Felsefenin, üzerinde en çok durduğu konu sanırım “gerçeklik”.
Gerçeğin bilinip bilinemeyeceği öyle çok tartışılıyor ki felsefe, bu tartışmalar yüzünden girdaplarla dolu kapkara bir denize benziyor. Felsefe bu yüzden, aklımızı aydınlatmak yerine, bizi cevapsız soruların bataklığına çekiyor ve cevaplar vermekten çok bizi sorulara boğuyor.
Peki ama gerçek neden bu kadar önemli?
Eğer hiç bir şey gerçek değilse hayat anlamını yitirir. Yaşamak gerçek değilse ölmemizi engelleyen ne kalır ki? Kendi hayatımıza son vermek bir yana başka hayatları yok etmemizi ne engelleyebilir ki?
O halde gerçeklik arayışımız sadece bir mantık veya fizikokimya sorunu olamaz.
Gerçeği neden arayıp durduğumuz sorusu belki de gerçeğin varlığını ispatlamaktan daha önemlidir.
Çünkü en nihayetinde gerçekliğin varlığı bizi “anlama” götürecektir.
Belki bu noktada plâğı tersten dinlemeliyiz. Yani gerçeklik arayışımızı “anlam oluşturmak” faaliyetimizden başlayarak incelemeliyiz.
Gerçek var mı yok mu diye yıllardır tartışıyoruz, çünkü her seferinde karşımıza onun ya da o sandığımız şeyin farklı “görüntüleri” çıkıyor. Bütün bu yeni görüntülere bakarak iki sonuca ulaşıyoruz:
i- Gerçeği bilemeyiz.
ii- Gerçek diye bildiğimiz görüntülerden ibarettir ve aslında gerçek bir yanılsamadan ibarettir.
Her iki sonuç da görünüşte son derece bilgece ve alımlı “vargılar” olarak karşımıza dikiliyor ve son sözü söylemiş gibi bize alaycı bir biçimde gülümsüyor.
Peki ama bu bilgeler bize “gerçekten” birer cevap sunuyorlar mı? Eğer gerçek hakkında bütün bilebileceklerimiz ancak bu olası cevaplardan ibaretse örneğin temel bilimler neden hâlâ atom altı parçacıklarla uğraşıyor?
Buradaki esas yanlışlık insanı felsefenin dışına atmaktan kaynaklanıyor. İnsan, diğer nesneler gibi bir nesne değil.
Öncelikle şu “sorumsu cevap” aklımızın bir köşesinde durmalı: “ Ne fark eder?” Bu kestirme cevaba nasıl ulaşıverdiğimize az sonra bakacağız. Ama önce insanın, kendi kendine var olan bir otomatizm evreninde istisnai bir varlık olduğunu varsaymamız gerekiyor.
Felsefenin “en başındaki” soruları atlayıvermiş olablir miyiz? Şüphesiz evet. O halde o soruları cevaplamadan bu varsayıma nasıl ulaşabiliriz ki değil mi?
O halde bilimin bize öğrettiği inkâr edilemez ve tartışılamaz bir veriyle başlayabiliriz ki o da insanın sınırlılığı.
Bu ne demek? Bu, insanın ancak duyularının sınırlı kaynağının izin verdiği kadar anlam ve bilgi oluşturabildiği anlamına geliyor. Sözgelimi dil ve gerçeklik tartışmasına girdiğimizde “dilimizin anlamsızlığı” veya yetersizliği gibi bir tartışmaya girerek gerçeğin bilinmezliğinden bahsetmek bu yüzden saçmadır.
Eğer gerçek bilinemez, kavranamaz ve dolayısıyla varlığı inkâr bedilebilir bir şeyse sayesnde bunca tartıştığımız dili neden terk ederek hayvanlar gibi yaşamadığımızı biri cevaplamalı.
Dikkat edersek aslında bir ters mühendislik yürüttüğümüz görülebilir. Neden böyle yapıyoruz? Eğer her şey anlamsızsa ve gerçeklik yoksa “ne fark eder ki?” Eğer gerçeğe yaklaşabiliyorsak ve ayağımızı basacak bir zemin elde edebiliyorsak “ne fark eder ki?”
Yazıya devam edeceğiz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder