyen topluluklar için ideal bir bakış açısı sunmaktadır.
Sözün yarattığı ortak beklentinin doğurduğu sorumluluk/maliyet kavramı, hayatları maddî unsurlarla kuşatılmış ve maddî zorlukları gidermekten ibaret topluluklar için fevkalâde sıkıcıdır.
Çünkü bu tip topluluklarda sebep-sonuç ilişkilerini kavramayı sağlayacak sözel malzeme, görece olarak fakirdir. Bu tip topluluklarda her şey “kendiliğinden var olmuş”, adeta topraktan bitmiş ve paylaşılmayı bekleyen varlıklar olarak kabul edilir.
İşte bu noktada, üretimin müşevviklerini ve yaratıcı zekâyı yani ferdin kendisini hiçe sayarak hâlâ malları meydana getirebileceğini sanan Marksizm, bir kere daha karşımıza çıkar.
“Ötekiyle” karışmamış, hayatı kuraldan bağımsız ve topluca yaşamak dışında bir beklentisi olmayan topluluklar sebep sonuç ilişkilerini anlayamadıkları içindir ki sahip oldukları imkânları yaratan soyut kurallar bütünlüğünü ve bu bütünlüğün yarattığı ortaklıkla kendiliğinden doğmuş benzeşmeyi de idrak edemezler. Bu yüzden Afrika sosyalist diktatörlükleri, bütün ideolojik romantizmlerine rağmen kabileciliği ortadan kaldıramamakta, milletleşmeyi sağlayamamaktadır.
Eğer her şey “önce söz” olarak başlamasaydı hiçbir şey kuramayacağımız gerçeği, sözü bizim için bir değer haline getirir ve onu varoluşumuzun temeli kılar. Bu yüzden kanun, insan toplumunda bağlayıcıdır. Bundan dolayı sözü kabul eden topluluklar benzeşmeye başlar… Bundan dolayı hayatımızın kendi vahşetimize karşı da korunduğunu bilebiliriz. Bundan dolayı sözü çarpıtmak suçtur.
Sözün bu varoluşsal önemini kavramadıkça, şiddeti kabul ettirmek isteyen, ayrışmayı dayatan, ırkçılığı “hak” diye bize kabul ettirmeye çalışan sözde insanların davranışlarını yargılayabilmemiz mümkün olmayacaktır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder