“Gerçeği bilmek mümkün müdür?”
Herhalde bu soru, insan düşünce çabalarının en büyük
konusu.
Aslında pek çoğumuz, özellikle ahlâkî yargılarda
yanılma ihtimaline karşı bu soruda kaçınmaya eğilimliyiz. Öyle ya… Gerçeğin ne
olduğunu söylemek ne de olsa yargıların en büyüğüdür. Oysa gerçek, kişiden kişiye,
toplumdan topluma, zamana göre değişmiyor mu? Değişmeyen tek şey değişim, değil
mi?
Oysa gerçekten beklentimiz onun değişmeyecek bir şey
olması. Her şey değiştiğine göre aslında gerçekten de bahsedemeyiz.
Peki ama bu kısa akıl yürütme bizi gerçeği aramaktan
caydırıyor mu? Hayır. Peki ama aslında beyhude bir çaba gibi görünen gerçeği
bulmak, hâlâ neden bizim için en hayatî çaba? Bunun en hayatî çaba olmadığını
düşünüyorsanız hayatın anlamından her gün neden bahsettiğimizin de cevabını
biliyor olmalısınız.
Bütün hukuk sistemimiz, hayatımızı, yalanların, sahtekârlıkların
ve şiddetin zararlarından korumak üzerine kurulu. Hukuk sistemimizin nasıl
işlediğinin bir önemi yok. O, inşa amacına uygun kullanılmayan bir makine
olabilir ve böylesi bir kötü kullanım, onun mekanizmasını tahrip etmiş
olabilir. Ne olura olsun biz eylemlerimiz hakkında “yalın bilgiyi” yani gerçeği
bulmak için usuller ve süreçler icat etmiş bulunuyoruz.
Ya bilim çalışmaları? Bilim, dünyanın gerçekliğini anlayabilmek için
algı sınırlarımızda sürekli daha fazla bilgi biriktirebilmek için uğraşıyor.
Sanatın yaptığı da bu… Sanatçının ruhundaki, bakışındaki
yalınlığı ne kadar iyi görürsek insan özümüze kendimizi o kadar yakın hissetmiyor
muyuz?
Evet… Duyularımızın sınırlılığının farkındayız.
Algılarımız da buna bağlı olarak sınırlanıyor. Dolayısıyla bütün bilgilerimiz
aslında bu sınırlılıkla kayıtlı. Peki ama sınırlı duyularımıza rağmen neden
hâlâ çabalıyoruz?
Çünkü gerçeğin var olduğunu biliyoruz ve her seferinde
onun başka bir parçasını ya da daha büyük bir parçasını görebilmek için
uğraşıyoruz.
Gerçeğin var olduğunu nereden biliyoruz? Ya her şey bir
rüyaysa?
Bu soru bile aslında ancak gerçeğin var olmasına bağlı
olduğu için gerçeğin var olduğunu biliyoruz. Hayır… Bu bir diyalektik tahlil
değil. Çünkü diyalektikte kavramların önceliksiz bir beraberliği vardır. Yani?
Yani zıtlar birbirinin varlığını gösterir ve bu yüzden aslında neyin ne olduğunu
söylemek de mümkün değildir. Ayrıca diyalektiğe göre zıtlar birbirini gidermez;
bir araya gelip bambaşka bir şey yaratırlar.
Sorun bu sözde
sentez ürününün neyin zıttı olduğunu bilmemektedir. Bir başka sorun şudur ki
zıtların bir araya gelmesiyle ikisinden de farklı bir şey mi ortaya çıkar,
yoksa zıtlardan biri diğerini yok eder mi? İşin aslı şudur ki böyle bir sentez
yoktur ve bu özellikle Marks tarafından fark edilmiş, kendisinin çelişki dediği
şey de Marksizm’de, zıtlardan birinin diğerini yok etmesiyle ortadan
kaldırılmıştır.
Diyalektiğin öldürücü yanlışı şudur ki doğadaki “sentezler”
, zıtların birliği değildir. Doğada elementler birbirilerinin zıttı, değillemesi
değildir. Doğada elementler, kendi atomik düzenlerine göre diğer elementlerle “iş
birliği” yapan maddelerdir.
O halde gerçeği nerede bulacağız?
Gerçeğin varlığı iki noktadan bilinebilir. Bunlardan
biri var olduğumuzu bilmemizdir. Var
olup olmadığımızı bilebilir miyiz? Eğer varlığımız bir rüyadan ibaretse…
Hepimizin paylaştığı ve kesintisiz bir istikrarla süren bu rüyaya gerçek
demekten başka ne yapabiliriz?
Doğumumuzdan itibaren dünyayı etkileyip dünyadan
etkilendiğimizde… Sevip sevildiğimizde… Zarar verdiğimizde… Acaba akıcı, değişken ve kavranamayan bir
rüyada mı sürükleniyoruz? Bunu bilmemiz mümkün müdür? Belki bunu bilmek mümkün
değildir ama o halde son bir atışla hedefi vuramaz mıyız? Ne fark eder? Yerçekiminin
varlığı bir hayalse bile uzay araçlarının atmosfer dışına çıkmalarından, bir
atmosferimizin var oluşuna kadar pek çok şey onun varlığıyla tutarlılık
gösteriyorsa yerçekiminin bir hayalden ibaret olduğunu söylemek saçmalamak
olmaz mı?
Ama bu işin düşünce boyutu. Oysa bilim bize bunu
kanıtlarla göstermeye çalışır. Bunu nasıl yapar?
Bilim, duyularımızın sınırlarının ötesindeki
bilgileri, çeşitli yöntemlerle ve araçlarla duyularımızın sınırlarının içine
taşıyarak gerçeğin parçalarını bize gösterir. Söz gelimi kızıl ötesi gözlükler
spektrum dışındaki dalga boylarını tek renkli görüntüler haline getirerek o
görünmezliği, duyularımıza tercüme eder. Osiloskoplar sesleri çeşitli dalga
görüntüleriyle bizim için görülebilir hale getirirler. Radarlar çıplak gözle
göremediğimiz cisimleri görünür kılarlar.
O halde gerçeğin ne olduğunu bilip bilmemek
probleminin merkezinde bizim sınırlılığımız yer alır. Biz sınırlı olduğumuz
için gerçeği bütünüyle göremeyebiliriz ama en sonunda onun “kanıtlarıyla”
varlığını her seferinde daha güçlü görürüz. Gerçeğin kanıtları “doğrulardır”.
Ya da şöyle söyleyebiliriz: Gerçekle bağdaşmayan şeylere “yanlış” deriz. Eğer
gerçekle bağdaşmayan şey irademizle oluşturulan bir ifadeyse ona da “yalan”
deriz.
Bu yüzden… Sınırlı varlığımızın idrakiyle sürekli ve tutarlı bir ilişkiler ve varlıklar
bütününde biz bu bütünün işleyişini her
gün daha fazla anlamaya çalışıp sınırlılıklarımızı aşmak isteriz. Bunun dışında
bir gerçekliğin var olup olmadığını bilmemiz de mümkün değildir. Çünkü
bilgilerimiz ancak sınırlı duyularımız aracılığıyla oluşturulur ve insan “görmediği
şeyin rüyasını göremez.”
Matriks’te Morpheus’un Neo’ya söyledikleri aslında
konuyu özetler gibidir: “Matriks’te ölürsen gerçek hayatta da ölürsün, çünkü
vücut bilinç olmaksızın yaşayamaz.” O halde insanlar makineler bağlı olarak Descartes’ın
şeytanının elinde oyuncak olarak yaşasa bile içinde doğup öldüğü, her şeyiyle
tutarlı bir gerçeklikte yaşamak zorundadır. Dolayısıyla gerçeklik bizim onu
bilmemizden önce vardır. Buna karşılık biz onu ancak sınırlı duyularımızla ve
algılarımıza pek sınırlı bir şekilde
idrak edebiliriz.
“Başka bir gerçeklik” hayal edilebilir mi? Maalesef
hayır. Çünkü “başka bir gerçeklik” bile ancak ve yalnız şu anda tutarlığını
kaçınılmaz olarak gördüğümüz uzay zaman içinde var olmak zorundadır. Örneğin
sinema dünyasının belki de en çirkin ve vahşi kurmaca canlısı “ Alien/Yaratık/Zenomorf
bile iki ayak, iki el, omurga ve kuyruk sahibidir. Peki ama neden? Çünkü şunu biliyoruz ki
yerçekiminin var olduğu bir uzay-zamanda “canlılar”, ancak buna uyumlu
organlara sahip olabilirler.
O halde var olup olmadığımızı düşünüp dururken var
olmanın etkilerine gözlerimizi kapatarak
ancak havanda su dövmüş oluruz. Varız… Yok olur muyuz? Bunu kimse bilemez.
Bilemediğimiz şeyi yok saymamız mümkün mü? Bilim, bilmemenin zayıflığının bize
ati olduğunu göstermekten ibaret…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder