“ CHP İstanbul teşkilatı PKK’nın
eline geçti!” falan deyip de çok sevdiğim solcu arkadaşlarımın dahi “Irkçı, faşist köpek, köpekçi ( Bozkurt’u
benimsediğim için), Kürt düşmanı, kafatasçı” vs
hakaretlerine uğramak istemiyorum. Aslında vaka bu olmasına rağmen solun
içinde debelendiği bunalımın kaynağına
bakmak istiyorum.
O halde… Ulusal bütünleşmeye havadan fazla ihtiyaç duyduğumuz şu günlerde
dahi 6. Filo kindarlığıyla sağı içindeki bütün çelişkilere rağmen toptan
karalayarak insanlık suçlusu haline getirmek için uğraşan böylece onunla
uzlaşabilecek milliyetçileri de kırıp dökmeyi umursamayan sol uzlaşmazlığa aynı sertlikte mukabele etmek hakkım doğmuyor mu?
Ama bu girişin konuyla bir
şekilde ilişkilendirilmesi gerekiyor.
O da şu: Solun yıkıcı, kırıcı,
haşin uzlaşmazlığı ne yazık ki onun, kendi kurucu paradigmasına duyduğu kesin
ve ilkel inancından kaynaklanıyor. Nedir kesin inançtan beslenen bu paradigma? “ Sınıf
safsatası”.
“Sınıf "safsatasına, “kavram”
diyerek onun bir yararlı ya da en azından tutarlı bir düşünsel inşa ya da keşif
olduğunu kabul etmemiz mümkün değil.
Peki ama “sınıf” safsatasının
kabahati nedir?
Toplum üretenlerin ve
kapitalistlerin çelişkisi yüzünden acı
çekmiyor mu? Toplumsal sorunların temelinde sınıfsal çelişkiler bulunmuyor mu?
Tarih bir “sınıflar mücadelesi” değil mi? İnsanlık ulusların ötesinde bir
sınıfsal yapılanmadan oluşmuyor mu? İşçilerin vatanı yoktu, değil mi?
Romantizme, duygusallığa ve aşırı
empatiye sadece beş dakika ara vererek birazcık serinkanlı ve akılcı düşünebilirsek yukarıdaki soruların özlerinde
yanlış olduklarını göreceğiz. Neden ve nasıl?
“Sınıf” endüstri toplumunun
ortaya çıkışıyla ortaya atılmış bir fikir. Neden? Çünkü endüstri toplumu iş
bölümünün ve zamanlamanın en kesin ve net şekilde geliştiği toplum. Burada
sisler arasında kalan nokta şu: Endüstri toplumu “zaten meydana gelmesi gereken”
doğal bir toplum değildi ve endüstrileşme de tarihin bir cilvesi veya kanunuyla
meydana gelmedi.
Endüstri devrimi, toplumda
sınıfları oluşturan din elitlerine karşı fikir hürriyetinin kazanılması,
bilginin bu tutuculuğa rağmen
yaygınlaştırılması, fikir mülkiyetinin kurumsallaşması ile gerçekleşti.
Bütün bunlar yararları önceden bilinerek yapılmadılar elbette. Ama ısrarcı
tutuculukların ve sınıfsal katılıkların yol açtığı zararların uzun süre
gözlenmesi sonucunda el yordamıyla da olsa keşfedildiler ve sonra da
geliştirilediler. Yani sanıldığı gibi “sınıf” endüstri toplumunun bir zehirli
atığı falan değildi.
Endüstri devriminden önce de
toplumda “sınıflardan” bahsedilebilirdi ki sınıf, aslında endüstri öncesi
toplumlara ait bir olgudur. Oysa “sınıf” düşüncesi, tam da sınıfların toplumsal
geçişlilikle alabildiğine zayıfladığı bir dönemde ortaya atılmıştır. Bu dönemde
aristokrasi önemini yitirmiştir, insanlar iş değiştirebilmeğe, yatırım
yapabilmeğe, gelirini artırabilmeğe başlamıştır. Endüstri toplumu, toplumun her
kesiminin yönetime ilgisinin ve katılımının arttığı bir toplumdur ki böylesi
bit toplumsal yapıda aristokrasinin sınıfsal dayatmasından artık bahsedemeyiz.
Ve tam da burada iddialı bir biçimde sınıflı toplumun endüstriye geçişi
yavaşlattığını, geciktirdiğini endüstri devi İngiltere’nin sömürgesi Hindistan’daki
kast sistemi örneğine bakarak söyleyebileceğimizi sanıyorum.
O halde Marx anlık bir kesit alıp
bunu dinamik bir topluma uyarlayabileceğini sanarak toplumsal geçişlilik, para ve servetin hareketliliği, tasarruf
imkânlarının yarattığı refah imkânları gibi unsurları görememiştir. Ve bunun
sonunda da “ aslında değişmeyen, hep bugünü yaşayan” ilkel toplulukların romantik masumiyetini
sosyalizmle toplumu sınıftan arındırılmış bir halde dondurmak hayaline kaynak
saymıştır.
Onun “ tarihsel materyalizmi” ve
diyalektiği bütün değişim iddialarına rağmen aslında “ bir kere kuruldu mu asla
değişmeden kalacak bir endüstriyel refah cenneti” hayaline dayanıyordu.
Bu da sınıfların ortadan
işçilerin şiddetiyle kaldırıldığı ve böylece herkesin sonsuz bir mutluluk ve
gönüllülükle destekleyeceği bir işçi diktatörlüğünü yaratacaktı.
Marx en başta bir tarihsel hata
yapmıştı. Çünkü öncelikle tarihi kültür
ve sosyoloji penceresinden okumak yerine kendi fantezilerine göre bir
tarih oluşturmağa kalkmıştır. Bugün dahi onun fantastik tarihsel şablonunun
iktisat fakültelerinde bir gerçekmiş gibi okutulması inanılması zor bir
tutuculuktur.
Tarihi kültür ve sosyoloji penceresinden
okumaktan vazgeçtiğinde, “sınıf” saydığı işçilerin farklı ülkelerde neden onun
kafasındaki şablonlara uygun davranmadığını açıklayamamış burada bir “kapitalizm
komplosu” uydurarak işçilerin aralarındaki kültürel farklılıkları aşabileceğini
sanmıştır.
O “sınıf” safsatasını alabildiğine büyütüp semirtirken
insanın doğasını anladığını sanıyordu. Oysa insan doğasındaki ortak özellikleri
anlamak yerine insan doğasının kendi düşündüğü gibi olması gerektiğini
dayatmağa çalışıyordu. Dünyayı anlamağa çalışan filozofları küçümsüyor ve
doğasını hiç anlamadığı insanı kendi tarihsel şablonlarına göre biçimlendirmeğe
kalıyordu.
Oysa insan doğası, sınıf fikrini yanlışlıyordu.
Çünkü meselâ insan zengin de olsa fakir de olsa her zaman
çok olanı az olana tercih ediyordu.
Toplumsal konumu ne olursa olsun
bir zaman tercihine göre hareket ediyordu.
Geliri ne olursa olsun, başkalarının
varlıklarını, kendi varlığına dokunulmaması gerektiğine dair ferasetiyle
geliştirdiği bir empatiyle dokunulmaz sayıyordu.
İnsan, hayatını bir çelişki
olarak görmüyor, aksine geliştirilmesi gereken bir uyum ağı olarak görüyor ve
buna göre davranıyordu. Çelişkileri,
çelişkinin taraflarından birini yok ederek çözeceğini düşünen Marxist ilkellik burada
insanın hayatta kalma şekline çarpıyor
ve parçalanıyordu.
Ve daha özel şartlarda insanlar kendi uluslarını, insan
beraberlikleri içinde gerçekleştirilebilecek
en büyük uzlaşma şekli olarak görüyor ve
bunun ötesinde bir olguyu da kabul etmiyorlardı. Dolayısıyla Marx’ın romantik
müdafaaına mazhar olan sevgili işçileri, savaşta ve barışta kendi uluslarını,
Marx’ın asla idrak edemeyeceği kıskanç bir sevgiyle benimsiyor ve koruyorlardı.
Ve bu noktada Marxizm aslında
akılcı bir izah olmanın ötesinde
alabildiğine romantik bir dinsel
inanca ve yobazca bir harekete dönüşüyordu. Çünkü ne kuramsal olarak insan toplumlarının
temelindeki tarihi, kültürü, dili vs görebiliyor ne de bunların insan eylemelerine etkilerini
anlayabiliyordu.
İşte bu yüzden sosyalizm nerede
hayata geçirildiyse sözde halkların kardeşliği adına rejimin kurucusu başat ulusun doğal baskısı,
sözde enternasyonalist kardeşlik ve eşitlik hayaline rağmen kanla ve yıkımla egemen
kılındı. İnsan doğasına uymayan sosyalizm, milyonların kırılması pahasına yerleştirilmeğe çalışıldı. İnsanlar,
sosyalist ülkelerde, doğalarına uymayan bir hurafeye itaat etmeğe zorlandılar.
( İsveç sosyalizmi, mülkiyete ve ticarete diş geçirememiş sosyalizmin, popülist
ve uzlaşmacı ödüncülüğünden başka bir
şey değildir. Sosyalizmin piyasayı ve hürriyeti öldürebildiği hiçbir yerde
refah ve hürriyet gelişmemiştir.)
Sınıf hayalinin kutsandığı yerde
ulusal kimliklere ve tarihe yer yoktu. Pratikte başat bir ulusun baskısı
olmaksızın yaşatılamayan devletlerin varlığı dahi sınıf fikrinin bir safsata
olmaktan ileri gdiemediğini göstermeğe yetiyor da artıyordu.
Peki bu durumun, Kürt
etnikçiliğinin, solun çoğunluğunu ele geçirmesiyle rehin almasıyla veya kendine
aşık etmesiyle ne ilgisi var? Şu ilgisi var:
Sınıf safsatası solcuları kendi uluslarına karşı körleştiriyor. Onların
kendi uluslarının değerlerine yabancılaşmasına ve hatta düşmanlaşmasına sebep oluyor. Çünkü sınıf safsatasıyla ,
ulusal tarih, dil, duygu birliği, hukuk birliği gibi olgular bir arada
bulunamıyor.
Bir kere sınıf safsatasını benimsediğinizde,
ulusunuzu meydana getiren bütün değerler “insanlık dışı kapitalist bir dayatma
veya uydurma” haline geliyorlar. Bunları savunan insanlar da insanlık suçlusu
birer ırkçı ve faşist oluveriyorlar. ( Muhtemelen yazıyı okuyunca beni
engelleyecek pek çok solcu arkadaşım gibi…)
Hal böyle olunca
ülkenizi ve ulusunuzu tehdit eden etnikçi şiddet hele sizinle aynı
paradigmayı benimsiyorsa size , adı Türk olan büyük bir ulustan nefret etmeğe
başlıyorsunuz. Aslında ideolojiniz
gereği nefret etmediğinizi söyleseniz bile Türk’ün egemenliği dahi size
insanlık dışı bir baskı rejimi olarak görünmeğe başlıyor. Meselâ bir CHP
milletvekilinin “ Hayatta duymaktan en çok tiksindiğim söz “ Şehitler ölmez
vatan bölünmez!” sloganı!”demesi bu nefretin bir ifadesi.
Sınıf safsatası var olmayan ve
asla olmayacak bir çelişkiyi insanların kafasına sokarak Marx’a göre doğal bir kan ve yıkım eyleminin meşrulaştırıcısı /
rasyonelleştiricisi oluyor.
İşte bu yüzden Türkiye’de sol, ulusal
bütünlüğün yıkılmasında enternasyonalist/ümmetçi
siyasal islâmcılarla doğal bir ittifak halinde çalışıyor. Anayasa’nın 66. Maddesindeki
Türk isminin silinmesini Kürtlere yaranmak için kabul eden solun kitlesel temsilcisinin
aklındaki temel çarpıklık, işte bu sınıf
safsatasında yatıyor.*
2 yorum:
ÖZENLE SEÇİLMİŞ BİR KONU.ÇOK YARARLI, SOSYOLOJİ YE BU KADAR HAKİM BİR ECZACI VAR MI?
Estağfurullah efendim...
Bugünlerde sosyal medyada ülke bekaası ile ilgili konuştuğum sosyalistlerde gördüğüm bir açmaz bu. Şimdiden teşhis edilmezse daha kritik günlerde ciddi problemlere yol açabilecek bir konuydu.
İlgi gösterip zaman ayırdığınız için çok teşekkür ediyorum, her zaman bekliyorum.
Saygılar.
Yorum Gönder