30 Aralık 2019 Pazartesi

Kahramanlar Var Mı?


".....gerçek dünyayla başa çıkamayan, duygusal olarak bodur, sosyal olarak kıvrılmış yetişkinliğe yol açan inanılmaz kahramanları ile sürekli takıntılar yaratır. Diğer tabii ki orkları içerir." Bu yorum, aslında çelik üreticilerinin, demiryolcuların, makine mühendislerinin inanılmaz varlıklar olduğunu söyleyen çok akıllı birine ait:  "Kungfu Maymunu'na!"
Ayn Rand’ın “Atlas Vazgeçti” adlı romanı yayınlandığında Marksist arkadaşlarım yaygın sosyalist imanlarının önyargılarıyla romanı bir kenara atarken diğerleri        gene o çok objektif ve gerçekçi bakış açılarıyla romanı lûtfen okuyup bir kalemde  sildiler.

Romana yöneltilen belki de tek eleştiri, “ Aslında böyle insanların hiç var olmadığı” idi.

Evet kapitalistler vardı ama onların ahlâklı olduğu nerede görülmüştü?  Böyle “idealist” insanlar var mıydı?

“Gerçek dünyada” herkes ahlaksızca para kazanmıyor muydu? Gerçek dünyada  gücü yeten herkes kayırmacılık yapmıyor muydu? Gerçek dünyada herkes birbirinin kuyusunu kazmıyor muydu?

Evet… Bu gerçekten “çok akılcı”, “çok objektif” ve “çok gerçekçi” tespitlere rağmen kitap hakkında unutulan bir gerçek vardı ki o da “Atlas Vazgeçti’nin” ABD’de, bütün zamanlarda İncil’den sonra en çok okunan kitap olduğuydu.

Peki ama acaba neden böyleydi? Ayn Rand açık bir ateistti. O halde Amerikan toplumu bir yandan parasının üstüne Tanrı’ya güvendiğini yazıp diğer yandan ateist bir Yahudi yazara rağbet edebilen bir şizofrenler yığını mıydı?

Elbette durum böyle değildi. Amerikan toplumu Tanrı’ya inanmasına inanıyordu ama bunun yanı sıra başka şeylere de inanıyordu. Meselâ akla ve onun yaratıcı gücüne inanıyordu. Çünkü Amerikan toplumu bir kâşifler ve mucitler toplumuydu.

Amerikan toplumu bir dindarlar toplumu olmakla birlikte insanın “düzen oluşturucu aklına ve iradesine” de inanıyordu. Bu yüzden da “Bağımsızlık Bildirgesini” veya Emma Lazarus’un meşhur  Özgürlük Anıtı dizelerini kutsal metinler gibi kabul ediyorlardı.
“Bana yorgun ol, yoksullarını ver,
Dağınık kitleleriniz, özgürce nefes almaya özlem duyuyor,
Kalabalık kıyıların perişan istenmeyenleri,
Bunları, evsizler, fırtınalı harabeleri gönder bana,
Lambamı altın kapının yanında kaldırıyorum”


Amerikan toplumu kahramanları seviyordu.  Çünkü yeni bir  kıtanın derinliklerine korkusuzca dalarak o toprakları “vatan” haline getiren insanlar “gerçekti”. Amerikan toplumu kahramanları seviyordu, çünkü dünyanın dört bir yanından bu yeni ülkeye gelerek yeni baştan bir hayat kurmağa çalışan insanların içinden pek çok dahinin çıktığını görmüşlerdi.


İlgili resimAmerikan toplumu kahramanları seviyordu, çünkü yokluktan gelip de onlara elektrik ampullerini,  alternatif akımı, otomobilleri, çocuk felci aşısını kazandıran insanların gerçek olduklarını biliyordu.


Peki ama Bilge kağan’ı, Attila’yı, Fatih Sultan Mehmet’i,  Seyit Onbaşı’yı, Genç Osman’ı, Atatürk’ü yetiştiren  bir ulusun çocuklarının “kahramanlara” inanmaması mümkün müydü?


Ayn Rand’ın kitabındaki “çelikten iradeli” kahramanların aslında yaşamadıklarını düşünmek, Türk çocuklarına uygun muydu?


“Gerçek hayatın” ahlaksızlığın egemen olduğu kirli bir grilikten ibaret olduğunu düşünmek, Türk toplumunda yerleşmiş bir kanaat. Buna göre aslında “iyilik”, “kahramanlık”, “idealizm” falan hep ancak romanlara konu olabilecek asılsız erdemler ve iyilikler.


Ayn Rand’ın “Atlas Vazgeçti’sini” bu  bakışla okuyanlarımız aslında “zımnen” ahlâkın, kahramanlığın, ülkücülüğün, iyiliğin, sevginin, mantığın, fedakârlığın var olmadığını, bunların yerine körce bir menfaatçiliğin, vahşi bir bencilliğin, yalancılığın, sahtekârlığın var olduğunu söylemiş oluyorlar.


Türk toplumunun böyle olduğunu kabul ettiğimizde aslında Atatürk’ün varlığı da anlamsızlaşıyor meselâ. Oysa üstünde özgürce dolaştığımız topraklar, menfaatperest, alçak uzlaşmacıların vs basit bir sözleşmesiyle falan kazanılmadı.  Vatanımız tam da ahlâksız, iki yüzlü, mütecaviz vs insanların işgaline karşı hiç de “gerçekçi olmayan” bir “kahramanlık mücadelesi” ile kazanıldı.


Oysa biz gerçek kahramanların çocukları, torunları olarak Ayn Rand’ın demiryolu döşeyen, çelik döken, petrol çıkaran, motor  icat eden kahramanlarını küçümsedik. Diğer yandan  bu iki yüzlülüğü ve korkaklığı akılcılaştırırken hayatlarını  bilgisayarları, cep telefonlarını, aşıları, kitapları yaratan gerçek değer yaratıcılarını  küçümseyebileceğimizi sandık.


Atlas Vazgeçti’nin Türk toplumundaki sözde “akılcı” eleştirisi, aslında neredeyse tamamı ahlâksız bir insan yığını olduğumuzun itirafından başka bir şey değildi. Böylece  içinden Atatürk gibi nice kahramanlar çıkmış bir toplum olan biz, aslında onların var olmadıklarını, var olamayacaklarını düşünerek ahlâksızlığımızı sürdürmek için alçakça bir akıl yürütme sergiliyorduk. Atsız’ın  kahramanlık idealini küçümseyerek aslında alçaklık ettiğimizi anlayamayacak kadar kötülüğe batmıştık. 


Siz ne derseniz deyin kahramanlar hep var oldu. Biz onlar var mı yok mu diye düşünürken aslında ne kadar namussuz ve alçak bir ruha büründüğümüzü anlayamadık, o kadar. Yok olan kahramanlar değildi, bizim ahlâkımızdı.

17 Aralık 2019 Salı

Hocam Çikolata Yersek Abdestimiz Bozulur Mu?



Bu hayatta herkesin bir hocası var.
halidi nakşi kolundanım de cennete gir ile ilgili görsel sonucu 
Konunun bütün özetini tek cümlede sunduğumuza göre gerisini okumağa herhalde gerek kalmadı, değil mi?

İnsanlar yaşamak sorumluluğunu üzerlerinden atmak ve yaşadıklarını bedavaya getirmek için hocalara ihtiyaç duyuyor.

Kararları bir bilenin üzerine yıktıktan sonra   getiriyi, menfaati, faydayı devşirmek galiba şark kurnazlığı denen şeyin ta kendisi.

Çok sevilen bir “hoca”, “ Yarın mahşer gününde “ Ben Nakşibendiliğin halidinakşi kolundanım!” diyen, doğrudan cennete girecek!” demişti. Bunu   bir videoda izlemiştim.

Yani mesela Tanrı’nın kadir-i mutlak olmasının, her şeyi bilip bilmemesinin falan da bir önemi yok. Bu “hocaya” inananlar, yarın mahşer gününde, “gargaraya getirip” yalan söyleyerek cennete girebileceklerine ciddi ciddi inanan insanlar. Muhtemelen şöyle düşünüyorlar: “ Yahu o kalabalıkta kim görecek kim bilecek?” Herhalde Tanrı’nın da çok meşgul olacağını, bu tip ayrıntılara kafa yoramayacağını falan sanıyorlardır.

Öte yandan hayatın her anının bir günah sevap tartısına konduğuna,  meleklerce gözlendiğine de inanıyorlar. Yani kudreti sınırsız Tanrı herhalde işi sağlama almak için her birimize ikişer kayıt meleği veriyor ve yarın mahşer gününde olası itirazları cevaplamak için onların kayıtlarını esas alıyor.

Cennete gitmek için herhangi bir hocanın “tavassutuna” veya “kıyağına” ihtiyacı olduğuna inanan bir insan elbette unutması, yanılması mümkün olmayan Tanrı’nın “inandırıcı olmak” için elinde kayıt bulunduracağına da inanabilir. Bunda şaşılacak bir şey yok.

Herkes “iman ettik” falan diyor ya, boş lâf! Hiç kimse aslında öyle çok muktedir, sınırsız bir Tanrı’ya falan inanmıyor.  İnsanlar kendileri gibi düşünüp kendileri gibi davranan, dolayısıyla pazarlıkla ikna edilebilecek bir varlığa inanıyor. Dolayısıyla aslında yaygın dindarlığın özü insan zaaflarını taşıyan ama gücü sınırsız olan bir başka insana duyulan korkuya dayanıyor.

Şimdi bu yazıyı okuyanların bazıları kuvvetle muhtemeldir ki “ Vay dinsiz! Allah’a küfrediyor!” diyecektir. Öte yandan bileği kuvvetli yiğitlere Allah’ın sınırsız cariye bağışladığına, şehitlerin  kanının “ulemanın” mürekkebinden değersiz olduğuna, saçı açık kadının  cehennemde saçlarından asılacağına da inanıyor ve Tanrı’nın bunları yapacağına da inanıyorlar. Yani sınırsız merhametli, bilgili Tanrı’nın, kendileri gibi davranabileceğine inanarak insanların imanlarını tartabiliyorlar. Bunları yaparken de “ Acaba bizim aklımızdaki Allah gerçek Allah olabilir mi?” diye bir an bile düşünmüyorlar.

Çünkü  bu abiler kendi akıllarının yerine hocalarının akıllarını koyup da bedavadan huri ve gılman kapabileceklerine inanarak huzur buluyorlar.

Başka bir izahı olabilir mi?






14 Aralık 2019 Cumartesi

Dilimiz Benliğimiz


Güne yeni başladığımız için  henüz günlüğe yazacak bir şeyler biriktiremedim.

Birkaç haftadır sanalağda İngilizce derslerini izliyorum. Kesinlikle  çok faydalı oluyor. İngilizce bilgi birikimine ne kadar erken ulaşabilirsek sanırım o kadar iyi oluyor. Çok kötü bir cümleydi, farkındayım.  O halde neden yazdım?

Belki de  düşünce sürecinin sanıldığı gibi sürekli ve mükemmel işlemediğini görmek için. Yani sizin için bir şey istiyorsam namerdim.

Yazım ve  söz dizim hatası olmayan bir metin okuduğumuzda, yazarın bizimle etkileşim şeklinin hep böyle olduğunu sanırız. Oysa çoğumuz günlük konuşmada, dilimizi hiç de mükemmel kullanamayız. Başka bir şey düşünürken  cümleyi bambaşka bitiririz.

Yazının kalıcılığı bu açıdan bir risktir. Çünkü  kalıcı bir ifadenin hatasız olması  gerekir.  Peki ama ya yazar, düşünce süreçlerini “daha canlı” aktarmak istiyorsa? Ya “kalıcılık” adına  girişilen düzenlemeler ya da düzeltmeler, yazarın “ne demek istediğini” anlatmakta yetersiz kalıyorsa?

Yazar düşünce süreçlerini bütün tökezlemeleriyle ve gramatik hatalarıyla beraber aktarmak istiyorsa o zaman ne yapmalı?

Muhtemelen bu durumda bir felsefe eseri, içinden çıkılmaz bir hal alırdı.

 Gene muhtemelen bilgiye ulaşmak için her seferinde büyük patlamaya kadar  geri dönmemiz gerekebilirdi.

Her neyse… Burası benim günlüğüm. Sizinle paylaşsam bile kendi düşünce sürecimin bütünlüğünü korumak için bildiğim gibi yazabilirim.

Dolayısıyla… İngilizce’mi geliştirirken bir şey fark ettim: Bütün aksanlarına, ufak tefek farklılıklarına rağmen diller , konuşuldukları ülkeleri ortak bir bilinçaltında birleştiriyor.

Bu ne demek?
İngilizce konuşan Avustralyalı’lar, kendilerini farklı bir ulus gibi görseler de İngilizce’nin birleştirdiği “ Common Wealth” dünyası, özünde İngiliz olarak yaşıyor.

Keza iki yüzyıldan fazla Rusça konuşmuş Türk ülkelerinde, bütün milliyetçi söylemlere rağmen “Rusluk”, “Rus kimliği”, Türk kimliğinin önünde yer alıyor. Türk Dünyası diye bildiğimiz çok geniş coğrafyada insanlar Rusça’yı  birleştirici bir araç olarak görüyor. Sözgelimi Türkiye’de yaşayan  soydaşlarımız, çarşıda pazarda Rusça konuşan bir başkasına rastladıkları zaman, “yabanci bir ülkede hemşerisine rastlamış bir başka yabancı” gibi davranıyorlar.

Oysa aynı soydaşlarımıza Türkçe’nin birliğinden, birleştiriciliğinden, ortak bir edebî oluşturmak ihtiyacımızdan bahsettiğimizde , bazıları bizi “ırkçılıkla” suçlayabiliyor.

Yani Türk olmamak için kabile, aşiret, köy  etnik yaşantısını sürmeye razı olanlar  Rus olmadıklarını söylemelerine rağmen Rusça’nın bayrağı altında bütünleşmekte sakınca görmüyorlar.

Peki bu nereden geliyor? Bu, dilin bilinci dönüştürme gücünden geliyor. Çünkü dil, kendisiyle birlikte, jestleri mimikleri, tepkileri ve “düşünme biçimini de” getiriyor, taşıyor  ki bilinci yönlendiren en önemli unsur da bu.  Türkiye’nin en önemli sorunu,  bütünüyle Türk dışı ve Türk düşmanı muktedirlerin yönetiminde, Türk  çocuklarının, “Türkçe konuşan yabancılar” haline getirilmesi.

Türkçe’den nefret eden ya da onun kültür taşıyıcılığını reddeden Kürt, Laz, Çerkez, Ermeni etnik varlıkları resmi olarak  inşa edilirken diğer yandan Türk çocuklarının da konuştukları dile yabancılaşmaları, yarı  resmi ve kayıt dışı bir devlet politikası olarak yürütülüyor.

 Türkiye’de kendilerini Türkçe öğrenmeye mecbur hissetmeden yaşayabilen sömürgeci “İngiliz sahipler”, Türkçe konuşmadan Türkiye’yi kullanabileceklerini düşünen kapalı bir Kürt etnik topluluğu şekilleniyor.

Ve bütün bu süreçte meselâ  Azerbaycanlı kardeşlerimiz, Türkçe’nin çeşitli lehçelerini “ayrı birer dil” sayarak kendilerini Kazaklardan, Kırgızlardan vs. ayrı bir millet sayıyorlar. Bunda elbette Stalin’in onlara silah zoruyla dayattığı “Ulusal Sorun” safsatasının da etkisi var.

Velhasıl-ı kelâm: Dilimiz benliğimizdir. Türk Dünyası’nın birliği öncelikle bir “benlik beraberliğiyle” meydana gelecektir. Bu birliğin sağlanması da ancak  torunlarının ancak Rusça konuştukları zaman medeni insanlar olacağını düşünmekten vazgeçmekle başlayacaktır.

Bundan sonradır ki  Türk dünyasında yerleşik ve ölçü oluşturucu tek bir edebi Türkçe kullanımının sağlanmasıyla Türk toplulukları artık Ruslar karşısındaki ezik kabile, boy, aşiret, hanlık kimliklerinden kurtularak, büyük, etkin, gururlu Türk olduklarını göreceklerdir.

Nereden nereye? “Biz Türk değiliz! Türkler ayrı!” diyerek  Türkiye Türkçesini benliklerinin bir rakibi veya düşmanı sayan soydaşlarımızın, zorla konuştukları Rusça’ya karşı da aynı tepkiyi geliştirebilmelerini gönülden diliyorum.

13 Aralık 2019 Cuma

Ne İstiyorsun Ahali?



journal ile ilgili görsel sonucuAnnem  birkaç gündür, sanalağ hattının nakli için uğraşıyor. Ayrıca koşu bandının servisinin de eve gelmesi için uğraşıyor. Maalesef ikisi de ipe un sermiş gibi görünüyor.

Yılbaşı için hediye kuralarımızı da çektik.

Bugün kuvvetli bir sağanak ve sonra  dolu yağdı. Allah’tan dolular iri değilmiş.

Annem Netflix’te yeni bir dizi seyrediyor: “Broadchurch”. Başrolünde Doctor Who’da severek seyrettiğimiz David Tennant var. Bu dizide oldukça sert ve depresif bir karakteri  canlandırdığını belirtmeliyim.

Sabahtan doktora danışmanımla buluştuk. Şimdilik yapılması gerekenleri yaptık. Sonrasında eşimi beklerken kafede yeni kitabımı yazarken bir garson kız roman yazıp yazmadığımı sordu. Daha önce de orada yazdığım, dikkatini çekmiş.

Ayrıca sabahtan İngilizce videolar seyrettim. Ne kadar çok İngilizce dersi varmış!

Böyle yazınca ne çok görünüyor.

Belki bir günlük böyle bir şeydir. Oysa ülkenin doğusunda ve güneydoğusunda, “batılılar” hâlâ  çekip gidecek yabancılar olarak görülüyor. Ülkenin muktedirleri doğunun ve güneydoğunun Kürdistan olduğunu düşünmeğe devam ediyor. Hayat pahalılığı hız kesmiyor. Ve bunlar hakkında yazınca ya faşist sayılıyorum, ya ırkçı ya da “vatan haini”.

Muktediriyle,  muhalifiyle yabancı bir çoğunluğun işgal ettiği bir ülkede yaşıyorum.

Sahi ne istiyor bu insanlar?

11 Aralık 2019 Çarşamba

Ben Yazarım Yazmasına Da



İlgili resimNe zamandır  günlük yazmıyorum.

Günlük yazarken güncel sorunlara değinmek, siyasetin, toplumun, iktisadın felsefesine eğilmek gerektiğini düşünüyordum.

Aslında hâlâ böyle düşünüyorum.

Buna karşılık ülkemizde ( Bu “ülkemizde” genellemesinin sözlere yüklediği o plastik ciddiyet var ya ben işte asıl ona hayranım!) artık hiç bir şeyin mahalle dedikodusundan, sokak kavgasından, ağız dalaşından daha ileri yapılmadığını ( Ki her şeye yapışan şu “yapmak” mastarı  ya da yardımcı fiili de hayran olduğum bir başka cehalet bağımlılığı…) görünce “ Lanet olsun içimdeki insan sevgisine!” dememek için kendimi zor tutuyorum.

Ne zamandır günlük/blog yazmıyorum.  Yazmayınca daha huzurlu olacağımı düşünüyordum. Gelin görün ki iş göründüğü gibi değil.

Çünkü yazmak sigara tiryakiliği gibi bir şeydir. Bir kere  yazmağa alışırsanız, anlatmadan duramazsınız.

Benim “sıkıntım” ( Al sana bir başka cahil sakızı!)  eski ve yeni günlüğümle on dört yıldır yazmama rağmen yazdıklarımın en yakınlarım tarafından bile okunmaması.

Günlük âleminde yer edinmenin en kestirme yolu galiba bir cemaat, bir sürü, bir kabile ile hareket edip Atatürk’e, Türk kimliğine, Türk egemenliğine,  sözüm ona liberal ukalalıklarla veya  Kürtçü/solcu hümanizmle veya “ şeriatçı demokratlıkla” saldırmaktan geçiyor.

Benim görebildiğim kadarıyla sanalağ piyasasının en önemli arz merkezleri/üretici odakları bunlar.

Bunlardan birine mensupsanız kendiliğinden “ özgürlük dostu”, “ insansever”, “demokrat” vs oluyorsunuz.

Türk düşmanlığının bu üç cephesi sanalağda müthiş örgütlü hareket ederken “Türkçü derske faşist olur muyuz la emmioğlu?” cephesi, “ Türkçü olmayalım da misal ılımlı şeriatçı muktedirlere  vatan millet aşkına koltuk çıkalım!”cı eyyamcı siyasi milliyetçiler -ki  onlar yaygın siyasi milliyetçi kitlenin çoğunluğunu teşkil ederler-  “ Ulan blog da neymiş? Üfürükten teyyare!” şeklinde özetlenebilecek o muhteşem Anadolu taşra faydacı mantıklarıyla  dehalarını mükemmel akademik makalelere saklayarak daha ciddi işlere yöneliyor.

Kısacası, “ içtimai ve siyasi mezhebimiz” bellidir: Türkçülük.

Bunu söyleyince en eski arkadaşlarınız bile sizden yüz çevirebiliyor. Bebek katillerini, bölücü vatan hainlerini, kelle kesicisi şeriatçı köpekleri eleştiremeyenler sizi bir anda faşist, ırkçı insanlık düşmanı ilân edebiliyor. Bu da insanın moralini bozabiliyor.

Zaman zaman yanlış düşünmüş müyüzdür? Kuvvetle muhtemelen, evet! Yanlıştan dönmeğe çalışmış mıyızdır? Kesinlikle evet!

Yazmak, okunmakla besleniyor.

Ben yazmasına yazarım da okumayı kimse istemiyor.

Maruzatım budur.


10 Aralık 2019 Salı

Yapay Zekâda Temel Risk



risk of artificial intelligence ile ilgili görsel sonucuYapay zekâ yeni bir canlı türü yaratabilir mi?

Virüsler  canlılığın tanımını belirsizleştirirken kendi kararlarını veren bir  varlığın canlılığı sorunu muhtemelen insanlığın önündeki en büyük problem olacaktır.

Robot kanunları, önceden programlanan yapıların işleyişlerini düzenliyordu.   Geleneksel robot tanımında , “karar verme” anolojisi yoktu.

Karar vermek, bir özgür irade olgusunu gerektiriyordu. “Karar vermek”, olumlu ya da hayatı sağlayıcı işlemleri içerdiği kadar hayata karşı olan işlemleri de seçebilmek anlamına geliyor. Dolayısıyla önceden programlanan  bir yapı olarak robotun, insana zarar vermemesi sağlanabilirdi. Oysa zekâsı insanınki gibi belirsizlikle tanımlanabilecek bir yapıya, “hayatı koruması, emredilebilir” mi?

Dahası böyle bir yapının “varoluşunu” idrak etmesi  durumunda, kendisini insanlarla kıyaslayarak insan türüne saldırması engellenebilir mi?

İnsanın yeryüzündeki varlığı, kendisi dışında “varoluş” bilincine sahip ikinci bir türün olmamasıyla sağlanabiliyordu. İnsan bu açıdan eşsiz ve rakipsizdi. Nitekim “Maymunlar Cehennemi’nin” temel  sorusu “ İnsana denk ikinci bir bilinçli tür  meydana gelirse insanın durumu ne olacaktır?” idi.

İşte yapay zekâlı yapılar, insana rakip  ve denk ikinci bir türün var olması  riskini ortaya çıkarıyor.

İşlem yapabilme ve sorun çözebilme kapasitesi ve hızı açısından insandan daha gelişmiş bir zekâ yaratmak belki hayatımıza bir konfor katabilir. Ya bu yeni zekâ kendisini bizimle kıyaslar ve bizi “ evrimsel açıdan geri ve dolayısıyla güdülmeye muhtaç bir primat türü” olarak görmeye başlarsa ne olur?

İşte yapay zekânın bize getirdiği en büyük sorun ve risk budur.


17 Kasım 2019 Pazar

Din, Deizm, Ateizm Ve Anlam Arayışı



deizm ile ilgili görsel sonucuDeizm ve ateizm tartışmasının bu denli yüzeysel olması insanı çileden çıkarıyor.

Tartışırken veya akıl yürütürken  mutlaka tanıma bakmak gerekir.  Tartışmaların hiç biri tanıma dayanmıyor.

Sokak röportajlarında kendilerine  deizm ve ateizm  sorulan insanların hemen hemen hiç biri, inandıkları şeyin ne olduğunu ifade edemiyor.

Müslümanlar kendi hayatlarının aslında dinin varoluş biçimiyle bağdaşamayacağının her gün daha da fazla farkına varıyor.

Neden böyle? Çünkü din, her ne kadar güzel ahlâktan bahsetse de en nihayetinde kendisini tanımlayan dört unsuru, hayatı her gün daha da fazla kısıtlıyor.

Nedir bu unsurlar? Bir din dört unsurla tanımlanır. Bu dört unsur bir  araya gelmedikçe herhangi bir inancın din haline gelmesi mümkün değildir. Bu unsurlar: Kitap, peygamber, şeriat ve tapınak(ruhban)dır.

Herhangi bir yaratıcıya inanmak insanın anlam arayışında bir aşamadır. İnsan doğayı anlayamadan yaşayamaz. Aslanlar , sırtlanlar , kunduzlar için “anlam” aramak ihtiyacından bahsedilemez. Oysa insan  her şeyin birbiriyle ilişkisi kurmaksızın zaten hayatta kalamaz.

Bu yüzden de “anlamların kaynağı” olan bir yaratıcıya yönelmek, çok da tuhaf bir  davranış değildir.

Sorun şu: İnsan, “anlamların kaynağı olan” bir yaratıcıya inanmak isteyebilir ama “onun temsilcilerinin, ona  nasıl inanması gerektiğini söylemesine  inanmak istemeyebilir.

Çünkü din kurumunun peygamberlik unsuru artık bitmiş bile olsa  tapınağın profesyonelleri, bir tür vekalet yoluyla  peygamberliğin egemenlik yönünü sürdürmekte. Şeriat ve tapınak unsurları, insansız var olamaz.

Burada da iki tür insanın varlığı gerekir: Ruhbanın ve  dindarın varlıkları.

Ruhban olmaksızın şeriat ve tapınak var edilemez, yaşatılamaz. Fakat unutulan veya unutturulmak istenen şey, dindar birey olmaksızın da tapınak ve diğer kurumlar yaşatılamaz. Çünkü dindar birey var olmadıkça  şeriatın veya tapınağın hiçbir anlamı kalmaz. Bunlara “dokunulmazlık” veya “kutsiyet” atfeden insanlar yalnızdan dindarlardır.

Burada mümin kelimesini kullanmaktan özellikle kaçındığımı belirtmeliyim. Çünkü “iman” Tanrı’nın varlığıyla ve birliğiyle ilgili bir eylemdir. Oysa dinin kurumsal unsurlarının hiç biri, insanın Tanrı’ya atfettiği anlamsal bağlamla ilgili değildir. Bir insan dinin kurumsal unsurları olmaksızın da bir yaratıcının varlığına inanabilir ve ondan yardım isteyebilir.

Kısacası Tanrı dinden dolayı veya dinle anlaşılmaz veya Tanrı inancı dinden dolayı meydana gelmez. Oysa “din inancı”, Tanrı inancının, dinin unsurlarınca bir şekilde zorlanarak değiştirilmiş halidir.

Din, sizin Tanrı’ya “kendi bildiğinizce inanmanıza” izin vermez. Sizin aklınız ve vicdanınız üzerinde sözüm ona bilgiye dayalı bir hiyerarşik egemenlik kurar ve size öğrenim düzeyiniz ne olursa olsun söz gelimi Latince  veya Arapça bilen insanların sözlerine inanmanızı ve dahası uymanızı söyler.

İşte tam da bu noktada dinin aslında kitlesel bir siyasi kurum olduğu anlaşılır.

Günümüzde  büyük ve karmaşık bir toplumun meydana getirebildiği büyük kitlesel üretim ve sağladığı  büyük nispi bireysel özgürlük ortamı, artık insanların bu tip bir hiyerarşik dayatmayla  yaşayamayacağı kanaatini ortaya çıkarmıştır.

Anlaşılan o ki tam da bu yüzden, bilgiye kendi başına ulaşabilen insanlar artık dinin unsurlarının, herhangi bir inancın “ mütemmim cüzü” olmadığını görmeğe başlıyor. Bunun sonucunda da “kitapsız Allah inancı” diye nitelenen deizm veya Tanrı’nın toptan reddi yayılıyor.

Burada insanları endişelendiren husus, dinsizleşmenin ahlâksızlaşmaya ve dolayısıyla kaosa yol açıp açmayacağı. Öbür yandan deistler ve atesitler de bunda korkulacak bir şeyin olmadığını çünkü ahlâkî yozlaşmanın, asıl din egemenliğinde özellikle Ortadoğu toplumlarında yaşandığını örnekleriyle ortaya koyuyorlar. Olan biten bu.

15 Kasım 2019 Cuma

Bu Blogu N’eylemeli?


political blog ile ilgili görsel sonucuNe zamandır günlük/blog yazmadım. Bunun  en büyük sebebi, tembelliğim. Bir sebep var ki o da okurlarımın tembelliği. Artık hiç kimse neredeyse hiçbir şey okumadığı için günlük yazmak da zaman içinde anlamını kaybediyor.

Batı dünyasında blog çok önemli bir iletişim aracı. “Endüstriyel iletişimin” bir alternatifi olarak çok güçlü kişisel çıkışların ifade edilebildiği, gerçekten ö

Gelin görün ki ülkemizde “iletişim”  güçlünün, yarattığı fiili durumu zayıfa tebliğ etmesinden ibaret olduğu için blog yazmak, boşa konuşmak gibi algılanıyor.

Sanalağ iletişiminin geldiği son nokta da video oynatma motorlarında, oynanmış video oyunu videolarını seyretmekten ibaret. Düşünmek artık sanalağ kullanıcılılarının çoğu için yorucu bir eylem. Dolayısıyla bir de ayrıca zahmet gerektiren okuma işi, hiç  kimsenin ilgisini çekmiyor.

Şimdi sormak istiyorum: Okunmağa değer şeyler sadece akademik yayınlar mıdır? Okur yazarlar, bütün zamanlarını akademik yayınlara  harcadıkları için mi başka bir şey okumağa zamanlar kalmamaktadır?

Daha ne diyeyim bilmiyorum. Blogu toptan silsem mi acaba?

6 Eylül 2019 Cuma

Tarih Öyle Mi Olsun Böyle Mi Olsun?



halil inalcık ve tarih felsefesi ile ilgili görsel sonucu
İlber Ortaylı’nın otoritesinden sonra tarihçilerde bir popülarite  ve bilgiçlik yarışı başladı sanki. Her kanal “uzman bir tarihçi” çıkararak gerçeği bulmak dahası ona hükmetmek derdinde.

Ayşe Hür, Mustafa Armağan gibi isimler bildiklerimizin aslında yanlış olduğunu, “tarih Tanrısının” o eşsiz ve objektif bilgisiyle göstermeğe çalışıyor.

Tarihle ilgili iki sorun var.

Bunlardan birincisi, tarihe kaynaklık eden metinlerin ve eserlerin kökenleri… Kısaca tarihi kimin yazdığı veya oluşturduğu . Tarihçiler “güvenilir” saydıkları bilgi kaynaklarına bakarak geçmişle bugünün ilgisini kurmağa çalışan insanlar.

Tam da bu noktada İlber Hoca’nın “Tarihi devletler yazar.” Sözü aklımıza geliyor. Neden böyle? Çünkü toplumsal olaylara dair en doğrudan bilgiye devletler sahiptir. Belli bir tarihteki  buğday rekoltesinden, vatandaşların toplam gelirlerine kadar pek çok bilgi ancak devlet otoritesince derlenebilir ve kaydedilebilir. İşte sorun da burada başlıyor: Devletler objektif, tarafsız bilgi kaydedicileri midir?

Böyle olduklarını söylemek pek de mümkün değil. Çünkü her devlet belli bir toplumsal yapıya dayanır. Toplumsal yapılar  da  hayata cevap veriş biçimi (kültür), teknoloji, her ikisinin birleşimi  olan medeniyet ve daha da önemlisi algılama biçimiyle birbirlerinden yarılır. Dolayısıyla bu toplumların meydana getirdikleri “devletler” de bütün bunlara bağlı olarak oluşur. Sözgelimi kültürel yapısı basit/animal, teknolojisi düşük, algılama biçimi içe kapanmacı bir toplumsal yapıdan bugün anladığımız ve örnek aldığımız bir liberal demokrasinin çıkması mümkün değildir.

Hal böyle olunca tarihçilerin sürekli allamelik ederek   bilebildikleri kaynaklarla sidik yarıştırmalarının bir anlamı olmadığı ortaya çıkıyor. Çünkü en tartışılmaz  sayılabilecek bir takım sayısal verilerde bile savaşların tarafları arasında ciddi tutarsızlıklar olduğuna her gün şahit oluyoruz.

Tarih disiplinin “kaynak eksenli”  sorunu bu.

Ama tarihin asıl sorunu, “yorumlayıcı eksenli” malumat sorunu. Kaynaklar kendi başlarına hiçbir anlam ifade etmezler. Bu kaynakların “bir şeylere işaret ettiklerini” söyleyenler tarihçilerdir. Demek ki tarihçinin esas işi anlam oluşturmaktır. Aksi takdirde olayların kayıtlarını ortaya dökerek yalnızca bir çamaşır sepetini salonun ortasına boşaltmış olurlar.

İş gelip bu anlamlandırma sürecine dayanıyor. Çünkü  aynı olaylara dair farklı kaynaklardan kaçınılmaz olarak  gelen  bilgilerin neden farklı olduklarını anlamak da tarihçinin işi. Aksi takdirde  tarih kaynaklarla sürdürülen bir sidik yarışı haline gelir. Sözgelimi Türk’lerin güneye  inmelerini engelleyen Çin Seddi’nin sahiplerinin “ Türk’lerle savaştık ama olayları tarafsızlıkla kaydetmezsek gelecek nesillere ayıp olur..” gibi bir endişeleri acaba var mıydı? Yoksa kayıtlarına  bir Türk önyargısı mı damga vuruyordu? İşte bunun neden ve nasıl olduğunu anlamazsak “gerçeğe” yaklaşamayız.

Oysa bugün tarihçilerin çoğunun anladığım kadarıyla gerçekle ilgisi yok. Tarih Türkiye’de ideolojik kamplaşmanın,  Kürtçüler için etnik asabiyetin, dinciler için Türk ve Atatürk düşmanlığının meşrulaştırıcısı bir kayıt kültünden ibaret.

Dolayısıyla da ağzını açan tarihçi “Ama falanca da böyle diyor, n’aber?” gibisinden muarızına allamelik taslamak dışında pek bir şey yapmıyor.

Tarihi kaynaklarda rastlanan öznellik  tarih yorumculuğunda da ortaya çıkıyor. Böylece   amaçsal bir kaynak derleyiciliğinin yanı sıra amaçsal bir yorumculuk durumu da ortaya çıkıyor. Burada  da titrler ve unvanlar  söz konusu “bilginin” dokunulmazlık kalkanı işlevini görüyorlar.

Peki ama tam tarafsız, adil ve adeta melek bir tarih yorumcusu diye bir şey var mıdır?

Düşünce namusuna sahip tarih yorumcuları elbette var. Kaldı ki “düşünce namusundan” kastımız ne olabilir? “Düşünce namusundan” kastımız, belki  kendi toplumsal önyargılarına rağmen “düşmanın” varlığına saygı göstermek olabilir.  Bunun dışında ve ötesinde çatışmaları tam bir tarafsızlıkla ele almak mümkün müdür? Meselâ savaş başlatıcı  Nazi rejiminin “düşünce namusuyla” meşruiyetinin ispatlanması  mümkün olabilir mi?

halil inalcık ve tarih felsefesi ile ilgili görsel sonucu “ Tam tarafsız bir tarih yorumundan herhangi bir anlam çıkarılabilir mi?” tarihçiler buna “ Tarihin işi anlamlandırmak değildir, ortaya koymaktır.”  diye cevap verirlerse onlara o halde neden durmaksızın her gece  bir televizyon kanalında, kanal politikalarına  uygun tarihsel yargılar sunduklarını sormak isterim. Tarih daima elindeki delillere göre ortaya bir hüküm koyar ki bu hüküm de mensup olunan ulusun dağarcığına bir anlam bakiyesi olarak katılır.

Bundan dolayıdır ki Viyana kuşatmaları Avrupalıların heykellerinde ezilen yeniçeriyle temsil edilirken hiçbir tarihçi “düşünce namusu” ile hareket ederek meselâ “ Ama Türklerin de yayılmağa ve fethetmeğe hakkı yok muydu?” falan demez.

Nasıl kaynak oluşturucu, kaynak yaratıcı toplumlar kaynakları kaçınılmaz olarak kendi parmak izleriyle yaratıyorlarsa kaynak anlamlandırıcısı tarihçiler de bu anlamları  kendi bilinçlerine göre meydana getirirler. Sözgelimi Marksist bir okuryazar için Türk tarihi, ancak resmi tarihten ve Türk yanlısı bir kayıttan ibarettir. O, tarihi ancak sınıfsal mücadelelerin bir kaydı olarak görecektir. Herhangi bir Kürtçü için  tarih, ezen Türk’lerin silmeğe çalıştığı sözde bir  Kürdistan İmparatorluğu kaydından ibarettir. Bir şeriatçı için tarih, Arap’ların dini yaymak için giriştikleri fetihlerin kayıtlarından ve asr-ı saadet menkıbelerinden ibarettir.

Bundan dolayıdır ki Türk düşmanlığı  tarihin   sözde kaynaklı  tarafsızlığına dayanarak Türk adına ve tarihine sürekli saldırmakta ve onu tahkir etmektedir.

Bundan da dolayıdır ki kaynaklara aşinalıkta rekabete girişmenin ulusun bilgi dağarcığına, anlamlandırma yeteneğine herhangi bir katkısı olmaz. Bu, ancak tarihçi egolarını tatmin eder.

Tarihçilerin sürekli  kendi gerçeklerini birbirleriyle yarıştırması ne gerçeği anlamamız sağlıyor ne de Türk çocuklarına sağlam bir varoluşsal anlam…



5 Eylül 2019 Perşembe

Amerikan Karşıtlığı Çözüm Mü?



anti amerikanizm ile ilgili görsel sonucuBugünkü sorunlarımızın belki de hepsinin temelinde Amerikan yandaşlığının veya işbirlikçiliğinin olduğu söylenebilir.

Bunu sebebi Amerika’nın kötülüğü değildir. Bu sorunlarımızın sebebi, adı ne olursa olsun herhangi bir devlete egemenliğimizi paylaşma imkânının verilmesidir.

Bugünkü Amerikan karşıtlığının kökeni “şeytan Amerika” algısına dayanıyor ki bu da bariz olarak soğuk savaş çatışmasındaki saflaşmaya gösterilen sadakattir.

Bunu söyleyince Amerika’yı aklamağa mı çalışıyoruz? Elbette hayır. Sorun, “kötü Amerika” algısının, aslında “iyi ve adil bir büyük devlet beklentisinin” bir ifadesi olduğunu anlamamak. Soğuk savaş saflaşmasında SSCB’yi, âdil, büyük, koruyucu, antiemperyalist vs sayarak Amerikan karşıtlığı yapanlar  bugün hâlâ aynı refleksi sahiplenirken aslında SSCB ve Çin gibi iki büyük zorba devletin mirasını sahiplendiklerini fark edemiyorlar.

Bir başka sorun da şu: Herhangi bir ülkenin vatandaşlarının başka bir ülkenin menfaatleri doğrultusunda görüş beyan etmesi “vatana ihanettir”. Dolayısıyla Türk menfaatleri karşısında “tarafsızlık iddiasıyla” SSCB’yi veya Çin Halk Cumhuriyeti’ni   savunmak, uluslar arası ilişkilerde “tarafsız” kalarak kendi ülkesinin ve milletinin menfaatlerini tartışılır kılmak vatana ihanetten başka bir şey değildir.

Gelinen noktada ABD bir günah keçisi haline getirilmiştir. ABD kendisini emperyal bir güç olarak  görmekte ve buna göre davranmaktadır.  Buna karşılık sözüm ona antiemperyalist komünist Çin de emperyal bir politika gütmekte, Tibet’teki ve Doğu Türkistan’daki işgalini sürdürmekte, komşu Türk ülkelerine sürekli nüfus pompalamakta, bu ülkelerin pazarlarını gerek nüfus gerekse para ile ele geçirmeğe çalışmaktadır.

ABD Türk siyasetine  doğrudan veya dolaylı en fazla müdahale eden devlettir, ve bunun tartışılır bir yanı yoktur.  Buna karşılık diğer ülkeler de pek çok konuda Türk egemenliğini tartışmaya açmağa, Türk varlığını diplomaside etkisizleştirmeğe çalışmaktadır. Yani Türk  Milleti’ne “dost”, “hami”, “koruyucu” olacak herhangi bir “iyi  devlet” falan yoktur.

Aslında uluslar arası ilişkilerde “başka ulusların hakkına saygı duyan koruyucu  bir büyük devlet” falan da yoktur. “Şeytan Amerika” söyleminin saçmalığı herhangi bir “melek devletin var olabileceği” zımni yanılgısına dayanmaktadır. Uluslar arası ilişkilerde hiçbir devlet kendi menfaatlerinden başkasına özen göstermez.

Oysa günümüz ulusalcılarının hemen hemen tamamı, “vatanseverliği”,  salt bir Amerikan karşıtlığı haline getirmiştir. Bu bir tür “sömürge aydını psikolojisidir.” Bu, bağımlı bir ruh halinin ifadesidir. Çünkü bu, herhangi bir  saflaşmada safını başka güçlere göre belirleme zaafının bir belirtisidir. Çünkü bu, öğrenilmiş çaresizliğin bir ifadesidir.

Bu, aşağılık kompleksinin bir ifadesidir ki durmadan Atatürkçülük yapan insanların, Atatürk’ün, Türk’ü ululayan  tavrından, uzaklaşması anlamına gelir. Çünkü antiAmerikancı  tavrın içinde Türk’ün yetkinliği, üstünlüğü ve egemenliğinden ziyade ABD’nin “doğal kötülüğü” anlayışı vardır ki bu da başka devletlerden iyilik ve adalet beklemek veya dilenmek psikolojisinin bir tezahürüdür.

Hiçbir vatansever tavır, uluslar arası ilişkilerdeki dehşet dengesinde herhangi bir saflaşmaya dayandırılamaz. Hiçbir vatansever tavır  “düşman seçimine” dayandırılamaz.

Vatanseverlik, vatanda tek bir  ulusun yani Türk Ulusu’nun tartışılmaz bütünlüğü ve egemenliğini, hiçbir yabancı gücün, politikanın, manifestonun, ideolojinin etkisinde kalmaksızın savunmak ve Türk büyüklerinden başka hiç kimseyi düşünsel ve siyasal önder kabul etmemektir.

Amerikan karşıtlığının özelliği ne yazık ki “Türkseverlik” veya “Türkyanlılık” değildir. Dolayısıyla günümüz milliyetçiliğini adeta Bolşevik bir baskıcılıkla  ele geçirmeğe çalışıp da ya Çin  yardakçılığı ya da Rus sözcülüğü yaparak antiemperalizm güdenlerin bilinçleri, ne yazık ki “Türkyanlılıkla” biçimlenmemektedir.

Amerikan karşıtlığı ancak “Türk olmayan güçlere karşı genel ve istisnasız bir şüphecilikiğin” bir parçası olmazsa; ancak soğuk savaşın sömürge aydınları arasındaki bir it dalaşından başka bir şey olamayacaktır.


30 Temmuz 2019 Salı

Doğu Türkistan Sorununa Çok Kısa Bir Bakış



doğu türkistan çin'e nasıl katıldı? ile ilgili görsel sonucu

Doğu Türkistan’ın Çin’e Sovyet işgal korkusundan dolayı katıldığı bilgisi Sencer İmer tarafından verilmekteyse de işin aslı, 19. YYdan itibaren Doğu Türkistan’ın Çin yayılmacılığının hedefinde olduğudur.

Komünist Çin’i kendi vatanlarından daha fazla benimseyen bir kısım solcularımızın, bir türlü görmeğe yanaşmadığı gerçek, Çin yayılmacılığının , komünist rejimde bile  hiçbir şekilde azalmadığı veya değişmediği.

Çünkü rejimleri değiştirenler de  devletleri kuranlar da daima uluslardır.  Tarih/geçmiş bilincine sahip olup da geleceğe dair hedefler belirleyenler de uluslardır.

Dolayısıyla Doğu Türkistan sorunu, “ Çin egemenliğinin doğallığını kabul ederek, üzerinde  ufak tefek  düzeltmeler yapılması gereken” bir sorun değildir. Doğu Türkistan sorunu,   Çin’in, kadim ve meşru Türk yurdu Doğu Türkistan’ı açıkça  işgali sorunudur. Dolayısıyla da böylesi bir sorun, kendi vatanlarında esir hayatı yaşayan Türk’lere  bir  takım inanç ve ifade hürriyeti hakkı bahşedilerek ya da lütfedilerek çözülemez.

Doğu Türkistan sorunu, doğrudan doğruya Çin’in orada var olmasından ibarettir.

Solcularımızın, ideolojileri gereği bir “üst yapı/burjuva kurumu” olarak görerek “vatanı”  küçümseyebilmeleri ihtimaline rağmen Doğu Türkistan, Türkiye’den ayrı  görülemeyecek bir Türk vatanıdır.

Bunun yanı sıra  Çin’in yayılmacılığı ve “emperyalizmi”  rejimini değiştirmesine rağmen ortadan kalkmamıştır. Şimdi özellikle Maoculara sormak istediğim soru şudur: “ Madem Çin kendisini emperyalizmden,  komünizm ile kurtarmıştır, neden yıktığı emperyalist rejimin işgal ettiği topraklardan çekilmemiştir?”

Cevap aslında basittir. Solcularımızın kahir ekseriyeti, dünyanın “ideoloji” denen öküzün boynuzlarının üstünde durduğunu sanmaktadır. Oysa dünya, ulusların, ulusal menfaatleri ve tarih  bilinçlerinin ekseninde dönmektedir.

Dolayısıyla  “Doğu Türkistan’daki Türk’lerin durumlarını iyileştirmek için Çin’le dostane ilişkiler kurmak” pısırıklığı bizi hiçbir yere götürmez. Yapılması gereken -ki bunun  başımızda vatansever Türk yöneticilerin olması gerekir-  Çin’in Doğu Türkistan’da işgalci olduğunun, Doğu Türkistan’ın, Çin’in tarihi bir  parçası olmadığını tekrarlamaktır.

Peki hela ibriğimize kadar Çin’den ithal ederken bunu neden söylemeliyiz?

Bunun de cevabı basit. Çin asla Doğu Türkistan sınırında kalmak istememektedir.  Doğuda olduğu kadar batıda da kendisine bir deniz kıyısı edinmek istemektedir.  Bu yüzden de  sürekli Orta Asya komşu ülkelerinin topraklarını azar azar kemirmekte, sınır ihlallerini  ilerletmekte, vatandaşlarının Orta Asya’da gayrı menkul almasını teşvik etmekte, Orta Asya pazarlarına sürekli vatandaşlarını sokmakta, bölgede Çince’nin kullanımını yaygınlaştırmağa çalışmaktadır.

Rejimi ne olursa olsun Çin, dünyanın en tehlikeli emperyalist ülkesidir. Büyük nüfusu, yayılmacılığının en öneli unsurudur.

Bu yüzden de Doğu Türkistan, Çin yayılmacılığına ve yok ediciliğine karşı uygar dünyanın  en önemli müdafaa hattıdır. Eğer Doğu Türkistan bağımsız olmaz ve diğer Türk devletlerince de desteklenmezse Çin burayı batıya doğru  bir  sıçrama tahtası olarak kullanacaktır ve onu hiç kimse engelleyemeyecektir.

Doğu Türkistan, Çin vahşi emperyalizminin önünü kesebilecek  tek güç olan Türk cesaretinin son kalesidir.

Bu yüzden de mütemadiyen, onun bağımsızlığının sağlanması için çalışmak Türkiye Türk’lerinin en önde gelen vazifelerindendir.




29 Temmuz 2019 Pazartesi

Gözlerimi Kaparım Düşmanımı Öperim




barış, pkk, chp ile ilgili görsel sonucuEn çok ne garibime gidiyor, biliyor musunuz?

Kuvay-ı Milliyecilikten bahseden ulusalcı sol seçmenin “düşman” sözcüğüne  antipati duyması.

CHP seçmeni “düşman” sözcüğünü adeta duymamak için elinde ne varsa kulağına tıkıyor.

Kuvayı Milliye’nin kime karşı savaştığını bilmezden geliyorlar. İstanbul’u işgal ettiğimizi düşünen Yunanlı’larla barış hayalleri kurup  Kıbrıs’ı Yunanistan’a bağlamak için Türk çocuklarını  bir küvetin içinde paramparça eden  alçakların “düşmanımız” olduğunu  görmezden geliyorlar.

Ya da  otuz beş yıldır ülkenin bir bölümüne açıkça Kürdistan diyen alçakların, aslında haklı olduklarını, bizim buraya sonradan geldiğimizi sessizce kabul ettikten sonra PKKlı   hainlerle empatik diyaloglar kurulabileceğini söyleyebiliyorlar.

O zaman azıcık düşünelim mi? Acaba “düşman” denen kavram “aşırı sağcıların” “faşistlerin” falan uydurduğu bir  nefret söylemi mi yoksa  tam da gerçek bir olguyu mu ifade ediyor?

Ulusalcı solun Kürtçülükle flört eden ana akımı, egemen  kitlesi, 12 Eylül kinlerini alabildiğine  derin sürdürerek milliyetçileri düşman kabul etmekte beis  görmüyor. Oysa  aynı  kesim, belki tekrara düşeceğiz ama ülkemizin bir bölümüne Kürdistan diyen vatan hainlerini “ideolojik kardeşleri” olarak kabul edip bağrına basabiliyor.

Bu kesim  sözgelimi ülkücüleri alabildiğine nefret edilmesi gereken faşist-ırkçı  vahşiler olarak görürken  bebek katleden, asker,  polis, öğretmen şehit eden insanların aslında dostumuz  olduğunu , onlarla  beraber siyaseti “çok güzel salladıklarını”, bu kati,l sürüsünün  tellâllarının mecliste olmasından “büyük mutluluk duyduklarını”  söyleyebiliyorlar.

O halde bir ulusun dostu kimdir, düşmanı kimdir, belki de önce buna bakmalıyız.

Bir ulusun, egemenlik hakkına içten bir saygı gösteren herkes o ulusun dostudur.

 Bir ulusun egemenlik hakkını tartışmaya açık bir şey olarak gören herkes de o ulusun düşmanıdır. 

Düşman tanımı size sevimsiz ve saçma geliyorsa, ulusların sınırlarını askerleriyle ve silahlarıyla koruduklarını size hatırlatmak isterim. Yani aslında “uluslar arası” ilişkilerde “dostluk” falan yoktur. (Türk  cumhuriyetleriyle aynı ulusun parçaları olduğumuzu umarım hatırlatmama gerek yoktur.)

John Locke’un “Uluslar arası ilişkilerde doğa durumu egemendir.”  Saptaması bu açıdan gerçeğin tam bir ifadesidir.

Bu yüzdendir ulusalcı sol kampın ana  akım seçmen kitlesinin,  uluslar arası ilişkilerin diplomatik yönünün, aslında  sürekli bir karşılıklı zaaf arayışı ve taviz koparma mücadelesi olduğunu  görmeyerek böylesi bir inkârı, barış taraftarlığı sanması, hastalıklı bir durum.

Kapımızda bekleyen düşmanın aslında düşman olmadığını  söylediğimizde gerçek değişmiyor.

İçimizde beslediğimiz, milli güvenlik belgelerine erişebilen, Türk egemenliğinin kalbinde Kürdistan naraları atan, egemenliğimizi işgal olarak niteleyen insanların “dost” sayılabileceğini düşünmek herhalde en hafif deyimle nevroz benzeri bir durumdur.

Türk egemenliğini tanımayan, Türk dilinin, Türk hukukunun, Türk kültürünün tekliğinden nefte eden, Türkiye’nin bir bölümüne Kürdistan diyen insanların çokluğundan korkup onlara yaranmağa çalışarak, barışın sağlanabileceğini düşünen insanlara İzmir’i işgal eden Yunan efzunlarının düşman olduğunu anlatmak herhalde mümkün değil.

Türkiye, Türk düşmanlarını seven muktedirleriyle ve sözde muhalifleriyle aslında fiili bir düşman işgalini yaşıyor. Yani hiç kimse iktidara muhalif olmanın “vatanseverlik” olduğunu falan düşünmesin. Çünkü ülkenin yüzde yetmiş beşi aslında Türk düşmanlarına bir şekilde yaranmak isteyenlerin elinde oradan oraya savruluyor.

Düşman kapımızda ve içimizde kanımızla beslenip semirirken biz de “ Acaba Türk  var mı? Türküz dersek Kürt’lerle Araplar gücenir mi?” endişesiyle tam bir hümanizm kabızlığı yaşıyoruz.