Belki biraz ekonomik darboğazdan
belki artık topluma yabancılaşmaktan… Bilmiyorum. Bugün eski bir arkadaşım
aradı. Sözde ona bir şeyler önerirken kendimi alacakaranlıkta buldum.
Ben kimlerin içinde yaşıyorum, hiç
bilmiyorum. Dillerini bilmediğim insanların arasında yabancılığımı sürekli fark
ederek en azından bir treselli bulabilirdim.
Bugün benim düşünce biçimimi ve hatta
düşünme eyleminin kendisini bir oylarıyla yok edebileceklerini bilerek çıldıran
insanların ülkeyi getirdiği kuburda,benim dilimi konuşup da banaherkesten yabancı koskoca bir kalabalığın içinde kalmaktan bunaldım.
"Vatan- millet düşünmeyelim de ekmeğimize bakalım". İyi de bizim ekmeğimizi elimizden almak için kendisiniaçlıktan öldürmekten çekinmeyecek kitleleri
ne yapacağız? Sorun, o…
Biraz okumuş, yaşamı hakkında düşünen ve bilhassa içinde Türklük sevgisi taşıyan pek az insan, ülkenin ve Türk toplumunun nereye gittiğini endişe ile izliyor.
Türkiye’de, trafikteki genel davranış biçimimiz. “sorumluluğu arkadan gelene yükleyerek önde seyretmek” olarak özetlenebilir.
Bu davranışın ise genel karakteri empati yoksunluğu. Bu yoksunluğun temellendirdiniği ruh durumu ise psikopati. Psikopatlar hiç bir şekilde başkalarının acılarına ilgi duymazlar.
Bu ruh durumunun yarattığı örfsel sonuç ise ahlâksızlık.
Şimdi bazıları: “ Ama... Kadın-erkek ayrı oturuyor, kadınlarımızı örttürüyor, en ufak namus ihlali belirtisini cinayetle önlemiyor muyuz? Dinin dediklerine göre rejimimi bile resmî olarak şetiatla değiştirmek üzereyiz. Bizim kadar dindar bir millet nasıl ahlâksız olabilir?” diyebilir.
Ahlâkla ilgili bir fikrimiz olmadığı için zebanilerin kamçılarının hayalinden kaçabilirsek ahlâklı olacağımızı sanıyoruz ve zebanilerin de meselâ trafikle ilgilenmeyeceğini düşünüyoruz.
Oysa ahlâk, kadınla erkek arasındaki nihayetsiz bir paranoya değildir. Ahlâk, yalnız ve ancak bir zarar vermemek iradesidir.
Ahlâkın cinsel ayrımcılık olmadığını anlayamadığımız için hareketlerimizin muhtemel zararlarını düşünmüyoruz. Bundan dolayıdır ki teşekkür etmeğe, özür dilemeye hemen hemen hiç gerek görmüyoruz.
Kısacası dindar ve fakat belirleyici çoğunluğuyla ahlâksız bir toplum olarak yaşıyoruz.
Dünyadan neden her geçen gün daha fazla yalıtıldığımızı merak edenler, insanında genel bir shlâk yoksunluğu gözlenen bir ulusun , bütün kurumlarının bu çarpık temel üzerinde yükselerek dünyada ancak çarpık bir gecekondu görüntüsü yarattığını, bilmeli.
Bir Kürtçü, “Kürt olmayı ben seçmedim, beni yaratana hesap sorun!” demiş. Kürtçüler bu sözü çok seviyorlar. Fakat neden hayvan olarak da yaratılmadıkları halde Kürtlüğü bir terör yöntemiyle savunacak kadar önemsediklerini açıklayamıyorlar.
İnsan toplumlarını sürülerden ayıran şey mensubiyet bilincidir. Bu bilinç bize üyesi olduğumuz toplumsal birimle kazandırılır.
Sorun bu toplumsal birimin kendi kimliğine biçtiği değer ve biçimdir.
Söz konusu Kürtçü, “Kürt yaratılmaktan” bahsederken aslında kendi toplumunun kimliklenme bilincinin derecesini açıklıyordu. Onun anladığı biçimde “Kürt olmak” herhangi bir Kürt’ün kanından gelmekten ibaretti ki bu zaten insanlığın, ilk zamanlarında geliştirdiği , hayvansal sürü zihniyetinden henüz kurtulmuşken icat ettiği mensubiyet bilinciydi.
Bu bilinçteki bir insana, değer ve norm taşıyıcısı, inşaa edilmiş ve öğrenilerek aktarılan daha gelişmiş bir mensubiyet bilincinin var olduğunu anlatmak çok zordur.
Ona Kürt olmak için en az bir Kürt ebeveyne sahip olmak yeterlidir. Oysa uygar insan, yani artık siyasal ve hukuksal bir özne olan şimdilik en gelişmiş primat, kendilerine tarihiyle öğrenimiyle gelenek ve görenekleriyle bir kimlik yaratmış, tarihsel, hukuksal ve siyasal etkileme gücüne ve sorumluluğuna sahip olan , anlamlandırılmış ve değer sahibi toplumların yani ulusların mensubudur.
Dolayısıyla ulusa mensup olmak kan bağı ve sürü/ kabile onayından apayrı bir kişisel/ bireysel bilinçlenme işidir.
Dolayısıyla yaratıldığı gibi kaldıklarına inananlarla yaratıldıkları şeklin ötesinde değerlerle kimliklendiklerine inananlar için insanlık, hukuk vs aynı şeyleri ifade etmez. Ülkenin içinde bulunduğu sorun bu yüzden Kürtçü amimalizmin Türk uygarlığına, kendi ilkelliğini dayatması sorunudur.
Herhangi birinize annenizi sevip
sevmediğinizi sorsam muhtemelen bunun saçma sapan bir soruolduğunu söyler, gülersiniz.
Annenizi seçip seçmediğinizi
sorsam,muhtemelen bunun da saçma sapan
bir soru olduğunu söylersiniz.
Annenizin sizin için en iyi anne
olup olmadığını sorsam, bundan hiç şüpheniz olmadığını söyleriniz gene
muhtemelen. Oysa sizinkinden çok daha aydın veya çok daha zengin anneler
vardır.
Aynı şeyleri babanız için de
düşünürsünüz, değil mi?
O halde bir adım daha ileri
gidelim. Babanızın cinayetten, dolandırıcılıktan ya da hırsızlıktan hapse
girdiğini düşünün. “Bunları yaptığına göre artık benim babam değilsin!” mi
dersiniz? Yoksa cezasımüddetince ona
destek mi olursunuz?
Peki bütün bunları neden
yaparsınız? Ne dünyaya gelmeyi ne de birilerinin evinde onlara muhtaç bir
çocuklukgeçirmeyi seçmişken… Bir takım
yabancıların sizi dünyaya getirerek bir sürü mücadelenin içine sokmasınaneden razı olursunuz?
Montesqiue, “ İnsanoğlu yaptığı
kanunlar kadar yapmadığı kanunlara da uyar.” demiş.
İnsanoğlu doğanın elinde bir
oyuncak değildir. Yaratılışının kaçınamadığı yönlerine uyar. Fakat bunu yaparken
doğasının bu yönlerine bir anlamve
değer de verir.
İşte bu anlam ve değer vermek
insanın mensubiyet duygusunun ve bilincinin temelidir. İnsan ailesini yalnızca
kokusuyla tanımaz. Bir insan ailesini hayvanlarla paylaştığı sevgiyle sever
fakat ona aynı zamanda bir tarih ve süreklilik de yükler. Söz gelimi hepimiz
dedelerimizin başarılarıyla da öğünür ve böylece ailemizin diğer ailelerden
farkını ortaya koymağa çalışırız.
İnsanlar beraberliklerini
yalnızca aileleriyle sınırlamaz. Ailelerin birbirleriyle benzer olanları
gitgide genişleyen bir çerçevede daha büyük beraberlikler geliştirir. Bunun
temeli belki hayvansal ihtiyaçlar belki de insanın kendine özgü hayatta hayatta kalma şeklidir. İnsanbu beraberlikleri dekendi seçimi ile yapmaz.Çünkü ailelerin doğal benzerliği ile
ailelerin beraberliği adeta hayvansal bir uyumlakendiliğinden gerçekleşir.
Fakat az sayıdaki insan
beraberliği bu aşamanın ötesine geçer. Kabileler, aşiretler veya kavimler
genellikle “doğal benzerliklerden” kaynaklanan, “zorunlu” beraberliklerdir. Bu
toplulukların hiç birinin üyeleri, bu topluluklara üye olmayı kendileri
seçmedikleri halde geneonların birer
üyesi olmaktan mutluluk ve gurur duyarlar. Herhangi bir topluluktan olmanın
gurur ve mutluluk yaratması yalnız insana özgü bir durumdur, çünkü bu duyguları
bize öğretilen mensubiyet şuurundan alırız.
Az sayıdaki topluluklar ise hayvansal
koku-doku benzerliğinin ötesine geçer ve artıkdoğal benzerliğin ötesinde “değer benzerliği” ile ilgilenmeğe başlar. Bu
şekilde insanların bir kısmı, artık doğanın bizi kendiliğinden ittiği beraberliklerimizin
ötesinde iradi ve kurala dayanan beraberlikler “icat eder”. Bu icat edilmiş
beraberlikler,savaşla ya da başka
sebeplerle meydana getirilen siyasi birliklerin uzun süre devam
ettirilmesiylebu kez başka bir “kendiliğindenlikle”hayvansal koku-doku benzerliğinin ötesinde
bir değer paylaşımı gerçekleştirilmesi sonucunu doğurur.
Hiç kimse kendi ailesini,
aşiretini, kabilesini, kavmini ve ulusunu seçerek doğmaz ama ya beraberliğini
hayvansal/doğal benzerliğe dayandıran toplulukların veya değer paylaşımına dayalı icat edilmiş
beraberliklerle oluşturulmuş ulusların içine doğar.
Böylece her birimiz aslında
mensup olmayı seçmediğimiz ama bir kezüyesi oluncabu üyeliğin taşıdığı
değerleri bize aşılayan toplulukları sever ve bu toplulukların daha farklı,
daha üstün olduğunu düşünmeğe başlarız. Dünya medeniyetine hemen hiçbir katkısı
olmayan en küçük etnik toplulukların bile kendilerine hayali imparatorluklar
kurmaları bu yüzdendir.
Bu durumda mensubiyet bilincinin
bizim için kaçınılmaz ve doğal olması neden kötü olmalıdır? Milliyetçiliğin,
insanınseçmediği bir millete duyduğu
sapkın ve aşırı bir bağlılık olduğunu söyleyenler yanılmakta mıdır? Ya da
meselâ Kürt, Çerkes, Laz, Ermeni mensubiyet şuurları, bunların bireyleri için seçilmemiş topluluklara üye olmaktan duyulan
sevgiyle açıklanabilirkenTürk Ulusu’na
mensup olmanın Türk’lerde yarattığı sevinç ve gurur insanlık dışı mı
sayılmalıdır?
Seçmediğimiz beraberliklere
duyduğumuz sevginin doğallığını anlasak da bunlardan hangilerinin insanın
varoluşuna daha uygun olduğunu başka bir yazıda düşünmeliyiz.
Artık yeni besteler yapılmadığı
aklıma geldi. Herhalde en son yirmi yıl önce bir iki beste yapılmış olsa gerek.
“Kültürel soğuma” ayrı bir
tartışma konusu ama bana başka bir şeyi düşündürdü ki o da “milletin
sürekliliğiydi”.
Türkiye’yi yeni baştan ve “ daha
doğru bir şekilde inşa etmek” iddiaları bana bunu düşündürdü.
Biz Kurtuluş Savaşı ile
kazanılmış bir vatanı ve “tamamen Türk olan” , her şeyiyle bağımsız bir devleti
dedelerimizden miras aldığımızda, bütün bunların öylece sürüp gideceğini
sandık.
Daha sonra “ Acaba Türk var mı?” “Yahu
Kürt’ler de yok muydu?” “ Neden sadece Türk’ler olsun ki?”, “ Müslümanlar neden
kendi hukuklarıyla yaşamıyor?”gibi saçmalıkların, “tartışma” diye ortaya atılmasına
şahit olduk. Sanki Türkiye Cumhuriyeti’ni kuranlar, Kürt diye bir topluluğu hiç
görmemişler, hiç namaz kılmamışlar gibi bir algıya bönce ve cahilce teslim
olduk.
Daha sonra devletin aslında
yanlış yapılandığını düşünüp ona etnik ve mezhepsel birşekil vermeğe kalktık, baktık kidoğu ve güneydoğu ciddi ciddi elimizden
çıkmak üzere; derhal müdahale edip kanamayı yavaşlattık.
Anlamamız gereken şey şu: Türkiye
Cumhuriyeti, biz canımız istediği gibi ona bir şekil verelim, canımızın
istediği her etnik kabile bir egemenlik alanı birmezra devleti bağışlayabilelim diye kurulmuş
bir devlet değil. Türkiye Cumhuriyeti, Türk Milleti’nin kurduğu ve tek egemen
olarak yönettiği bağımsız bir devlettir.
Devletlerin özelliği, “süreklilikleridir”.
Bu süreklilik dedevletin kuruluş biçiminin,
mantığının ve kurucu ulusun egemenliğinin dokunulmazlığı, ertelenemezliği ve
vazgeçilemezliğinin ara vermeksizin korunması demektir.
Bu sürekliliğin sağlanması için
de ulus, çocuklarına, devletin kuruluş sürecini öğretir ve her kuşağa bunu “milli
eğitim” ile aktarır. İşte bu sürekliliğin gözetilmesi için duyulan duyarlılığa “milliyetçilik”
denir. Milliyetçilik bu yüzdendir ki bir aşırılık veya ırkçılık falan değildir.
O bir süreklilik bilinci ve duyarlılığıdır.
Japonya 2. Dünya Savaşı’nda
darmadağınedildi. Bir Amerikalı komutan
imparatora “ Artık şu Tanrılık iddiasından vazgeçseniz nasıl olur?” dedikten
sonra imparator bir judo hasırı kadar sade bir insana dönüşüverdi.
Bir müddet ordu kuramadılar.
Anayasalarındaki ilkeler büyük ölçüde Amerikalılarca belirlendi. İmparatorları
ilâhî bir varlıktan sembolik bir yöneticiye dönüştüğünde, kimse onu suçlamadı,
imparatorları da onlara küsmedi.
Dünyanın ilk beş ekonomisinden
biri oldukları halde imparatorluk ailesinin yaşantısı, milletlerine yaraşır bir
sadelikte devam etti.
Ve bu asil ailenin bir prensesi,
geçenlerde Türkiye’ye geldi. Büyük atamızın huzurunda geleneklerinin en savaşçı
asaletiyle selâm verdi. Öz disiplini şaşırtıcı derecede güçlü ve hareketleri
bir o kadar içtendi.
Ve birkaç yıl önce kendisine “sultan”
denmesini isteyen, Türkçe konuşan bir
hanedan eskisi, yalnız Atatürk’e hakaret etmekle kalmadı, bir de “dedesinin sözde
mal varlığını/mirasını geri almak”
istedi.
Japon prensesi Mikasa,
sadeliğiyle derin bir sükûnet ve saygı hissi uyandırırken Osmanlı eskisi sözde “prensesimiz”,
ancak işporta satıcılarına yakışır bir hırçınlıkla medyatik oluvermişti.
Peki bu iki insandan biz ne gibi
bir ders çıkaracağız? Çıkaracağımız ders şu:
Mikasa, hayatı alt üst olup da
bütün değerlerini yeni baştan inşa eden Japon’ların asaletini temsil ediyordu.
Sözde “prensesimiz” ise yozlaştırılmış
bir demokrasiylebir düğmeye basarak
istediğini yapabileceğini sanan ve yabancılaştığını uzun zaman fark
edemediğimiz, üstelik de artık Türk olmakla ilgilenmeyen koskoca bir kitlenin
cehaletine ve hırçınlığına dayanarak şımardıkçaşımardı.
Japon prensesi, damarlarındaki
asil kanın ona ne tür bir kudret bahşettiğini bize gösterip vatanımızı
onurlandırırken Türklüğü kanından silinmiş bir asalet asalağı, yabancılaşmış ve
yozlaşmış bir kitlenin sözde gücüyle vatanımızı kirletti.
Not: Bu yazıyı, sözde prenseslerin görüntüleriyle kirletmek istemediğimiz için yalnızca Mikasa'nın görselini ekledik.
Türk toplumunda, “aslında Türk
diye bir ırkın veya ulusunvar
olmadığına” dair yapılan sayısız hayasız ve cahilce propaganda sonrası ciddi
bir parçalanmaeğilimi gözlüyoruz.
Artık toplumumuz, Türklük çerçevesinde
bütünleşmiyor.
Asına eskiden Türk toplumu denen
büyük yapı, şimdilerde, birbirlerini kokularından ve dokularından tanıyan
etnikçilerin, inanca göre ayrışmış tarikatların-mezheplerin ve menfaatlerine
göre birbirlerini kayıran menfaat odaklarının eğreti koalisyonu haline gelmiş
durumda.
Bu yapı için andımızın,Türk vatanı uğrunda şehit düşmenin, Türk
dilini korumanın, bir kural koymak vedeğer
korumak yetkisi olarak Türk egemenliğini korumanın herhangi bir anlamı yok.
Bu yüzden de herhangi biri “biz”
dediğinde kimden bahsettiğini anlamak zorlaşıyor. Çünkü meselâ yaygın siyasi
tercihlerine ve onları güdüleyenhâkim
söylemlere bakıldığında, Kürtler için Türkler “yabancı”, “işgalci”, “sömürücü”
insanlar.
Keza artık meselâ Müslümanlık, sıradan insanların Türk
anlayışı ve gelenekleri çerçevesinde yaşanan yaygın bir ahlâkî kabul olmak
dışında doğrudan doğruya Arap gibi yaşamanın adı olmuş durumda.
Buraya kadar gözlemlerimizi
ortaya koyduk. Bu gözlemleri zatenazıcık bile Türklük bilinci taşıyan herkes, her gün yapabiliyor.
Düşünmemiz gereken, toplumun
yarısını oluşturan bu kabileler koalisyonunun nasıl meydana geldiğidir.
Elbette bugüne bir anda
gelinmedi.
Önce enternasyonalist sol vardı.
Enternasyonalist sol, proleter ahlâkının ve emeğin savunulması için ulus gibi “geride
kalmış”, burjuva üst yapılarının terk edilerekgerekirse silahlı isyan yoluyla bir işçi diktatörlüğü kurulması için
çabalıyordu. Sorun şuydu ki zaten içerik olarak hiçbir tutarlılık ve açıklama
taşımayan enternasyonalist sol, hedef
kitlesinceanlaşılamadığı gibi sevilmedi
de. Hatta hedeflediği etnik Kürt kitlesi bileonu yeterince sahiplenmedi.
Popülist sağın DP tecrübesi bile
toplumu bugünkü kadar kabilelere bölmemiş olabilir.
Oysa ANAP ile yeniden iktidara
gelensağ popülizm iledevletin bütünlüğünü korumağa yönelik bütün
hukuki normlar ortadan kaldırıldı.
Toplumumuz uluslaşmayı yeterince
içselleştirebilmiş olsaydı muhtemelen yapılan hiçbir kötülük onda bir cevap
bulamayacaktı.
Böylece meselâ Kürt’lerin, ulaşımı yakın zamana kadar ciddi şekilde zor
olan yörelerde asırlardır yaşadıkları yalıtılmadan kaynaklanan kapalı
toplumpsikolojilerinin alabildiğine
istismar edilebilmesinin önü açıldı. Böylece bu topraklarda Kürt olmanın ikinci
sınıf sayılmak anlamına geldiği söylemi insanlara kolayca kabul ettirildi.Kürt köyleri, ulaşımlarındaki iletişim
sorunlarını uyduçanaklarıyla çözmeğe
çalışırkenbu kez de kendilerine aslında
pek de benzemeyen ama şivelerini çat pat anladıkları Irak Kürt’lerinin ve PKK
terörünün Avrupa lüksü içinde yaşayan kollarının siyasal propagandasına maruz kaldı.
Kürtçü etnikçiliğini ve terörünün
sebeplerini açıklamak bu açıdan nispeten daha kolaydır.
Asıl büyük sorun, Atatürk
devrimlerinedayanan ve devrimlerin hedeflediği “Türk medeniyetini”aşılayan bir eğitimden geçen büyük çoğunlukta yaşanan yabancılaşmaydı.
Peki ama bahsedilen çoğunluğun
yaşantısı günlük gülistanlık mıydı? Akranlarımın babaları döneminde de Anadolu’da
ulaşımın ciddi bir sorun olduğunu biliyoruz. Bunun yanı sıra 90’lara kadar
kayda değer bir şehirleşmeden bahsedilemeyeceğini ve aslında bu şehirleşmenin de göç eden kitleleri
dönüştürmeğe ve uygarlaştırmağa yetmediğinisöylemek mümkün.
Bu geç şehirleşme şu anda Doğu
Anadolu’da hâlâ yaşanmakta ve terör korkusuyla şehirlerini terk eden yerli Türk
çoğunluğun yerini bir Kürt köylü dalgasının doldurması olgusu hâlâ devam
etmektedir. Hatta meselâ son yerel seçimlere kadar PKK varoşları dolduran bu
Kürt köylü kitlesine Türk’lerden ev almamalarını, onların evlerinin nasıl olsa
ele geçirileceğini söylemişti.
Şehirleşemeyen,
kozmopolitleşemeyen, şehrin çetrefilli kurumlarından ürken ve bütün bu
kurumları özellikle kendi dini değerlerine karşı bir tehlike addeden geniş
kitleler uluslaşmanın getirdiği ve hedeflediği hukuk devleti, usul hukuku,
nezaket, zararsızlığa dayalı ahlâk normlarından ısrarlı bir şekilde uzak
kaldılar.
Kürt köylerinin doğuda ve
güneydoğuda yaşadığı kendine özgü
coğrafi izolasyonu, şehirlere göçen Türk köylü kitleleri gönüllü bir biçimde
yaşamağa başladı.60’lardan itibaren
sinemamızda “toplumsal” duyarlılıkla çekilen filmlerde kutsanan şey, hep şehri
benimseyemeyen ve ona uyamayan köylü kitlelerinin “dramıdır”.
Buraya kadarki tespitler beylik
sözler sayılabilir çünkü bunlara benzer sayısız analiz yapılmıştır. Sorun şudur
ki bu zorunlu ve gönüllü yalıtılmışlıkların, yalnızca fiziki bir geçici
ayrılmanın ötesinde sonuçlar doğurması olmuştur.
Şehri kendisine düşman sayan
Müslüman Türk ile başına gelen her şeyi Türk’ün düşmanlığı sayan Kürt köylüsü,
kendisini toplumun yaygın değerlerinden ve normlarından ayırabilmeyi başlıca
amacı saydı ve bu ayrılmayı sürdürmek görevini de kendisinden sonraki nesle
devretti.
Peki ama bu kitlelerin
şikâyetleri gerçekçi miydi? Hiç kimse bunu sorgulamadı. Siyaseti, oy paketlerini
elde etmekten ibaret gören Türk politik sığlığı, solda Kürt ve Alevi
hoşnutsuzluğunu, sağda ise uyumsuz köylü kitlelerinin şehir korkusuyla beslenen
öfkeli dindarlığını hedefledi.Politik
esnaflık için uluslaşmanın politik endişeleri ve hedeflerinin yerine kabile
asabiyelerine dalkavukluk etmeyi daha kolay kabul etti. En nihayetinde devletin
temellerini kendisine düşman bilerek sağdığıhoşnutsuzluk oylarıyla rejimi kökten değiştirecek kadar güçlendi.
Bugün uğradığımız rejim
değişikliğini sağın üstüne yıkan sol siyaset hâlâ Kürtlüğü Türk’e alternatif
bir egemenlik kimliği olarak kışkırtmağa çalıştığını, her türlü ulusaltı
yapının hoşnutsuzluğundan yararlandığını ne yazık ki fark edemiyor. “Kürt’lerin
memnuniyetini”, bölünmüş bir Türkiyeden Kürdistan yaratarak sağlayabileceğini
hâlâ düşünen sol siyaset esnafının, bugün gelinen noktada sağ kadar büyük bir
suçu olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
Şartların yarattığı
izolasyonların sağcı ve solcu politika esnafının istismarıyla sorun geçici bir siyasi körlük olarak kalmadı, kalıcı bir rejim sorununa dönüştü. Bu ayrışma bugün toplumda
bazen terör tehdidi bazen sandık istismarıyla korku yaratan, Türklükten nefreti
başlıca kimliklenme aracı yapan, neredeyse kalıcı yaklaşık %60lık bir seçmen
kitlesinin doğmasına sebep oldu.
Bu kitlelerin şikâyetleri
gerçekçi miydi? Hayır. Bu kitleler kendi toplumsal yapılarının değişiminden
duydukları korkuyu asimilasyon, inkâr, etnik eritme mazeretleriyle dile
getirdiler.
Yüz binlerce turistin neredeyse
çırılçıplak denize girip alabildiğine içtiği sahillerde amelelikten
müteahhitliğe veya emlâk zenginine dönüşen Kürt köylüleri, sahilleri dolduran
turistlerin güvendiği şeyin veya onların mülkiyetlerini sermayeye dönüştürmelerini
sağlayan şeyin, Türk’ün uluslaşmasıyla ortayaçıkmış uygarlık ortamı olduğunu idrak etmekten kaçınarak dedelerinden
devraldıkları feodal değişim korkusu ve etnik öfkeyi, sözde düşman ve işgalci
Türk toplumu içinde yaşatmaya devam etti.
Keza Kurtuluş Savaşı’nı idare
edenkahraman heyetin Osmanlı’nın son
dönemindeki modernleşmenin varisleri olması dakırsaldaki izole Müslüman Türk köylüsünde, hazmetmekten korktukları bir
yabancılaşma izlenimi yarattı. Bu heyetin “gâvur ittihatçılar” olarak itham
edilmesinin sebebi sanırım ki budur.
Dolayısıyla Türkiye’de çok ciddi
bir “biz ve onlar” sorunu ortaya çıktı. Burada asıl sorun şudur ki ülkenin
bütünlüğünden yana olan milliyetçi ve vatansever insanlar, hâlâ ülkeyi elinde
bulunduran, Türklüğ’ü faşizm, hayalcilik, ırkçılık sayan, Atatürk’e düşmanlıkta
birleşen %60lık dinci/ Kürtçü koalisyonunun tabanını “bize” dahil saymakta
ısrar ediyorlar. Bu elbette vatanı ve milleti sevmenin bir gereği…
Gözden kaçırılan nokta şu ki
bahsi geçen %60lık kitlenin ülkenin geri kalanıyla hemen hemen hiçbir ortak
değer yargısı ve normu bulunmuyor ve bu koalisyonu oluşturanlar da
kendilerinden başka hiç kimseye ki kendi aralarında da ortak bir Türk
düşmanlığı dışında bir müşterek kabul etmeyerek “biz” demiyor. Sol kendi
hayalci enternasyonalizmi içinde bir bebek katilinin avukatını Atatürk’ün
kurduğu partinin en yaşamsal yerinde koruyup kolluyor, sağ, ülkenin Türk
düşmanı bir Arap ülkesi haline gelmesini dini bir vecibe sayıyor ve bu karmaşa
içinde çocuklarımıza Türklük bilinciyle bir “biz” kimliği edindiremeyerekulusumuzun ölmesini seyrediyoruz.
Bu basit ve geçici bir sosyal
çatlak mıdır yoksa ülkeyi kalıcı olarak değiştirecek ciddi bir siyasal
yarılmanın belirtisi midir? İşte üstünde düşünülmesi gereken sorular bunlardır.
Bugünlerde,
ne zaman herhangibir toplumsal kanaate
veya hükme varmağa çalışsam iyi niyetlidostların bir tür kurtarıcı istisnacılığıyla karşılaşıyorum: “ Ama iyisi
de var.”
Toptancılık
veya sığ genellemecilik, yırtıcı önyargıların en sevdiği yollar olabilir. Buna
rağmen acaba toplumsal olaylarla veya toplumsal yapılarla ilgili genellemelere
veya hükümlere varmamız gerçekten mümkün değil midir?
Eskiden
beri bildiğimiz ama unutmağa çalıştığımız bir sözü veya ilkeyi hatırlamakta
fayda var: “İstisnalar kaideyi bozmaz.” Bu ilke matematiğin saf ve kristalize
tanımlar dünyasında anlamsızdır. Matematik kendiliğinden doğrulamalarıngenellenmesi demektir.
Oysa
gerçek hayatta da genellemelere ihtiyacımız vardır çünkü: Gerçek hayatta
hayatımızı belli mecralara sürükleyen eğilimlerin karakterini anlayabilmek
açısından genelleme yapmak zaruridir.
Toplumsal
kötülüklerin yayılması esnasında gösterilen istisnacılık, kendiliğinden kötülüğün
yaygınlığını, istisnai iyiliklere dayanarak meşrulaştırmak veya kabul etmek
sonucunu doğurur.
Bu
istisnacılığın en önemli yanlış dayanağı, sosyal bilimlerdegenellemecilik yapılamayacağı,
nedenselciliğin geçerli olmayacağı kanaatidir.
Gerçekten
böyle midir?
Söz
gelimi Türkiye’nin en yakıcı sorunu olan Kürt etnik bölücülüğü ve teröründe
Kürt toplumsal yapısının, bu ihanet içindeki yerini veya rolünü araştırmak
basit bir genellemecilik veya kaba bir önyargı mı olur?
Ya
da İran’daki yaygın toplumsal tepkilere rağmen Türkiye’dekadınların başörtüsünü, şeriat arzusunu,
Atatürk’ten, Türk tarihinden nefretin ve bunlardan alınacak bir intikamın
bayrağı gibi gördüğünü düşünmek kötü niyetli bir genellemecilik mi olur?
Ya
da İkinci Dünya Savaşı’nı yaratan NAZİ rejiminin egemen olmasında Alman
toplumsal ön yargılarının, karakterinin ve eğilimlerinin rolünü düşünmek fazla
mı basit genellemecilik mi olurdu?
Ya
da toplumlar her zaman “doğru” tercihler yapar da yapılması gereken bu
tercihlere kayıtsız şartsız uymak mıdır?
İstisnacılığınbilimsel açmazı, toplumsal eylemlerin sonuçlarının sebepleriyle
ilişkilerini görmemeğe çalışmasıdır. Söz gelimi Nazi Almanyası’nda hükümetingünden güne artan totaliter eğilimine karşı
gösterilen toplumsal rıza ve hatta belki de arzu görmezden gelindiğinde, NAZİ’lerin
uzaydan gelmiş tuhaf bir canlı türü olduklarını düşünmemiz gerekir. Oysa NAZİ’lerAlman toplumsal yapısındaki nefret ve
kompleks birikiminin bir sonucu olarak ortaya çıkmışlardır. Dolayısıyla her ne
kadar birkaç yüz NAZİ yargılanmış olsa da onlaragösterilen yaygın toplumsal rıza ve onay
bütün savaşın ve katliamların asıl sorumlusudur.
Keza
ülkemizde tehditle veya rızaylaortaya
konan Kürt ayrılıkçı siyasetinin ve terörünün toplumsal bir tabanı olmadığını
düşünmek de aynı hataya düşmektir. Elbette “İçlerinde iyilerinin de olduğu” bir Kürt
toplumsal yapısından bahsetmek mümkündür. Sorun şudur ki bir kanaat ve onay
beyanı olarak bebek katilinin tasarladığı bölücü siyasete oy vermekdoğrudan doğruya toplumsal bir genellemeye
varılmasını sağlayabilecek ölçüde geçerli bir örneklem ortaya koymaktır.
Veya
şeriat rejimlerindeki yaygınzorbalığın
ve ilkelliğin kanıtları her an sanal ağ ile evlerimize kadar gelebilirken
ülkede “lâiklerden”,Türk’lerden nefret
eden büyük ve neredeyse istisnası biletespit edilemeyecek bir büyük kitlekatı ve tepkisel bir homojenlik arz etmektedir.
İstisnacılığın
mantıki açmazı, istisnalar üzerinden bir arap/ negatifgenelleme yapmaktır. Bu negatif ya da satır
arası genelleme “ Çoğunluğu kötü olsa da…” ön kabulüne dayanır. Buna göre
örneğin “İçlerinde iyileri de var”
istisnacılığı iyilerin, aslında bahsedilen kitle içinde pek az olduğu, geri
kalanının ezici çoğunluk olarak kötü olduğu anlamına gelir.
Toplum
şüphesiz matematik bir kesinlik, fiziksel bir kristalite taşımaz ve fakat
istatistik bu heterojen yapıda “genel karakteri neyin belirlediğine” dairgüvenilir sayma teknikleri sunar.
Matematikte “genelden” bahsedilmez çünkü “en az bir” ya da “ her eleman”
niceleyicileri ile mutlak istisnasız bir evren kurulur. Fakat sosyal
bilimlerde, “örneklemi nitelememizi sağlayan en kapsamlı niteliği”, “genel”kabul ederiz.
O
halde heterojenite içerentoplumsal birimlerde
dahieylemlerdeki “genel eğilimlerin”
tespit edilebilmesi mümkündür ki bu konuda toplumsal düzeni doğrudan etkileyen
siyasal seçimler en belirleyici ve belirgin örneklerdir.
Bu
açıdan istisnacılık, bir “iyi niyet”, “hüsn-ü zan” veya hoşgörü eylemi
değildir. İstisnacılık, bütün niyet iyiliklerine rağmen yalnız ve ancak
kötülüğün, ihanetin ve düşmanlığınsonuna kadar istismar ettiği akıl dışı bir iyilik tasavvurudur.
İstisnacılığa
karşıakılcı cevap “istisnai iyilerin”
ki sayıları pek az olmasından ötürü tespit edilmeleri kolaydır, tespit edilip
korunarak ayrılmaları ve genel kötülüğün, kötülüğü nispetince kısıtlanması ve
dışlanmasıdır. Kötülüğü dışlamağa cesareti olmayan toplumlar kötülüğün
toptancılığından nasiplerini alacaklardır. Unutulmamalıdır ki kötülüğün iktidarı
içinde, hiçbir istisnai hoş görü, hüsn-ü zan veya iyi niyet bulunmayacaktır.
Uluslaşmayı anlayamamış,
uluslaşamamış toplulukların en büyük sorunu, insan toplumlaşmasının “doğal” ve “hayvansal”
olduğunu sanmalarıdır.
Bunun sebebi, toplumsallaşma
aşamalarının gitgide soyutlaşması ve daha kurgusal bir hal almasıdır.
Toplumlaşma bir anda ve doğanın bir emri olarak meydana
gelmez. Toplumlaşmanın ilk aşamaları hayvan sürülerindekine benzer bir “yardımlaşma”
ve beraber avlanma çekirdeği etrafında oluşabilir. Fakat buna karşılık
insanlar, beraberliklerine, diğer her şeye olduğu gibi bir anlam yüklemeğe
ihtiyaç duyarlar. Böylece beraberliklerinin bir “anlamı” olduğunu diğer
insanlara da duyururlar.
İnsan dünyayı “anlamlandırmaksızın”
hayatta kalamaz. Bu sadece basit bir isimlendirmeden ibaret değildir. İnsanın
dünyayı anlamlandırması, onun içindeki unsurları kategorize etmesi ve kendisine
göre “değerlendirmesi” anlamına gelir.
Buna göre de bazı şeylerin, “diğerlerine
göre daha fazla arzu edilir olduğuna” dair ortak kabuller geliştirerek
toplumsallaşmanın anlamsalyapısını,
çatısını oluşturur.
Dolayısıyla neomarksistdüşünürlerin ve ulus kavramına saldıran bir
kısım liberallerin sürekli yanlışlamak veya yok saymak için
uğraştığı “icat” kavramı ortaya çıkar. Bahsedilen kamplar insanlığın, ahlâkî ve
“demokratik” normlarının, ancak insanı saldırganlaştıran kimliklenmelerdenuzak durularak hayata geçirilebileceğini ve
egemen kılınabileceğini düşünürler.
Böylece meselâ “ulus” kavramının
aslında “doğal” olmadığını, bunun siyasal bir icat veya kurmaca olduğunusöylerler.
Burada atlanan veya görmezden gelinen husus
şudur: Ulus karşıtlarının gerçekleştirmek istediklerini söyledikleri adalet,
hukuk, insan hakları vs. kategoriler de aslında birer “icattırlar”. İnsan,doğada meydana geldiği şekliyle “insan”
değildir. İnsanı, değer ve norm sahibi bir canlı olarakortaya çıkaran doğa değildir; ona bu
değerleri ve normları kazandıran toplumsallaşmadır. “Tarzan”, bu açıdan son
derece çarpıcı bir örnek anlatımdır veya hayatını basit kabileler ve yağma
yaparak kazanan toplulukların hayvana , modern insandan dahayakın olması düşündürücü bir örnektir.
Toplulukların kalabalıklaşması ve iş bölümümün artması ile iki ihtiyaç ortaya
çıkar:
Öncelikle toplulukta artık salt
hayvansal ihtiyaçların karşılanması aşamasının ötesine geçildiği içinartan çeşitlilikteki ihtiyaçları karşılayan
insanların da korunması gerekmeğe başlar.
Daha sonra başka toplulukların
saldırılarına karşı yeni kurulan toplumun korunması ihtiyacı artık daha
karmaşık birgereklilik halini alır.
Bu iki gereklilik, meydana gelen
toplumun sürekliliğinin sağlanması için “ edinilmesi vekorunması gereken varlıklar” yani “ değerler”
olarak kabul edilir ve bu kabul de kuşaktan kuşağa aktarılır.
Toplumdaki herkesin,toplumdaki güçlülere karşı dahi korunması
gerekliliği hukuğu; toplumun yabancı toplumlara veya topluluklara karşı
korunması gerekliliği dediplomasiyi ve
savunma örgütlenmesini doğurur.
İşte bu noktada “yaşanagelen”
düzenlerin “ifade edilmesi”, “anlamlandırılması” ve “aktarılması” gerekir ki bu
üçü,ulus karşıtı sosyalistlerin,
liberallerin ve etnikçitüm
örgütlenmelerin “icat” diyerek karalamağa çalıştıkları eylemin kollarıdır.
Belli bir noktadan sonra insan topluluğunun
kendisine bir isim vermesi yetmez. Bu topluluk kalabalıklaşamıyor, çeşitlenemiyor
ve daha ayrıntılı örgütlü yapılar meydana getiremiyorsa hayvansal sürüleşmeye
yakın bir durumda donmağa başlar. Bu donma hali ancak uluslaşmağa varan
karmaşık ve kurumsallaşmış yapıların ileri gitmesiyle fark edilebilir. Bu
durumda, kendince bir dile sahip olarak kendilerini diğer topluluklardan ayırt
etmesinin yeterli olacağını düşünen topluluklar, aslan sürüsünün sırtlan
sürüsünden ayırt edilmesi gibihayvansal
aşamaya yakın bir yerde kalakalır. Bu tür bir toplumsal yapılanmadan “insan” denen
canlının eserleri beklenemez.
Hattı zatında “insan” denen canlı
bile bir “icattır”. Doğada “insan” sadece maymunsuların alet yapabilen en zayıf
cinsinden başka bir şey değildir. İki ayaklı bu primat, eğer türdeşlerinin
korunması konusunda iradî bir çaba göstermiyorsa, kendi varlığının bir “anlam”
taşıdığına dair anlayış geliştiremiyor ise belki biyolojik olarak insan
sayılabilir ama modern insanın değerler dağarcığında kendisine bir yer bulamaz.
İnsan her aşamada “icatlarla”
ilerleyerek bugünkü durumuna gelmiştir. Gözden ırak tutulan veya görmezden
gelinen şey insanın yalnızca ateş, tekerlek veya kundurayı icat etmediği ama
asıl büyük icatlarının toplumsallaşmayla ilgili olan anlamlandırmaları ve değer
yaratma işleriyle ilgili olduğudur ki bu çabalarının toplumsal nihai aşaması
uluslaşma olmuştur.
İcatşüphesiz “doğal” bir şey değildir. Fakat
uygarlığın meydana getirilmesi de doğal süreçlerin sonucu değildir. Bu açıdan
ulusun “icat” edilmiş ve dolayısıyla doğal olmayan bir “yanlışlık” veya “kötülük”
olduğunu düşünenler, aslında insanın “doğasına” karşı çıkan immoralist
vahşilerden başka bir şey değildir.
Genellikle bir kınama ifadesiyle
kullanılan ve anlamını yitirmiş bir ata sözümüz var: “ İmamın dediğini yap,
yaptığını yapma..”
Sözle ilgili yaygın yanlış
kanaat, imamdan ideal ahlâkın örneği olması gerektiğidir.İmam bir ahlâk sembolü olabilir mi?
Öncelikle “ideal ahlâk”tespit edilebilirmi ya da “emredilebilir mi”?
Ahlâkın imamdan beklenmesinin
sebebi, imamın, ahlâkı doğrudan doğruya Tanrı’dan ve kâmilen öğrendiğinin
sanılmasıdır.
Ama bu, başka bir konudur.
Bir insanın bütün ahlâkı biliyor
olması zaten mümkün değildir. Ama daha önemlisibütün ahlâkî kodlarıezbere bilen
bir insanın bu kodları kendiliğinden uygulayıp uygulayamayacağıdır.
Arapça bilerek Kur’an’ı
ezberleyen bir hafız kendiliğinden bir zahit haline gelebilir mi? Kaldı ki
zühtbütün toplumabenimsetilmesi gereken bir eylem midir, yoksa
bireysel gelişme içintavsiye
edilebilecekistisnaî bir tutum mudur?
O halde sorularımızı en baştan
cevaplamağa çalışmalıyız.
Ahlâk tespit edilebilir biridea mıdır? Ahlâkın tespit edilebilir bir şey
olduğu düşüncesi dinlerle başlamıştır. Dinlerin amacı, ahlâkıbireylerin aklına ve vicdanına bırakmak
yerineonlara , hepsini benzeştirecek,
aynılaştıracak bir kodlar bütünü olarak dayatmak/empoze etmektir.Din bu amacı ile özündebir siyasal rejimdi. Çünkü dayattığı sözde
ahlâkî kodlarlabireyleri birbirine benzetmeğe,
onları tartışmaktan korkacakları bir emirler dizgesine uymaları için zorlamağa
çalışır ki bu da bir toplumsal düzen oluşturmak işinin ta kendisidir.
Bundan dolayıdır ki “din
adamının”/ ruhbanın dediklerinin doğrudan doğruya ilâhî bir kutsiyet taşıdığına
dair kanaat, bütün akılcı muhakemelerden uzak tutularak mutlak iktidarın
kaynağı haline getirilir.
Ahlâkın, iradeden, akılcı
muhakemeden ayrı bir “kurtuluş reçetesi” veya “mutluluk paketi” olarak kabul
edilmesi kolaydır ve kitleler genellikle akılcı muhakemenin yorucu çabalarındansa
akıllarını bir otoriteye ipotek ederek bir tür “mutluluk faizi” kazanmayı daha
kolay bulurlar.
Ahlâk Tanrı tarafından bütün
kodları eksiksiz biçimde va’z edilmiş bir emirler dizgesi değildir. Bunun
sebeplerinden biri toplumsal ahlâk kodlarının her devirde değişiklik arz etmesidir.
Özellikle İslâm’daki yaygın kabul gören kanaate göre bir altın devirdeki sakındırıcı
dayatmaları dondurarak bunların, her devirde insanlara adalet ve mutluluk
getireceği umulur.
Böyle bir altın devir ne var
olmuştur ne de böyle bir devrin “değişmez” ölçüleri var olabilir. Ahlâkın bu
emredici/buyrukçu/kurucu yorumu, insanlar arasında gerçeklere ya da
duygudaşlığa dayalı ilişkiler kurulmasını engeller.Bu ahlâk yorumu, insanlarda ahlâk emredici
otoriteye yaranmanın her şeyin üstünde olduğunu öğretir. Bu yüzdendir ki meselâ
sakalsız erkeğin tecavüze açık bir kadına benzediğini söyleyecek kadar sapkın bir
ruhbanın safsata mantığına uyanlar cennete gidebileceklerini umabilirler.
Pekiahlâkın doğasına dair yorumlarımızın imamın
dedikleriyle ve yaptıklarıyla ne ilgisi vardır?
Eğer imam ahlâka bir bütün olarak
hâkim değilse nasıl olur da onun dediğini yapabiliriz?
Sözdeki “imam”,ahlâkla en çok
uğraştığı düşünülenprofesyoneldir. Bu
yüzdendir ki onun ahlâk hakkındaen çok
şey bilen insan olduğu düşünülür.
Bir zamanlar ,din profesyonellerinin kurumsal biröğrenimden geçebilenşanslı insanlar olduğunu düşününce neden “imamın dediğini yapmamız gerektiğini” anlayabiliyoruz. İmam
birzamanlar güvenilir bilginin sahibi
sayılıyordu.
İmamın bu bilgi dağarcığı, onudiğer insanlar açısından daha güvenilir kılsa
da imamın bir insan olarak zaaftanmasun
olup olmadığı kimsenin aklına gelmez. Zamanında sıradan insanların ulaşamayacağı
bilgilerle dağarcığını zenginleştirmiş imamın sözleri şüphesiz çok önemliydi.
Bilgi zamanın içinden süzülüp
gelmiş bir değerdi. O, zamanın aşındırıcılığı ile inceltilmiş ve sayısız tecrübenin ince eleğinden geçerek bize ulaşmıştı. Dolayısıylagerçeğe yakın bilginin değeri insanlar
üstüydü.
Oysa imamın varlığı geçiciydi.
İmam zayıflıklarla doluydu.Ahlâkın
bilgisi belki göklerden paketlenmiş halde gelmiyordu ama doğru eylemin
bilinmesi için gereken sayısız tecrübeyle anlaşılabiliyordu. Dolayısıyla imamın
dediğini yapmak gerçekten önemliydi.
Oysa imamın hayatı kendine
özeldi. Öyle de olmak zorundaydı. Çünkü sanılanın aksinebir ahlâkî koda ne kadar güçlü kaymaklardan
gelirse gelsin veya ne kadar güçlü bir otorite tarafından emredilirse
emredilsin, insanların akıllarına uymuyor veya tecrübeleriyle uyuşmuyorsahemen hemen hiçbir etki yaratmayacaktır.
Bundan dolayıdır ki bir sevgi ve
kardeşlik dini olduğu söylenen İslam dininin vaz ettiği “ahlâkın” uygulanabilmesi
için şiddet ve korku şarttır. Şeriat rejimiyle yönetilen ülkelerdeki ölçüsüz
devlet şiddetinin kendisini Allah ile aklaması bunun kanıtıdır. Bunun
gerçek İslâmla ilgisi olmadığını söyleyen geleneksel savunuculara, bu dünyada
lâiklikle sınırlandırılabilse dahi dinin, kendine göre ahlâksızlar için korkunç
cehennem azapları, işkenceleri vaat ettiğini hatırlatabiliriz. Bu sadece İslâm’ın
sorunu da değildir. Kurumsallaşarak “din” haline gelmiş bütün inançlar aynı
araçları kullanır.
“İmamın dediğini yap, yaptığını
yapma!” sözü, imamın dediğinin objektif doğruluğunu takdir edip onu ahlâkî sorumlulukta özgür bırakır.
İnsanlaraeylemlerinin ahlâki doğruluğunu anlamaları
içinortak ve objektif bilgilerin
olduğunuve ancak bunların “ölçü”
sayılabileceğini anlatır.
Dolayısıyla bir imam ne kadar günahkârolursa olsun, önemli olan, onun bahsettiği
ahlâkî ölçülere uyup uymaması değildir; önemli olan, imamınkendilerine uysa da uymasa da bir takım
geçerli ve objektif ahlâkî normların var olduğunu bize söylemesi ve gerektiğinde, kendi
eylemlerini dahi bu ölçülerle yargılayabilecek olmasıdır.
Biz, göklerden gelenve evimize götürdüğümüzde, kendisine
uymamızın bile gerekmediği bir iyilik ve ahlâk paketine falan sahip değiliz.
Biz yılların içinde incelmiş bilgeliklerin aklımıza seslenişlerini dinleyerek
karar vermek zorundayız. Bütün olan biten bu.