21 Aralık 2023 Perşembe

Hayalî İnsanistan Ülkesinde Demokrasi

 


Herkes sanıyor ki dünyadaki makbul ve arzu edilir demokrasiler, kimliksiz, ideolojisiz ve nötr devletlerde ortaya çıkıyor.

 

Bu hayali ya da safsatayı memlekete liberalistler yaydı. Bu liberalizmin kötülüğü mü? Hayır. Çünkü herkesin ağzının suyunu akıtan bütün o müreffeh demokrasilerin hepsi istisnasız. liberal demokrasi…

 

Peki bu ne demek? O ülkelerde herkes canının , istediğini yapabiliyor mu? O ülkelerde vahşi bir kapitalizm herkesi sömürüp fakirleştiriyor mu? Ne tuhaf ki asgari ücretli işçilerin alım gücü bizimkilerle kıyaslanmayacak kadar yüksek.

 

Ama bu başka bir tartışmanın konusu.

 

“Yüksek şatodaki Adam’ın “dizisini seyrediyoruz annemle.

 

Toplumsal kodların farklılığı, dünyaya bakıştaki aykırılıklar ve başka çelişkiler ya da kaçınılmazlıklar sanırım biraz da moralimi bozuyor. Çünkü bir film de bir rüya gibi sizi etkiler. Çünkü şeylerin dimağımızda yarattığı izlenimler aslında onların kendilerinden daha çarpıcı olabiliyor.

 

Öyle bir hayal yaratılıyor ki o hayalî ülkede hiç kimsenin bir kimliği yok. O ülkede herkes sadece insan olduğu için değerli görülüyor. O ülkede, o hayalî ülkede hiç kimsenin sadakat duyduğu bir kimliği, korumak istediği bir kültürü ya da değerleri yok.

 

Elbette o ülkenin dilinin ne olduğu, nasıl belirlendiği ya da o ülkeyi kimin kurduğu, dahası o ülkenin nasıl kurulduğu gibi konulara ise hiç değinilmez. Ya da o ülkede kimin sözünün  geçtiğinden söz edilmez.

 

Bir ülke söz konusu olduğunda bir egemenlikten bahsetmemek mümkün mü?

 

Peki dünyada herhangi bir savaşla ya da mücadeleyle elde edilmemiş bir egemenlik söz konusu mu? Belki ama herkesin bildiği gibi istisnalar kaideyi bozmaz. Bugün haritadaki bir toprak parçasından ibaret olmayan bütün devletler bir savaş veya mücadeleyle kurulmuştur. O halde böylesi yüksek bir bedelle kurulan devletlerin hiçbirinde bu bedeli ödeyen ulusun iradesi dışında bir irade hüküm süremez.

 

İşte bu, egemenliktir. Bazı romantik liberalistler bunun “demokrasi” adına ihmal edilebilecek ya da vazgeçilebilecek bir şey olduğunu savunurlar ama ideolojilerini ödünç aldıkları hiçbir ülkede bu hayal ciddiye alınmaz.

 

Egemenlik, bir ülkede kurucu ulusun, o ülkenin rejimini, toplumsal düzenini, belirleyebilmesi yetkisi demektir. Bu yetki de  ancak başkalarıyla savaşılarak alınır. Ve  bu yetki bir kez alındı mı ancak yine savaşla kaybedilebilir.

 

Bu da demektir ki demokrasiler, kuruldukları ülkelerde, kurucu ulusun parmak izini taşırlar ve bu parmak izi genellikle kanla basılır.  Dolayısıyla “demokrasi” ancak kurucu ulusun varlığıyla anlam kazanır.  Bir ülkede kurucu ulusun adının, kimliğinin ve egemenliğinin o ülkede hukuka ve demokrasiye engel olduğunu düşünmek bu yüzdendir ki ya hamakkattir ya da ihanet.

 

Demokrasi milli egemenliğin üstünde, onu aşkın bir değer değildir.

 

Kısacası hiçbir ulus demokrasi adına ülkesinin bağımsızlık senedine kanla bastığı parmak izinden vazgeçmez.

 

 

19 Aralık 2023 Salı

Felsefe Ve Gerçeklik Sorunu 2


 


“Gerçeği bilmek mümkün müdür?”

 

Herhalde bu soru, insan düşünce çabalarının en büyük konusu.

 

Aslında pek çoğumuz, özellikle ahlâkî yargılarda yanılma ihtimaline karşı bu soruda kaçınmaya eğilimliyiz. Öyle ya… Gerçeğin ne olduğunu söylemek ne de olsa yargıların en büyüğüdür. Oysa gerçek, kişiden kişiye, toplumdan topluma, zamana göre değişmiyor mu? Değişmeyen tek şey değişim, değil mi?

 

Oysa gerçekten beklentimiz onun değişmeyecek bir şey olması. Her şey değiştiğine göre aslında gerçekten de bahsedemeyiz.

 

Peki ama bu kısa akıl yürütme bizi gerçeği aramaktan caydırıyor mu? Hayır. Peki ama aslında beyhude bir çaba gibi görünen gerçeği bulmak, hâlâ neden bizim için en hayatî çaba? Bunun en hayatî çaba olmadığını düşünüyorsanız hayatın anlamından her gün neden bahsettiğimizin de cevabını biliyor olmalısınız.

 

Bütün hukuk sistemimiz, hayatımızı, yalanların, sahtekârlıkların ve şiddetin zararlarından korumak üzerine kurulu. Hukuk sistemimizin nasıl işlediğinin bir önemi yok. O, inşa amacına uygun kullanılmayan bir makine olabilir ve böylesi bir kötü kullanım, onun mekanizmasını tahrip etmiş olabilir. Ne olura olsun biz eylemlerimiz hakkında “yalın bilgiyi” yani gerçeği bulmak için usuller ve süreçler icat etmiş bulunuyoruz.

 

Ya bilim çalışmaları?  Bilim, dünyanın gerçekliğini anlayabilmek için algı sınırlarımızda sürekli daha fazla bilgi biriktirebilmek için uğraşıyor.

 

Sanatın yaptığı da bu… Sanatçının ruhundaki, bakışındaki yalınlığı ne kadar iyi görürsek insan özümüze kendimizi o kadar yakın hissetmiyor muyuz?

 

Evet… Duyularımızın sınırlılığının farkındayız. Algılarımız da buna bağlı olarak sınırlanıyor. Dolayısıyla bütün bilgilerimiz aslında bu sınırlılıkla kayıtlı. Peki ama sınırlı duyularımıza rağmen neden hâlâ çabalıyoruz?

 

Çünkü gerçeğin var olduğunu biliyoruz ve her seferinde onun başka bir parçasını ya da daha büyük bir parçasını görebilmek için uğraşıyoruz.

 

Gerçeğin var olduğunu nereden biliyoruz? Ya her şey bir rüyaysa?

 

Bu soru bile aslında ancak gerçeğin var olmasına bağlı olduğu için gerçeğin var olduğunu biliyoruz. Hayır… Bu bir diyalektik tahlil değil. Çünkü diyalektikte kavramların önceliksiz bir beraberliği vardır. Yani? Yani zıtlar birbirinin varlığını gösterir ve bu yüzden aslında neyin ne olduğunu söylemek de mümkün değildir. Ayrıca diyalektiğe göre zıtlar birbirini gidermez; bir araya gelip bambaşka bir şey yaratırlar.

 

 Sorun bu sözde sentez ürününün neyin zıttı olduğunu bilmemektedir. Bir başka sorun şudur ki zıtların bir araya gelmesiyle ikisinden de farklı bir şey mi ortaya çıkar, yoksa zıtlardan biri diğerini yok eder mi? İşin aslı şudur ki böyle bir sentez yoktur ve bu özellikle Marks tarafından fark edilmiş, kendisinin çelişki dediği şey de Marksizm’de, zıtlardan birinin diğerini yok etmesiyle ortadan kaldırılmıştır.

 

Diyalektiğin öldürücü yanlışı şudur ki doğadaki “sentezler” , zıtların birliği değildir. Doğada elementler birbirilerinin zıttı, değillemesi değildir. Doğada elementler, kendi atomik düzenlerine göre diğer elementlerle “iş birliği” yapan maddelerdir.

 

O halde gerçeği nerede bulacağız?

 

Gerçeğin varlığı iki noktadan bilinebilir. Bunlardan biri  var olduğumuzu bilmemizdir. Var olup olmadığımızı bilebilir miyiz? Eğer varlığımız bir rüyadan ibaretse… Hepimizin paylaştığı ve kesintisiz bir istikrarla süren bu rüyaya gerçek demekten başka ne yapabiliriz? 

 

Doğumumuzdan itibaren dünyayı etkileyip dünyadan etkilendiğimizde… Sevip sevildiğimizde… Zarar verdiğimizde…  Acaba akıcı, değişken ve kavranamayan bir rüyada mı sürükleniyoruz? Bunu bilmemiz mümkün müdür? Belki bunu bilmek mümkün değildir ama o halde son bir atışla hedefi vuramaz mıyız? Ne fark eder? Yerçekiminin varlığı bir hayalse bile uzay araçlarının atmosfer dışına çıkmalarından, bir atmosferimizin var oluşuna kadar pek çok şey onun varlığıyla tutarlılık gösteriyorsa yerçekiminin bir hayalden ibaret olduğunu söylemek saçmalamak olmaz mı?

 

Ama bu işin düşünce boyutu. Oysa bilim bize bunu kanıtlarla göstermeye çalışır. Bunu nasıl yapar?

 

Bilim, duyularımızın sınırlarının ötesindeki bilgileri, çeşitli yöntemlerle ve araçlarla duyularımızın sınırlarının içine taşıyarak gerçeğin parçalarını bize gösterir. Söz gelimi kızıl ötesi gözlükler spektrum dışındaki dalga boylarını tek renkli görüntüler haline getirerek o görünmezliği, duyularımıza tercüme eder. Osiloskoplar sesleri çeşitli dalga görüntüleriyle bizim için görülebilir hale getirirler. Radarlar çıplak gözle göremediğimiz cisimleri görünür kılarlar.

 

O halde gerçeğin ne olduğunu bilip bilmemek probleminin merkezinde bizim sınırlılığımız yer alır. Biz sınırlı olduğumuz için gerçeği bütünüyle göremeyebiliriz ama en sonunda onun “kanıtlarıyla” varlığını her seferinde daha güçlü görürüz. Gerçeğin kanıtları “doğrulardır”. Ya da şöyle söyleyebiliriz: Gerçekle bağdaşmayan şeylere “yanlış” deriz. Eğer gerçekle bağdaşmayan şey irademizle oluşturulan bir ifadeyse ona da “yalan” deriz.

 

Bu yüzden… Sınırlı varlığımızın idrakiyle  sürekli ve tutarlı bir ilişkiler ve varlıklar bütününde biz bu bütünün  işleyişini her gün daha fazla anlamaya çalışıp sınırlılıklarımızı aşmak isteriz. Bunun dışında bir gerçekliğin var olup olmadığını bilmemiz de mümkün değildir. Çünkü bilgilerimiz ancak sınırlı duyularımız aracılığıyla oluşturulur ve insan “görmediği şeyin rüyasını göremez.”

 

Matriks’te Morpheus’un Neo’ya söyledikleri aslında konuyu özetler gibidir: “Matriks’te ölürsen gerçek hayatta da ölürsün, çünkü vücut bilinç olmaksızın yaşayamaz.” O halde insanlar makineler bağlı olarak Descartes’ın şeytanının elinde oyuncak olarak yaşasa bile içinde doğup öldüğü, her şeyiyle tutarlı bir gerçeklikte yaşamak zorundadır. Dolayısıyla gerçeklik bizim onu bilmemizden önce vardır. Buna karşılık biz onu ancak sınırlı duyularımızla ve algılarımıza  pek sınırlı bir şekilde idrak edebiliriz.

 

“Başka bir gerçeklik” hayal edilebilir mi? Maalesef hayır. Çünkü “başka bir gerçeklik” bile ancak ve yalnız şu anda tutarlığını kaçınılmaz olarak gördüğümüz uzay zaman içinde var olmak zorundadır. Örneğin sinema dünyasının belki de en çirkin ve vahşi kurmaca canlısı “ Alien/Yaratık/Zenomorf bile iki ayak, iki el, omurga ve kuyruk sahibidir.  Peki ama neden? Çünkü şunu biliyoruz ki yerçekiminin var olduğu bir uzay-zamanda “canlılar”, ancak buna uyumlu organlara sahip olabilirler.

 

O halde var olup olmadığımızı düşünüp dururken var olmanın  etkilerine gözlerimizi kapatarak ancak havanda su dövmüş oluruz. Varız… Yok olur muyuz? Bunu kimse bilemez. Bilemediğimiz şeyi yok saymamız mümkün mü? Bilim, bilmemenin zayıflığının bize ati olduğunu göstermekten ibaret…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

12 Aralık 2023 Salı

Felsefe Ve Gerçeklik Sorunu 1

Felsefenin, üzerinde en çok durduğu konu sanırım “gerçeklik”.

 

Gerçeğin bilinip bilinemeyeceği öyle çok tartışılıyor ki felsefe, bu tartışmalar yüzünden girdaplarla dolu kapkara bir denize benziyor. Felsefe bu yüzden, aklımızı aydınlatmak yerine, bizi cevapsız soruların bataklığına çekiyor ve cevaplar vermekten çok bizi sorulara boğuyor.

 

Peki ama gerçek neden bu kadar önemli?

 

Eğer  hiç bir şey gerçek değilse hayat anlamını yitirir. Yaşamak gerçek değilse ölmemizi engelleyen ne kalır ki? Kendi hayatımıza son vermek bir yana başka hayatları yok etmemizi ne engelleyebilir ki?

 

O halde gerçeklik arayışımız sadece bir mantık veya fizikokimya sorunu olamaz.

 

Gerçeği neden arayıp durduğumuz sorusu belki de gerçeğin varlığını ispatlamaktan daha önemlidir.

 

Çünkü en nihayetinde gerçekliğin varlığı bizi “anlama” götürecektir.

 

Belki bu noktada plâğı tersten dinlemeliyiz. Yani gerçeklik arayışımızı “anlam oluşturmak” faaliyetimizden başlayarak incelemeliyiz.

 

Gerçek var mı yok mu diye yıllardır tartışıyoruz, çünkü her seferinde karşımıza onun ya da o sandığımız şeyin farklı “görüntüleri” çıkıyor. Bütün bu yeni görüntülere bakarak iki sonuca ulaşıyoruz:

i- Gerçeği  bilemeyiz.

ii- Gerçek diye bildiğimiz görüntülerden ibarettir ve aslında gerçek bir yanılsamadan ibarettir.

Her iki sonuç da görünüşte son derece bilgece ve alımlı “vargılar” olarak karşımıza dikiliyor ve son sözü söylemiş gibi bize alaycı bir biçimde gülümsüyor.

 

Peki ama bu bilgeler bize “gerçekten” birer cevap sunuyorlar mı? Eğer gerçek hakkında bütün bilebileceklerimiz ancak bu olası cevaplardan ibaretse örneğin temel bilimler neden hâlâ atom altı parçacıklarla uğraşıyor?

 

Buradaki esas yanlışlık insanı felsefenin dışına atmaktan  kaynaklanıyor. İnsan, diğer nesneler gibi bir  nesne değil.

 

Öncelikle şu  “sorumsu cevap” aklımızın bir köşesinde durmalı: “ Ne fark eder?” Bu kestirme cevaba nasıl ulaşıverdiğimize az sonra bakacağız. Ama önce insanın, kendi kendine var olan bir otomatizm evreninde istisnai bir varlık olduğunu  varsaymamız gerekiyor.

 

Felsefenin “en başındaki” soruları atlayıvermiş olablir miyiz? Şüphesiz evet. O halde o soruları cevaplamadan bu varsayıma nasıl ulaşabiliriz ki değil mi?

 

O halde bilimin bize öğrettiği inkâr edilemez ve tartışılamaz bir veriyle başlayabiliriz ki o da insanın sınırlılığı.

 

Bu ne demek? Bu, insanın ancak duyularının sınırlı kaynağının izin verdiği kadar anlam ve bilgi oluşturabildiği anlamına geliyor. Sözgelimi dil ve gerçeklik tartışmasına girdiğimizde “dilimizin anlamsızlığı” veya yetersizliği gibi bir tartışmaya girerek gerçeğin bilinmezliğinden bahsetmek bu yüzden saçmadır.

 

Eğer gerçek bilinemez, kavranamaz ve dolayısıyla varlığı inkâr bedilebilir bir şeyse  sayesnde bunca tartıştığımız dili neden terk ederek hayvanlar gibi yaşamadığımızı biri cevaplamalı.

 

Dikkat edersek aslında bir ters mühendislik yürüttüğümüz görülebilir. Neden böyle yapıyoruz? Eğer her şey anlamsızsa ve gerçeklik yoksa “ne  fark eder ki?” Eğer gerçeğe yaklaşabiliyorsak ve  ayağımızı basacak bir zemin elde edebiliyorsak “ne fark eder ki?”

Yazıya devam edeceğiz.

9 Aralık 2023 Cumartesi

Dinler Cinler İmamlar

 


Bugün  Twitter’da genç bir “hoca” gördüm. (Artık kafasına bir sarık saran herkes ne de olsa hoca…)

 


Cinlerin padişahıyla nasıl çarpıştığını, onu nasıl öldürdüğünü anlatıyordu.

 

Bir başka hoca, bir halifenin  hikmetiyle güneşin kararabildiğinden bahsediyordu.

 

Her şeye gücü yeten bir Tanrı’ya inanmak kişinin idrakine bağlı bir şey. Aslında “her şeyi yapabilmenin” objektif bir ölçüsü  ve tanımı yok. Kimlerine göre böylesi bir güç herkesi yok edebilmek demekken kimlerine göre karbon atomunu ya da diğer elementleri, değişmeyecek özelliklerle yaratabilmek kudreti anlamına gelebilir.

 

Bugün artık Türkiye’de kadir-i mutlak bir Tanrı’dan anlaşılan şeyse canının istediğini canının istediği gibi yapabilen, insanlara Arapça seslenip Arap üstünlüğünü telkin eden, insani bütün özelliklerin en mükemmel hallerini taşıyan, kullarıyla pazarlık edip onlardan intikam alabilen… Kısaca insan gibi davranan ama insanla kıyaslanamayacak kadar kadir bir yaratıcı.

 

Yanıltıcı tartışmalar Tanrı’nın nitelikleri üstüne yapılıyor… Oysa hiç kimse Tanrı hakkında konuşmaya haddimizin yetip yetmediğini tartışmıyor.

 

Kafasına bir sarık sarıp Arapçayla uğraşan herkes kendisinin, kendiliğinden Allah’a daha yakın olduğunu iddia edebiliyor. Öyle ki Arapça bilmeyenlerin Allah’la yakınlaşması ya da ondan bir şey istemesi bile pek zor addediliyor.

 

Ve bu imtiyazlı insanlar, bilinmeyen âlemlerin kapılarını açıp bilinmeyen varlıklarla iletişim kurabildiklerini söyleyebiliyorlar. Onlara “nereden bildiklerini” bile soramıyoruz. Çünkü  sözde Arapça bilgileriyle zaten “iman yolunda” bizden çok önde gidiyorlar ve onları sorgulamak doğrudan doğruya imanı tehlikeye atmak anlamına geliyor.

 

Hiç kimse de o insanlara “İyi de senin benim imanım hakkında ahkâm kesmeye ne hakkın var?” diye sormak aklına gelmiyor. Ya da… “Senin inandığına inanmıyorum ki neden bahsettiklerinle beni sürekli sıkıyorsun?” diye sormak artık memlekette “Allah’ın düşmanı” sayılmanın eşiği sayılıyor.

 

Birer macera öyküsü ya da romanı gibi anlatılan sayısız öykü, mesel ya da menkıbe bizim için karbon gibi yaşamsal bir elementin yarattığı sayısız olasılık kadar şaşırtıcı ve düşündürücü olabilir mi? Yoksa biz aslında nefsimizin korku, şehvet ve macera arzusunu anlatılanlarla tatmin edip de delinmez bir zırhla bütün ahlâkî sorumluluklardan kurtulabilmek mi istiyoruz? Bu dünyada ahlaksızlık sayılan her şeyin sınırsızca yaşanabileceği bir yerin vaadiyle itaat talep eden insanların peşinden gidildiğinde varoluşum gerçek mucizelerinin gerçek hayranlığına ve minnettarlığına ulaşılamayacaksa eğer…  Başlarına sarık sarıp cinlerle savaşan insanlara itaat ederek gerçekten karbon atomunun yaratıcısının sonsuz idrakine yaklaşabilmek mümkün müdür?

 

Tanrı’nın ne istediğini sürekli bize dayatan insanlar karbon atomunu yaratan varlığa karşı hadsizlik ettiklerini bir an bile düşünüyorlar mı?  İman onların denetiminde bir bilinç mi? Yoksa biz mi köleliğin sorumsuzluğuyla zevk ırmaklarında yüzmek mi istiyoruz?

 

 

 

 

 

 

6 Aralık 2023 Çarşamba

Tencere Dibin Kara Ahlâkı

 


Nasıl düşüneceğimiz bize öğretilmediği için el yordamıyla ve kesin inançlarımızla kendi düşünme şeklimizi belirliyoruz.

 

Aslında düşünmüyoruz da… Düşündüğümüzü sanıyoruz. Yani nasıl?

 

Şöyle… Kesin inançlarımız ve kabile güdülerimizle şartlanmış kafalarımızla, ezberlediğimiz sözleri ve bize belletilen sloganları, kaba kıyaslamalarla destekliyoruz.

 

Bu mukayeseleri nasıl yapıyoruz? Bu mukayeseleri, “Tencere didin kara, seninki benden kara” çarpık mantığıyla yapıyoruz.

 

İyi de bunun ne önemi var ki?

 

Şu önemi var: “Kötü örnek, örnek sayılamaz.”( Sui misal emsal teşkil etmez) ilkesi gereği, kötü davranışlar, suçlar birbirlerine örnek/emsal teşkil etmez. Eğer böyle bir şey kabul edilirse  kötülüğün, suçun önü alınamaz.

 

Oysa günümüzde, Türkiye’de siyaset tam da bu ilkenin tam zıttına sığınılarak yürütülüyor. Haydaaa! Bir anda felsefeden siyasete nasıl atladık, değil mi?

 

Düşünmeyi öğrenmek için felsefeyle uğraşmak lâzım. Felsefeyi lüzumsuz bir iş gibi gördüğümüzde, düşüncelerimizin akşının ahlâkla, faydayla ilişkisi kaybolur. Yani düşüncenin kendisi kaybolur. Çok mu muğlak oldu?

 

O halde şöyle söyleyelim: İnsan düşünmeden yaşayamaz. Neden? Çünkü insanın vücudu, içgüdülerle yaşayan canlıların vücutları gibi doğaya dayanamaz. İnsanın var olabilmesi için  bütün ihtiyaçlarını kendi başına, kendi aklıyla gidermesi gerekir. Bunu yaparken insan “inşa eder”.

 

İnşa etmek, tutarlılığı gerektirir.  Tutarlı olmayan düşüncelerle hayatı devam ettirecek yapılar kurulamaz.

 

İşte “Tencere dibin kara seninki benden kara…” sözde mantığı, karşıtımızın kötülüğünü açıklamak dışında hiçbir işe yaramaz. Bu mantık karşımızdakinin ahlâkî tutarsızlığını belki gösterir ama kendi ahlâkî tutarlılığımızın geçerliliğini kanıtlayamaz.

 

İyi de “ahlâkî tutarlılığın” konumuzla ne ilgisi var?

 

Çünkü ahlâk “ zarar vermemek iradesi” dir. İnsanlar ahlâkın bu tanımını belki tam bir açıklıkla ifade edemez ama zararsızlık iradesi yönündeki yaygın uzlaşma yoluyla bir arada kalabilirler. Oysa  “tencere dibin kara” diyen insan için bunun tam tersi  söz konusudur.

 

Ahlâk, insanî inşaların, insanî ilişkilerle sürdürülebilmesinin tek yoludur. Oysa kötü örnek  kabulü ile insanların bir araya gelerek insanî yapıları/kurumları kurabilmeleri mümkün değildir.

 

Çünkü tencere dibi mantığı ile herkes insanî inşaları meydana getirecek insanların, birbirlerine zarar  vermeyeceğine dair üstünde uzlaşılan zararsızlık ilkesi geçersizleştirilir. Bir kez insanların birbirlerine zarar verebilmeleri  söz konusu olursa karşımızdakiyle herhangi bir işbirliğine girebilmemiz için hiçbir sebebimiz ve imkânımız kalır.

 

Peki ama gene de bir arada kalabiliyorsak bu nasıl mümkün olabiliyor?

 

İnsanların “medeniyet” yaratabildikleri beraberlikleri ahlâkî tutarlılıkla bir arada tutulan beraberliklerdir. Medeniyetten uzaklaşıldığında ilkelerden uzaklaşılıyor demektir. Peki ama ilkelerin yerini alabilecek bir şey var mıdır?

 

İlkelerin yerini başka hiçbir şey alamaz ama  onları dışladığımızda yerlerini derhal “kabile mensubiyeti” alır. Böylece aynı ilkelerle bir araya gelmiş farklı insanların beraberliğinin yerini, tenlerinin dokusunu, kokusunu, rengini, dillerinin farklılığını,  fark edilebilir kabile mensubiyetlerini koruyan kalabalıkların zoraki beraberliği alır.

 

İşte Türkiye’de düşünmeyerek beyinlerinin mantarlaşmasından rahatsız olmayan kitlelerin zoraki beraberliğinin ana hatları budur.

 

 

25 Kasım 2023 Cumartesi

Günün Günlüğünden Darı Taneleri

 


 Kocaman kocaman şeyler yazmak istiyorum.

 

Aslında bu acemi yazarların yapacağı bir şey, onu da biliyorum. Kış üzeri güz sonu , altın elbiseli bir Ankara sabahında, sevdiceğimi beklerken kitap okumanın, okuduğum kitaptaki kütüphanede bitmeyen  bir  sepya  cenneti, bulmanın hayali, kıyıdan köşeden dolanarak geçerken ben üstüme tam da havaya uygun bir şeyler geçirmenin memnuniyetiyle oturuyorsam eğer bu bana yetmeli ve dahi yetiyordu da.

 

Bir yerlere saplanıp kalmak istiyoruz. Sonra da saplanıp kaldığımız yerin doğru olduğunu bilmek istiyoruz. Aslında saplandığımız yerin doğru olduğuna gönülden inanıyoruz ve her birimizi kendi demirden imanımızı oluşturuyoruz.

 

Bu kötü mü?

 

Başkasına zarar vermezsek hiç de kötü değil çünkü insan başka türlü huzur bulamaz.

 

Ve fakat… Bu ancak iyi insanların huzur bulma biçimidir ve maalesef biz içimizde kötülük barındıran, kötülüğü bile isteye içimizde mayalandıran, iyiliği kötülüğü paylaşıp da birbirini aklamak sanan bir ikiyüzlü alçaklar yığınıyız.

 

Bugün oğlumla matematik çalıştım, iyi bir iş yaptığımı gördüm, rahatladım.

 

Bugün uzun zamandır aramadığım bir genç arkadaşımı aradım. Sağlığının ve keyfinin yerinde olduğunu öğrendim, başarılarında ilerlediğini işittim, kıvandım.

 

Bugün ailecek bir Agatha Christie uyarlaması  seyrettik, beraber zaman geçirdiğimiz için mutlandım.

 

Bugün sona ermeden bloğa bir şeyler yazdım.

 

İyi bir insan mıyım bilmiyorum ama yarın  geberip gittiğimde, en azından geride bir şeyler bıraktım.

 

 

 

 

24 Kasım 2023 Cuma

Kutsallık , Tanrı Ve Kurmaca 4

 

Kurmaca

Yaygın kullanımının aksine “kurgu”  kelimesinin asıl anlamı Dimytrik’in “Sinemada Kurgu” adlı kitabında çevrildiği şekliyle “montajdır”. Kurgu, varolan unsurkarın bir düzenlenmesi, sıralanmasıdır. Oysa “kurmaca” bir tasarım ve yaratım işidir.

 

Kurmacanın Tanrı ve kutsallıkla ne ilgisi olabilir?

 

Bu sorunun cevabını inançta, Tanrı’da bulamayacağız ama sanırım bize bu sorunun cevabını dinler verecektir. Bu arada sorunun doğru bşr cevabının olup olmadığıyla ilgilenmiyoruz. Çünkü kurmacanın dinlerle ilgisi dinin özünden ve işlevinden kaynaklanıyor.

 

O halde dinin özünde ne vardır? “Din” deyince ne anlaşılmalıdır?

 

Din özetle bir siyasî kurumdur. Peki ama bu özetleme her şeyi açıklar mı? Yoksa kendi başına açıklanmaya mı muhtaçtır? Elbette bu özet tanım açıklanmalıdır.

 

Din biraz daha açık ve fakat yine de kaba bir şekilde şöyle tanımlanabilir:

Din, herhangi bir inancın,  bir kutsal kitap, bir elçi, o elçinin şeriatı ve o şeriatı vaaz edip uygulayacak bir ibadethane ve ruhban ile düzenlenmiş halidir.

 

Tanımda bahsi geçen unsurları, dinler tarihi metinlerinde, dinleri tanımlayan unsurlar olarak bulabiliriz.

Görüldüğü gibi işin özünde bir düzenleme yatmaktadır. Peki ama bu düzenleme iması acaba salt bir totolojiden ibaret olmasın?

 

O zaman cevabı bulmakta, imdadımıza fakihler yetişir. Çünkü fıkıh, toplumsal düzenin( toplum-devlet ilişkisinin)ve toplumun hayat tarzının tamamen dinin hükümlerine göre düzenlenmesi demektir. Fıkıh, inançtan alınan meşruiyetle Allah adına tartışılmaz bir “amel uygulamaları tasarlama” ve hemen ertesinde Allah adına yargılama işidir.

 

Kutsal kitaplar bütün dinlerin temelini oluşturur. Kaynaklarının kutsal, dokunulmaz, tasavvur edilemez, eleştirilemez Tanrı olduğu söylenir. Mutlak şekilde akıldan uzaklaştırılmış  böylece kutsallığı korunmaya alınmış kutsal kitaplarda Tanrı, insan gibi konuşan, insan gibi “hisseden”, “insan güvenceleriyle vaat edip  insan ölçüleriyle korkutan bir yaratıcı olarak “tasvir” edilir.

 

Peki ama bunun kurmaca ile ne ilgisi olabilir?

Kısa yoldan gidecek olursak yaratıcının, yaratılan tarafından idraki imkânsızdır. Yaratılanın “sınırlılığı” yaratıcının “algılanmasına” izin vermez. İnsan için algıdan öte edinlebilecek bir bilgi yoktur. Bu açıdan Tanrı’nın varlığı bir tartışma konusu değildir, çünkü Tanrı bir bilgi konusu değildir.

 

O halde Samî dinlerin, kullrından sürekli bir şeyler isteyen, onara sürekli bir şeyler vaat eden, onlarla zaman zaman pazarlık eden Tanrı telâkkisi, algılarla edinilen bir bilgiden gelmemektedir. O halde bu Tanrı telâkkisi nasıl/ nereden  doğmuştur?

 

İnsan ümitle korku arasındaki gelgitlerde savrulan bir canlıdır. Bu gelgitlerde ayağını yer basmasını, düzenlilikle birlikte gerçek kavramını oluşturmasını sağlayacak bir “son durak”  ya da deniz feneri ihtiyacı, onu “en büyük”, “en ulu”, “en güçlü” olması gereken bir “otoriteyi” düşünmeye itmiştir. Özünde İbrahim’in Tanrı inancına kavuşmasının öyküsü bundan ibarettir.

 

O halde bütün düşünceleri, hayalleri ve tasarımları ancak algılarıyla sınırlı olan bir canlının “sınırsız” bir varlığı “tanımlamaya” kalkması “Tanrı’nın dilini anladığını” iddia edebilecek herhangi bir insan için bile imkânsızdır. Söz gelimi Tanrıyla konuşan bir insanın onun “sınırsız” söz dağarcığını bir müddet anlaması mümkün bile olsa o dağarcıktaki sözlerin hemen hemen hiç birini kendi diliyle konuşanlara aktaramayacaktır. Bu durumda onun “yaşadıkları”, bir bilgi olmaktan öte bir “kurmaca” olarak kabul edilecektir. Şu nokta bilimsel bir gerçektir: İnsan görmediği şeyleri rüyasında göremez. Uydurulmuş bir tek boynuzlu at imgesini rüyasında görebilir  ama rüyasında  at olmayan ve hiç bir şeye benzemeyen bir binik görmesi mümkün değildir. Böyle bir şeyi görmüş bile olsa onu ancak  diğer insanların sınırlı idrakleriyle oluşturulmuş bir dağarcığın içeriğine bir ölçüde benzeterek anlatabilir. Yaratışmış ve görülmemiş bir varlık belki böyle tanımlanabilir ama ya Tanrı?

 

Tanrı’nın zatı böylesine tanımlanamazken onun “sözlerinin” bildiğimiz dillerden birine tercüme edilebileceğini de düşünemeyiz. Sınırsız bir dağarcığın sınırlı bir dağarcığa sıkıştırılması mümkün bile o dağarcığı kendi dağarcığına sığdırabilen insanın bunu yaparken tam anlamıyla yeterli olması beklenebilir mi? Böyle bir yeterlilik taşısa bile Tanrı’nın sözlerinin ancak kendi “kültürüne” göre anlamaması mümkün olabilir mi? Sözgelimi Tanrı neden cenneti belli bir şekilde tasvir etmelidir? Tasvir edilen cennet her kültürde arzu edilebilir bir yer midir? Ya da neden orada sadece dünyadaki varlıkların aynıları bulunmaktadır? Tasvir edilen yer ancak bu dünyanın “daha tasasız” bir şekliyse bize orayı anlatan ya Tanrı’nın sözlerinin  tercüme edememektedir ya da bütün bunların olmasını arzu ederek hayal kurmaktadır.

 

Belki çok uzatmamakta fayda vardır:

Din uygulamalarını, “ahkâmını”, “fıkhını” savunanlar, dinin, güzel ahlâkın kaynağın olduğunu söyleyerek onun işlevine vurgu yaparlar.

 

Dolayısıyla iş eninde sonunda dönüp “uygulandığında insana her zaman ve her yerde mutluluk, tatmin, barış ve adalet” getireceğine inanılmış bir siyasi kuruma gelir. Dinin tanımında olduğu gibi insanın günlük hayatının her yönünü istisnasız düzenlemek iddiası ve amacı açık bir egemenlik idiası ve bir siyasi proje, bir siyasi tasarım ve bir siyasi kurmacadır. Çünkü kaynağı “Tanrı” olmakla birlikte o tartışılmaz kaynaktan geldiği söylenen hükümler bile farklı kültürlere sahip, hepimiz gibi sınırlı akıllı insanların yorumlarıyla sürekli “kurulmuştur”. Dolayısıyla din, özü itibariyle kutsallık ve inanç dayanaklarıyla kendisini tartışılmaz kılmış bir siyasi kurmacadır.

 

Dinin böyle olması bizi inançtan, kutsallıktan ve Tanrı’dan mahrum eder mi? Elbette hayır. Çünkü insanlar Tanrı inancına siyasi tasavvurların  neticesinde ulşamamışlardır, kendi idraklerinin ışığında bir anlam arayışıyla ulaşmışlardır.

 

Ve kutsallık, insana insanüstü bir kaynaktan gelmemiştir; onun anlam arayışıyla ulaştığı “değerler” dağarcığıyla içinde oluşan vicdanından gelmiştir.

 

İnsan kendisiyle ilgili her şeyi, oluşturduğu ve geliştirdiği bir anlam dağarcığıyla “kurmuştur”.

 

Bir kere insanın bu iradî varlığı anlaşıldığında, kurmacanın sınırları, anlamlılığı ve yeterliliği gibi konular da daha sağlıklı anlaşılabilir.

16 Kasım 2023 Perşembe

Kutsallık Tanrı Ve Kurmaca 3

 


Tanrı

Kutsallıktan bahsedildiğinde varılacak son nokta Tanrıdır.

 

Çünkü mutlak dokunulmazlığın ve eleştirilmezliğin yegâne kaynağı Tanrıdır.

 

Peki ama Tanrı’dan bahsettiğimizde aslında kimden bahsederiz?

 

Tanrı fikri ya da Tanrı telâkkisi derhal din tartışmalarının içine gömülür. Tanrı ile ilgili bütün düşünceler derhal dinlerin Tanrı telâkkilerine göre kıyaslanır.

 

Burada gözden kaçırılan  ve belki de özellikle gözlerden ırak tutulan nokta, Tanrı anlayışının, dinlerden bağımsız geliştirilip geliştirilemeyeceğidir.

 

Dinler Tanrı’nın kavranışını kendi ellerine almışlardır. Bu konu onların “egemenlik alanı” olarak görülür. Böylece “Tanrı’ya inanmak”, aslında herhangi bir dinin geliştirdiği Tanrı telâkkisine inanmak haline gelir.

 

Peki ama bu doğru mudur? İnsan, dinlerin anlatıları, kurmacaları, rivayetleri ve hükümleri olmaksızın Tanrı’ya inanamaz mı?

 

Aslında bu soruya dinler tarihinden cevap bulmak mümkündür.   Meselâ İbrahim’in tek Tanrı fikrine ulaşmasının hikâyesi aslında kurulu herhangi bir din yokken bile Tanrı’nın sağlam bir vicdan (aslında hikâyede buna  yer verilmemiştir ama…) ve akıl yürütmeyle  bulunabileceğini anlatır.

 

O halde Tanrı, insanın anlam arayışında ir son nokta olarak akılda belirebilir.

 

İşte gelinen bu noktada dinler bize Tanrı’nın nasıl anlaşılması gerektiğini dikte ederler/dayatırlar.

 

Tanrı’yı anlamak, anlamlandırmak insanın anlam arayışının bir başka yönüdür.

 

Sorun, onu “gerçekten” anlayıp anlayamayacağımızdır.

 

Evreni yaratan, var oluşun kaynağı olan “yüceler yücesi” bir varlık, “anlaşılabilir” mi?

 

Onu anlayabilmemiz ancak onun, bizim anlam oluşturabilmek kapasitemize sığabilmesiyle mümkün olabilir.

Oysa bütün bilginin kaynağı olan bir varlığın algıları ve idraki sınırlı bir canlı türü tarafından kavranması söz konusu bile olamaz.

 

Tanrı’nın “dile getirilebilir”, “anlatılabilir” özelliklerinin olması için onun da bizim gibi “sınırlı” olması gerekir.  Oysa eğer kâinatı bütün düzenlilikleriyle (everene kaosun hakim olduğun söylemek kolaycılıktır, çünkü onunla ilgili yasalar geliştirebilmemiz onun kavranabilir düzenliliklere sahip olduğunu gösterir.) yaratan bir varlık varsa  onu algılarımızın kafesine koymamız imkânsızdır. Bu durumda onun “âdil”, “cömert”, “intikamcı”, “kahredici” vs olduğunu söylemeye kalkmak sadece onu bir insanmış gibi anlatmaya çalışmak olur.

 

Pagan dinler bunu zaten yapmışlar ve putperest olarak lanetlenmişlerdi. Oysa nihayetinde kendi kurumlarını oluşturmakta son derece kıskanç ve katı davranan Sami dinlerin de Tanrıdan sürekli “insan gibi davranan bir aşkın güç” gibi bahsetmelerine hiçbir itiraz gelmedi. Çünkü bu dinler zamanla kendi devlet güçlerini ve meşruiyet gerekçelerini geliştirmişler ve böylece “eleştirilmezlik” köşklerine yerleştiler.

 

David HUME, “Din Üstüne” adlı kitabında teizmin, ateizmle bir tartışmasını yansıtırken aslında Tanrı fikrinin ve dahası din fikrinin gerekliliğini tartışıyordu.

 

Soru sanırım şurada düğümleniyor: Bugün hayranlıkla izlediğimiz evreni yaratan varlığın, bize yasalar, kullanım kılavuzları, vaatler yollaması gerekir mi? Ya da… İnsanlar kurumlu/kurumsal dinler var olmadan önce Tanrı ile ilgili hiçbir arayışa girmemiş miydi? Dinler Tanrı’dan bahsetmeden önce insanların ahlâk anlayışları, toplumlaşma ihtiyaçları yok muydu?

 

Bu soruların cevaplarını düşündüğümüzde görüyoruz ki Tanrı fikri insanın her zaman aklının bir köşesinde durmuş. Öte yandan toplumlaşma ihtiyacı çok daha hayati biçimde onu meşgul etmiş.

 

En nihayetinde Tanrı, iktidarın meşrulaştırılması için kullanılmaya başlıyor. Bu noktada da artık “kutsallığını” yitiriyor. Çünkü egemenlerin, muktedirlerin keyfî iradeleri için kullanılabilen bir Tanrı, “eksilmesi halinde toplumda yaşamsal bir eksiklik yaratabilecek” bir varlık olmak vasfını yitiriyor.

 

Dikkat edilirse kurum dinleri/ kurumsal dinler dinleşme süreçlerini devletleşerek, devlete eklemlenerek ve iktidar kurarak tamamlamış inançlardır.

 

Kurumların varlığı soyut bir gereklilik olsa da onları kullananların varlığı herhangi bir kutsallık taşımaz. Hal böyle olunca da Tanrı’yı yalnız kendilerinin anlayabileceğini söyleyenlerin “aşkınlığı” olamaz. Tanrı’nın bu aşkınlık iddiasına alet edilmesi ne yazık ki onun da kutsallığının tartışılmasına yol açıyor.

 

Kurumsal dinler, “ayrıcalıklı insanların” üzerinden tanımladıkları bir Tanrı ile insanların Tanrı’yı anlayabilmek hürriyetlerini kısıtlıyorlar.

 

Bu durumda insanlar, insanlaştırılmış, anlaşılabilir, kavranabilir ve dolayısıyla aşkın olmayan herhangi bir varlığın “kutsallığı” ile sömürülmek, esir edilmek istemiyor.

 

Bugün Türkiye’de yaşadığımız şey tam da akılları, idrakleri, bilgileri ve vicdanları sıradan insandan hiç de farklı olmayan ayrıcalıklı bir kesimin Tanrı üzerinden insanların  akıllarına ve vicdanlarına hükmetmeye çalışmaları. İnsanların buna tepkisi de ya sömürü aracı olarak kullanılan Tanrı’dan vazgeçmek (ateizm) oluyor ya da onu kullanan sistemden yani dinden vazgeçmek (deizm) oluyor.

 

Deizm, Tanrı’nın kutsallığını dinin kurumlarının baskısından kurtararak korumaya çalışıyor. Ateizm ise sömürülebilir hiçbir insanüstü varlığa aklında ve vicdanında yer vermeyerek insan varlığını kutsamış oluyor.

 

Mevcut dinler ise üstüne kuruldukları kitap, elçi, şeriat ve ruhban/kilise  sac ayaklarıyla hâlâ insanların hayatlarına, akıllarına ve vicdanlarına hükmetmeye çalışıyor. Bunu yaparlarken de aslında “kutsallığı” yıprattıklarını maalesef kimse fark edemiyor.

 

 

 

15 Kasım 2023 Çarşamba

Kutsallık, Tanrı Ve Kurmaca 2

 


Kutsallık, dokunulmaz, devredilmez ve vazgeçilemez olguların ve kavramların genel niteliğidir.

Kutsallık, bir dokunulmazlık alanı belirlemek demek.

Peki ama kutsal, “belirlenen” bir şey ise onun “dokunulmazlığı” gerç
ekten nereden gelir?

“Yeşil domatesleri kutsal bilen” insanların “kutsalı”, gerçekten kutsal mıdır?

O halde… “Gerçekten kutsal olmakla”, “kutsal sayılmak” arasında bir fark var mıdır ve bu fark temel haklar açısından önemli midir?

Yeşil domatesleri kutsal bilen insanların kutsallık kabulleri onların inançlarıyla kanaatleriyle ilgilidir. Burada sıradan insanları yanıltan şey bir “kutsalın” kabul edilmesiyle, o kutsallığın kendisi arasındaki farktır.

Çok sivri bir örnek olarak Japon İmparatoru’nun Japon toplumundaki yerine değinmek belki de yararlı olabilir.

İkinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar Japon İmparatoru Tanrı gibi görülüyordu. Belki Tanrı’nın kendisi değildi ama onunla aynı kudrete sahip bir varlıktı. Oysa Japonya ABD’ye yenildiğinde Amerikan makamlarının ilk yaptıkları şey Japon İmparatoru’na Tanrı olmadığını kabul ettirmek oldu. Bir yenilgi Japon halkının “kutsalını” yerle bir etmişti.

O halde “kutsallık” kutsal sayılan şeyin özünden gelmiyordu; o bir kabuldü.

Bu durumda ahlâkı temellendiren ya da toplumda barışı sağlayacak gerçek bir “dokunulmazlık” kategorisi oluşturamayacağız demektir. Oysa bütün toplumların kutsalları vardır. O halde bütün toplumlar aslında var olmayan şeyleri mi “tabulaştırmaktadır?”

Burada “kutsallığın” özüne gelmiş bulunuyoruz.

Kutsallık, yok edildiklerinde, aramızdaki bütün bağların, sevginin, sadakatin ve dahası bilincimizin de yok edildiği değerlerin ortak özelliğidir.

Bu “değerler”, zaman içinde toplumların gelişmişlik düzeylerine göre elde ettikleri ve elde ettiklerinde korumak için mücadele ettikleri olgular ve kavramlardır. Toplumlar gelişmişlik düzeylerine göre onları bir araya getiren, bir arada tutan olguları ve kavramları keşfederler ve oluştururlar/yaratırlar.

Bir toprak parçası üzerinde aynı dili konuşan ve aynı kurallara uyduklarında aralarındaki barışı koruyabildiklerini gören insanların elde etmek ve korumak istedikleri şeyler zamanla değişir ve gelişir.

Öyle ki zaman içinde aynı kurallara bağlılıkla birlikte ortak anılar ve “tarih” teşekkül eder. Toplumlar aralarındaki barışın nesilden nesile devamı için kuralların ve anıların korunmasına çalışır ve işte bu noktada toplumu bir arada tutan kurallar ve anılar “yaşamsal” bir önem kazanır ve “kutsallaşırlar”.

Bu noktada dinlerin kutsallık algısının gerçek kutsallıkla farkı ortaya çıkar.

Şu anlaşılır ki toplumlar herhangi bir dinden başka bir dine rahatlıkla geçerek dinlerin “kurduğu” kutsallıktan rahatlıkla vazgeçebilirler ama kendi toplumlaşmalarının temellerinden asla vazgeçmezler. Bu durum Müslüman toplumlar için bile geçerlidir.

Araplar için Arap olmak Müslüman olmanın diğer adıdır ve Araplar asla diğer Müslümanları kendilerine denk görmez ve kendileri kadar değerli saymazlar. Hatta  öyle ki Müslüman Araplar, Hıristiyan Arapları meselâ Türklerden daha muteber görürler.

O halde inşaların “kutsallarını” hiçe saymak bir suç değil midir?

Burada gözden kaçan husus,  kutsal sayılan şeyin değerinin kutsallık kabulünden gelmemesidir. Kutsalın değeri, onu kutsal sayanın “ifade hürriyeti” hakkından gelir. Burada kutsal olan yeşil domatesler değildir; kutsal olan, herhangi birinin yeşil domatesleri kutsal sayabilmesi hakkıdır.

Peki ama Türkiye gibi gönüllü geri kalmış bir ülkede yeşil domatesleri kutsal bilmek hakkının iktidara gelmesi demokrasinin bir gereği değil midir?

Neden bu soruyu soruyoruz? Çünkü bizimki gibi geri memleketlerde her şey eninde sonunda sayısal bir çoğunluk kazanarak yandaşları besleyebilmek kavgası haline gelir.

O halde kısa yoldan cevabı verelim: Hayır!

Çünkü yeşil domatesleri kutsal bilmek bir hak olabilir ve böyle bir hak “temel hak” olması sebebiyle “kutsal” olabilir ama bu kutsal, Türk Milleti’nin devleti ve vatanıyla bölünmez bütünlüğünün “mütemmim cüzü” değildir. Kısacası  yeşil domatesleri  kutsal bilenlerin bu inançları var olabilir ama böyle bir inanç ortadan kalktığında Türk Milleti’nin devleti ve vatanıyla bölünmez bütünlüğü, tarihi, bilinci hiçbir şekilde eksilmez.

Japon İmparatoru’nun tanrısallığı ortadan kalkmış bile olsa onun Japon Ulusu’nun bütünlüğü içindeki yeri yok edilememiştir. Japon İmparatoru’na Tanrı olmadığı kabul ettirilmiştir ama Japon Ulusu bir ulus olmaktan, vatan sahibi olmaktan, tarih ve bilinç sahibi olmaktan men edilememiştir.

O halde “kutsallık” ifade hürriyetinin bir işlevi/fonksiyonu olarak keyfi şekilde belirlenebilir ama onun “gerçek kutsalların” yerini almasına izin verilemez. Buradaki sınırı çizen şeye de “egemenlik” denir. Fakat bu başka bir konudur.

 

 

 

 

 

Emperyalizm Var Mı Yok Mu?

13 Kasım 2023 Pazartesi

Kutsallık, Tanrı ve Kurmaca 1

 


“Kutsal”, dokunulamayanı, eleştirilemeyeni işaret ediyor. Her insanın böyle bir alanının, nesnesinin olması onun “doğal hakkı” sayılıyor.

 

Aslında kutsallık, kendi başına bir anlam ifade etmiyor; en azından medenî toplumlarda. Dokunulmaz, devredilmez ve vazgeçilmez olan şey “temel haklar”. Tamam da “temel haklar” ne o halde? Neden onları “temel” sayıyoruz? Onlar olmaksızın  bir bina falan yapamıyor muyuz?

 

Temel haklar olmadan insan var olamıyor, bu kadar basit. Bu hakları yok ettiğimizde, insan da yok oluyor. Yani? Hayat hakkı olmadan insan yaşayamıyor. Elinde kendisi için tutacağı bir varlık olmadığında insan yaşayamıyor. Kendi yolunu çizemediğinde insan yaşayamıyor, çünkü yaşamı başkasının elinde olduğunda, yaşamını koruması da mümkün olmuyor.

 

Bunlar bize neyi gösteriyor? Bunlar bize neyin “kutsal” olduğuna dair yaşamsal örneklerimizin ve ölçülerimizin olduğunu gösterior. Demek ki kutsallık, özü itibariyle bizim kanaatlerimizden ya da sebepsiz inançlarımızdan bağımsız bir şey.

 

Tamam da “vatan”, “millet”, “hüriyet” vs gibi kavramlar ne o zaman, değil mi? Bunlar bizim “uydurduğumuz” şeyler değil mi? Hiç bir hayvanın milliyeti, vatanı vs olmadığına göre kafamızda yarattığımız kavramlara kutsallık atfetmemiz neyin nesi oluyor?

 

Burada anlamamız gereken şey şu: İnsan ancak “uydurarak” yaşar. Hiç bir hayvan anlam aramaz, oluşturmaz ve kavram yaratamaz. Bu, sadece insana özgü bir yetenektir. Üstelik bu bir yetenek olmanın ötesinde insan için bir zarurettir/ kaçınılmazlıktır. İnsanın anlam üretmesi, konuşması, kavram yaratması, doğada örneği bulunmayan bir eylemdir. Bu yalnızca insanın “yarattığı/ uydurduğu” bir şeydir. Dolayısıyla insana ait kavramlar ve olguları, “icat”,” “uydurma” ya da “yapay” diye nitelemek insanın doğasını anlayamamaktır. İşte bu yüzdendir ki in
sana ait “vatan”, “millet”, “milliyet”, “tarih” gibi kavramların doğadan hazır elde edilmediğini, bunların, insan türünün hemcinsleriyle beraber yarattıkları ortak “değerler” olduklarını anlamamız gerekir. Bu yüzdendir ki “seçmediğimiz” ailemize sevgi ve bağlılık duyduğumuz gibi ailelerimizi güven içinde tutan “milleti” de aynı şekilde sever ve ona bağlanırız.

 

Bir insanın aklını silsek, kelime üretme ve anlama kapasitesini elinden alsak, onun elinden insanlığını almış oluruz. Tamam da insanlığı elinden alınmış bir varlığın artık insan değerlerine, insan sorumluluklarına sahip olmasını bekleyebilir miyiz? İşte kutsiyet bu yüzden, anlam, kavram ve bağlam yaratabilen insanın “kendi doğasını” ilgilendiren bir dokunulmazlıktır.

 

Bir başka deyişle, kendisinden vazgeçtiğimizde bizde eksiklik yaratmayan, var oluşumuzu etkilemeyen, insanlığımıza zarar vermeyen şeylerin kutsallığı yoktur. Peki vatan, milliyet gibi kavramlar böyle midir? Hayır. Çünkü onları kaybetmemek için hayat hakkımızdan vazgeçebiliyoruz. Demek ki insanın anlamlandırdığı bu olgular,  insanın doğasının ayrılmaz parçaları.


Devam edeceğiz...

1 Kasım 2023 Çarşamba

Cumhuriyetin Bize Hayrı Nedir?

 


Bir eski sözde milletvekili “Cumhuriyetin Diyarbekir’deki Kürt’e ne hayrı oldu?” diye sordu.

 

(“Sözde” diyorum çünkü hiçbir gerçek milletvekilinin yani yeminine sadık ve o yemini “namus” bilen hiçbir milletvekilinin böyle bir soru sorması düşünülemez.)

 

Evvela “Diyarbekir” diye bir ilimiz yoktur, Diyarbakır diye bir ilimiz vardır. Yani hiç kimse herhangi bir ile kendi kafasına göre isim uyduramaz. Hele Türkiye Cumhuriyeti’nin devleti ve milleti ile bölünmez bütünlüğüne sadık kalacağınıza dair namusunuz ve şerefiniz üstüne bir yemin etmişseniz böyle bir şeyi asla yapamazsınız.

 

Gelelim şu “hayır” meselesine…

 

Bir devlete sadakat o devletin sağladığı menfaatlere bağlı değildir. Yani hiçbir vatandaşın, menfaatleri eksildiği için devlete isyan etmek ya da onu yok saymak gibi bir hakkı yoktur. Kaldı ki aynı sadakat, devleti kuran millete bağlılık için de geçerlidir. Çünkü devlet, milletin egemenliğinin temsil eden, onu koruyan tek yetkili mercidir, örgütlenmedir.

 

Fakat bu sözde milletvekilinin ve temsil ettiği kitlelerin ne yazık ki bu tip bağlılıkları veya sadakatleri yok. Nasıl bu kadar toptancı konuşabiliyoruz? Çünkü cumhuriyeti, “hayırsız” ve “faydasız” olarak gören sözde milletvekili sözde meşruiyetini bu sözleri söylemesi için onu seçenlere dayandırıyor da ondan. Yani ülkede bölünmeyi, ihaneti destekleyen, Türk adını ve egemenliğini inkâr eden, buna düşman olan siyasetçileri meclise taşıyabilen koskoca bir kitle var ama hiç kimsenin o kitlenin varlığını telaffuz etmesi mümkün değil. Ama bu ayrı bir tartışma konusu.

 

Gelelim cumhuriyetin bize hayrına.

 

Cumhuriyet, Türkiye denen bu güzel vatanda, Türk’ün  şanlı tarihiyle şerefli işleriyle kahraman tabiatıyla ve yüksek kültürüyle şekillenmiş medeniyetin şahikası bir rejimdir, bir toplumsal düzendir. Bu cumhuriyeti kuran toplum, tarihte Türk diye tanınan, bu adla övünen ve bu adla sayısız eser  bırakmış, dünyanın en büyük ulusudur.

 

Cumhuriyet, medeni yönüyle adı Türk olan bu yüce ulusun fertlerinin her birinin sadece bu kutsal vatanın ferdi olmak sebebiyle yüce, dokunulmaz ve vazgeçilmez olduğu düsturunu getirmiştir ki bundan daha büyük bir “hayrı” hiçbir rejim getirememiştir.

 

Kendi adıyla ve kendi kanıyla vatanlaştırdığı topraklarda başkasının söz sahibi olmasına izin vermemiştir ve bu yüzden elbette “yabancılar” için herhangi bir “hayrı” olmamıştır.

 

Sözde milletvekilimiz ise her birimiz gibi bir Türk çocuğu olarak yetiştiği bu topraklarda, bir Türk çocuğu olarak hiç kimsenin baskısına, zorlamasına, dayatmasına maruz kalmaksızın, eğitim görmüş, sağlık hizmetlerinden yararlanmış, iş bulmuş ve mülk edinmiştir. Bu “menfaatler” bu topraklarda “Türk vatandaşı” olanların ayrımsız şekilde kullanabilecekleri menfaatlerdir. Dolayısıyla üstüne giydiği ceketten, para kazanmasını sağlayan diplomasına kadar her şeyini, ayrımsız  ve farksız bir vatandaşlıktan yani Türk vatandaşlığından yararlanabilmesine  borçludur.

 

Cumhuriyetin bize en büyük hayrı bize onurlu,  bağımsız,  güçlü, şerefli bir vatandaşlık sağlamış olmasıdır.

 

Oysa sözde milletvekilimiz için “hayır” ancak devletin sağladığı ayni ve maddi menfaatlerden ve kabile kimliğine  tanınması gereken imtiyazlardan ibarettir. Evet bu bakımdan cumhuriyetin ona ve onun kitlesine bir “hayrı” dokunmamış olabilir, çünkü o ve kitlesi cumhuriyetin namusunu, varlığını, önemini anlayabilecek, bunları kutsayabilecek insanlar değildir.

 

Şimdi bana gelecek “genelleme” eleştirilerini, sözde milletvekilinin meşruiyet gerekçesi olarak kullandığı genellemeleri aynen kullanarak cevaplamak isterim. Eğer genellemek yanlışsa en başta kötülüğü, milletvekilliği ve askerlik yeminleri gibi kutsal yeminlerin tam karşıtı olarak   namus yoksunluğunu meşrulaştırmak için kullanılan bütün genellemeleri en başta yasaklamak gerekir.

 

 Cumhuriyet, “Kürt halkı” diye söze başlayıp da sözde bir halk adına Türk düşmanlığı etmenin meşru olduğunu bize kabul ettirmeye çalışanları dahi vatandaşlığın haklarıyla mücehhez kıldığı için haklı, meşru ve hayırlıdır.

 

Asıl sözde milletvekilimiz kendisinin ve kitlesinin cumhuriyete ne hayrının dokunduğunu açıklayabilmelidir.

 

Ne mutlu Türküm diyene!