Kutsallık, dokunulmaz, devredilmez ve vazgeçilemez
olguların ve kavramların genel niteliğidir.
Kutsallık, bir dokunulmazlık alanı belirlemek demek.
ekten nereden gelir?
“Yeşil domatesleri kutsal bilen” insanların “kutsalı”,
gerçekten kutsal mıdır?
O halde… “Gerçekten kutsal olmakla”, “kutsal sayılmak”
arasında bir fark var mıdır ve bu fark temel haklar açısından önemli midir?
Yeşil domatesleri kutsal bilen insanların kutsallık
kabulleri onların inançlarıyla kanaatleriyle ilgilidir. Burada sıradan
insanları yanıltan şey bir “kutsalın” kabul edilmesiyle, o kutsallığın kendisi
arasındaki farktır.
Çok sivri bir örnek olarak Japon İmparatoru’nun Japon
toplumundaki yerine değinmek belki de yararlı olabilir.
İkinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar Japon İmparatoru
Tanrı gibi görülüyordu. Belki Tanrı’nın kendisi değildi ama onunla aynı kudrete
sahip bir varlıktı. Oysa Japonya ABD’ye yenildiğinde Amerikan makamlarının ilk
yaptıkları şey Japon İmparatoru’na Tanrı olmadığını kabul ettirmek oldu. Bir
yenilgi Japon halkının “kutsalını” yerle bir etmişti.
O halde “kutsallık” kutsal sayılan şeyin özünden
gelmiyordu; o bir kabuldü.
Bu durumda ahlâkı temellendiren ya da toplumda barışı
sağlayacak gerçek bir “dokunulmazlık” kategorisi oluşturamayacağız demektir.
Oysa bütün toplumların kutsalları vardır. O halde bütün toplumlar aslında var
olmayan şeyleri mi “tabulaştırmaktadır?”
Burada “kutsallığın” özüne gelmiş bulunuyoruz.
Kutsallık, yok edildiklerinde, aramızdaki bütün
bağların, sevginin, sadakatin ve dahası bilincimizin de yok edildiği değerlerin
ortak özelliğidir.
Bu “değerler”, zaman içinde toplumların gelişmişlik
düzeylerine göre elde ettikleri ve elde ettiklerinde korumak için mücadele
ettikleri olgular ve kavramlardır. Toplumlar gelişmişlik düzeylerine göre
onları bir araya getiren, bir arada tutan olguları ve kavramları keşfederler ve
oluştururlar/yaratırlar.
Bir toprak parçası üzerinde aynı dili konuşan ve aynı
kurallara uyduklarında aralarındaki barışı koruyabildiklerini gören insanların
elde etmek ve korumak istedikleri şeyler zamanla değişir ve gelişir.
Öyle ki zaman içinde aynı kurallara bağlılıkla
birlikte ortak anılar ve “tarih” teşekkül eder. Toplumlar aralarındaki barışın
nesilden nesile devamı için kuralların ve anıların korunmasına çalışır ve işte
bu noktada toplumu bir arada tutan kurallar ve anılar “yaşamsal” bir önem
kazanır ve “kutsallaşırlar”.
Bu noktada dinlerin kutsallık algısının gerçek
kutsallıkla farkı ortaya çıkar.
Şu anlaşılır ki toplumlar herhangi bir dinden başka
bir dine rahatlıkla geçerek dinlerin “kurduğu” kutsallıktan rahatlıkla
vazgeçebilirler ama kendi toplumlaşmalarının temellerinden asla vazgeçmezler. Bu durum Müslüman toplumlar için bile
geçerlidir.
Araplar için Arap olmak Müslüman olmanın diğer adıdır
ve Araplar asla diğer Müslümanları kendilerine denk görmez ve kendileri kadar
değerli saymazlar. Hatta öyle ki
Müslüman Araplar, Hıristiyan Arapları meselâ Türklerden daha muteber görürler.
O halde inşaların “kutsallarını” hiçe saymak bir suç
değil midir?
Burada gözden kaçan husus, kutsal sayılan şeyin değerinin kutsallık
kabulünden gelmemesidir. Kutsalın değeri, onu kutsal sayanın “ifade hürriyeti”
hakkından gelir. Burada kutsal olan yeşil domatesler değildir; kutsal olan,
herhangi birinin yeşil domatesleri kutsal sayabilmesi hakkıdır.
Peki ama Türkiye gibi gönüllü geri kalmış bir ülkede
yeşil domatesleri kutsal bilmek hakkının iktidara gelmesi demokrasinin bir
gereği değil midir?
Neden bu soruyu soruyoruz? Çünkü bizimki gibi geri
memleketlerde her şey eninde sonunda sayısal bir çoğunluk kazanarak yandaşları
besleyebilmek kavgası haline gelir.
O halde kısa yoldan cevabı verelim: Hayır!
Çünkü yeşil domatesleri kutsal bilmek bir hak olabilir
ve böyle bir hak “temel hak” olması sebebiyle “kutsal” olabilir ama bu kutsal,
Türk Milleti’nin devleti ve vatanıyla bölünmez bütünlüğünün “mütemmim cüzü”
değildir. Kısacası yeşil domatesleri kutsal bilenlerin bu inançları var olabilir
ama böyle bir inanç ortadan kalktığında Türk Milleti’nin devleti ve vatanıyla bölünmez
bütünlüğü, tarihi, bilinci hiçbir şekilde eksilmez.
Japon İmparatoru’nun tanrısallığı ortadan kalkmış bile
olsa onun Japon Ulusu’nun bütünlüğü içindeki yeri yok edilememiştir. Japon
İmparatoru’na Tanrı olmadığı kabul ettirilmiştir ama Japon Ulusu bir ulus olmaktan,
vatan sahibi olmaktan, tarih ve bilinç sahibi olmaktan men edilememiştir.
O halde “kutsallık” ifade hürriyetinin bir
işlevi/fonksiyonu olarak keyfi şekilde belirlenebilir ama onun “gerçek
kutsalların” yerini almasına izin verilemez. Buradaki sınırı çizen şeye de “egemenlik”
denir. Fakat bu başka bir konudur.
2 yorum:
Evet doğru."Şu anlaşılır ki toplumlar herhangi bir dinden başka bir dine rahatlıkla geçerek dinlerin “kurduğu” kutsallıktan rahatlıkla vazgeçebilirler ama kendi toplumlaşmalarının temellerinden asla vazgeçmezler."
Özenle okuduğunuz ve yorumladığınız için çok teşekkür ederim hocam!
Yorum Gönder