28 Şubat 2017 Salı

Aman Diyem Ya Seçkinci Olursak?


Değerli yazarımız Derya Hanım benim fazlasıyla seçkinci ve dışlayıcı olduğumu düşünüyor, sanırım.

Nihat Genç de AKP tabanının dışlanmaması gerektiğini düşünüyor.

Yani kefenli abim, türbanlı bacım,  Fatma Teyze’m, Hacı Amcam… Sizin  ne dediğinizi anlamamız gerekiyor.

Meselâ kefenli abiler, siz “ AKP için ölümü göze aldık!” diyorsunuz he mi? Yani meselâ CHPlilerin köşe başında “Ulan  şuradan bir AKPli çıksa da öldürsek!” falan dediklerini düşünüyorsunuz herhalde? Yani herhalde memleketin her yerinde  herkesin aniden ölebileceğini, dolayısıyla kefenli dolaşmanın Müslüman ahaliye vacip olduğunu falan düşünüyorsunuz. Size bir sır vereyim mi? Şehitler kefenlenmez, elbiseleriyle ve hem de yıkanmadan defnedilirler…

 Ya da meselâ  15 Temmuz’da darbeci  askerlerin elinize aldığınız paspas saplarından, kemerlerden falan korkup da teslim olduğunu düşünüyorsunuz herhalde. Ya da  kışla kapılarına çöp kamyonu koyunca tankların bu  engelleri aşmaktan korkarak parka çekildiklerini mi düşündünüz? Kızmayın yahu anlamağa çalışıyorum.

Peki ne yapalım?  Ne yapsak daha mutlu olursunuz? Meclise falan boş verip mahkemeleri, milletvekillerini,  bakanları, bakmayanları, merdivenden kayanları falan tek bir insanın seçmesine  razı gelsek; bizi kardeşiniz  sayar, kefenle gezmekten vazgeçer, elinizdeki Vleda saplarını toprağa gömer misiniz?

Peki mesela seçtiğiniz insan, çocuğunuzun askerlik yaptığı yer her neresiyse;  “ Ben  ümmetin halifesiyim ulen! Buralara Kürdistan, şuralara  Lazistan, vergi veren gerzeklerin memleketine de Kazistan  diyorum!” dese; “ Elhamdilillah oğlumuz artık Kürdistan’da askerlik  ediyor, şehit falan olmayacak, PKKlı abisi de onu vurmayacakmış!” diye  sevinecek misiniz?

Ya da  hadi sizin mahalleden birini başgan ettiniz, diyelim;  evinizin makarnayla mı dolup taşacağını düşünüyorsunuz?

Yoksam… “ Sana ne lan? Biz Müslümanız! Müslüman gibi yaşayacağız! Ama sen de Müslüman gibi yaşayacaksın! Müslümansan Müslümanlığını bil hırt!” falan mı diyorsunuz?

Şimdi mesela size: “Abiciğim bu yol, yol değil… Yarın bir gün her tarikat, her cemaat , her aşiret kendi başına silâhlanmağa başlarsa;  durmadan  hakaret ettiğiniz Türk Ordusu’nu ararsınız ama bulamazsınız. Sizi kimse kurtaramaz, her mahallede IŞİD  benzeri çeteler kelle kesmeğe başlar!” desem siz de bana: “ Olsun, CHPliler, dinsizler, Türkler, ırkçılar, Atatürkçüler ölsün de biz  zaten kefenimizi giymişiz, biz de ölürüz!” mü dersiniz?

Abiciğim ben sizin türban “duyarlılığınıza”  falan hep saygılıydım da siz  türbanı her yere soktunuz.  Bir yandan türbanı her yere sokuyorsunuz, öbür yandan fetva kanallarınızda, “Kızların okuması gerekmez, Müslüman çocuk yetiştirsin yeter!” deniyor. Abi bir karar verin ama…

Karınıza kadın doktor istiyorsunuz ama kadınla erkek bir arada okumasın istiyorsunuz. Kızmayın ama sizin siparişinize göre  üniversite açmamız imkânsız. Dünyada da öyle bir üniversite falan yok, bilmenizi isterim. Siz bir “Evet” dediniz diye de şapkadan üniversite çıkarmamız mümkün değil.

Bir şey soracağım: Sizce başı açık kadınların hepsi “yollu” falan mı? Mesela şort giyen kadınlar ölse de olur mu?  Ya da meselâ şimdi Anayasa değişikliğine evet deyince başı açık, şortlu kadınları şıp diye örtüp imana getirtmek mi istiyorsunuz? Yani meselâ kadının biri “ Bu ne ya? Ben bunu örtmem !” falan derse, otobüste ağzının üstüne tekmeyi yapıştırıp “Müslümansan Müslümanlığını bil orospu!” mu demek istiyorsunuz?

Şimdi  Derya Hanım  kefenli abilerime kabalık ettiğimi, onları anlamağa çalışmadığımı söyleyecek, adım gibi eminim.

Türbanlı ablalarım, sizinle ilgili merak ettiğim  bir şey var: Okuduğunuz gazetelerden bir türbanlı kadın yazar “ IŞİDçilerle yatmak cenneti garantilemektir!” derken ne dediğini  hakikaten anladınız mı? Yani  o gazeteci abla çarşaflı bir kadının  bir yatağa yatıp bacaklarını ayırıp üstünden yirmi tane birden erkeğin geçmesine izin vermesine “cihad” derken … Bu ablanın sözlerini, sırf CHPlilere, fasıklara  vs inat namusunuza sığdırabiliyor musunuz? Biriniz çıkıp “ Ablacığım sen kafayı mı kırdın? Bu dediğini açık kadınlar yapsa “orospuluk” derdik.” Falan demeyi akıl edebildi mi?

Ya da “ Başbakan emretsin 12 yıllık yuvamı yıkarım!” diyen ablaya hiç biriniz “ Yahu abla! Senin ağzından çıkanı kulağın duyuyor mu?” diyebildi mi?

Bak türbanlı bacım… Yarın senin istediğin gibi biri başkan olsa şeriatı ilan etse… Sence ne olacak? Yani her mezhebin kendi mahkemesini kurması ile daha mı adil bir ülke olacağız?

Türbanlı bacım mirasın kırıntısını ancak elde edebildiğinde “Oh be zaten malın fazlası beni bozardı!” falan mı diyecek?

On beş yıldır,  bir partiye  istikrarlı şekilde oy veriyor musunuz? Evet.

On beş yıldır, oy verdiğiniz partinin her dediğini olduğu gibi kabul ediyor musunuz? Evet.

Türk ırkını yok sayıp milliyetçiliği ayaklarınızın altına aldınız mı? Evet.

“Size bir Kürt kedisini bile vermem!” diyerek PKK ile kol kola giren Barzani ile gurur duyduğunuzu söylediniz mi? Evet.

Evet deyince ne olacak?  
Memleketin Kürdistan, Lazistan vs diye bölünmesinin önü açılacak.
Başkanınızın atadığı hakimlerle aynı   tarikatten değilseniz adaletten şüphe duyacaksınız.
Ekmeğiniz  bir kişinin iki dudağı arasında olacak.
Sizin seçimlerinizin falan hiç bir öenmi kalmayacak, başkanınız ne derse o olacak!

Bunların hepsi sırf siz bütün kadınlara türban taktırmak istiyorsunuz diye olacak. 

  Daha da anlamadıysan hemşerim… “Evet” dersen yok olacağız, hem de hep beraber! Çünkü şimdiye kadar mendil kadar arsan için kapısını aşındırdığın laik mahkemelerin, oğluna iş bulsun diye gittiğin vekillerin, hırsıza , uğursuza  karşı medet umduğun jandarmanın falan hiç biri artık olmayacak! 



Sen ölmek nedir bilir misin? Kafandaki “örnek” ancak IŞİDçi intihar bombacısı ise sana söyleyeyim, örnek aldığın yaratık insan falan değil, bilesin…



27 Şubat 2017 Pazartesi

İdeolojik Kamplaşmayı Aşan Bir Türkçü Uzlaşma Tasarısı

Sosyal ortamda kendisiyle oldukça uzun tartıştığım bir  Türk Solu mensubu, ne yalan söyleyeyim kafamda bir umudun kıvılcımlanmasını sağladı.

Şunu her şeyden önce belirtmeliyim ki kuşaklar arası bir algı ve birikim farkı kesinlikle var.
Benim gibi çocukluğunu şiddetli ideolojik kavgaların içinde geçirmiş biriyle o günleri ancak Denizci, Mahirci güzellemelerden okumuş gençler arasında anlaşmazlık olması doğaldı.
Muhatabımın tavrını emsal almam sanırım yanlış olmaz. Çünkü genelleştiği takdirde yarar getirecek her eylem bir çığır açıcı olarak görülmelidir.

Aziz muhatabım kendi sosyalizmini " konjonktürel" olarak tanımlıyordu. Bunu "faydacı" olarak anlamayı tercih ettim. Zira sosyalizmi " Türk için" istediğini belirttiğinde dikkatimi gerçekten çekti. Ayrıca zamanında unitarist yani birlikçi / Turancı cephede yer alan Sultan Galiyef'i ölçü alması da bu faydacılığının ciddiliğine beni ikna etti.



   Aramızda iki konuda uzlaşmazlık yaşıyorduk ki bu konuların aşılması en zor olanı tarihselciliğimiz/ tarihsiciliğimiz idi. Şahsen ben solun hiç bir idolünü kahraman olarak görmediğim gibi hepsini istisnasız biçimde şu anda kendisiyle mücadele ettiğimiz  Kürt etnik terörünün müsebbiplerinden sayarım.

Öbür yandan solun tetikçi -kışkırtıcı kalem geleneğinin Türkçülük adına Atsız gibi bir Türk atasına dil uzatması da uzlaşmazlık için aslında yeterli bir nedendir.

Bütün bunlara rağmen birbirimize yerleşik ön yargıların penceresinden bakmak yerine  tarihi belgelerle bakmak , tarihi husumetleri devirlerinin şartları içinde değerlendirmek belki de bir Türklük buluşması için akılcı bir başlangıç olurdu.

Uzlaşmazlığın ikinci ayağı ideolojidir ki bu da ulusumuz kesin şekilde birinci öncelik olarak kabul edildiği takdirde aşılabilirdi.
Bu durumda şu koşulları samimiyet ve ciddiyetle kabul ederek bir araya gelmek tüm Türkçülerin görevidir.
1-İdeolojik çatışmaların tarihine saplanmamak,
2- İdelojik fraksiyonları ulusumuzdan aziz bilmemek,
3- Birbirimize sürekli samimiyet testi uygulamamak,
4- Birbirleri hakkında değişmez yargıları olan kuşakları toplantıdan uzak tutmak,
5- Toplantıyı hiç bir partiye mal etmemek ve siyasi propagandadan uzak durmak,
6- Reddetmek için değil dinlemeğe ve anlamağa çalışmak için bir araya gelmek,
7- Türklük için bir araya gelemeyenlerin düşman için ayrışacağını unutmamak,
İşte bu hal ve şartlar altında bir araya gelecek Türk çocuklarının çelik iradesini hiç bir düşman yenemeyecektir. Şurası unutulmamalıdır ki hiç bir ideoloji ırkın, dilin, tarihin ve kültürün birleştirdiği insanların kardeşliğini içinde barındıramaz.
Tanrı Türk'ü korusun!

26 Şubat 2017 Pazar

Türban Ve Akıldışılık

Akılcı her şey tartışılabilir. 

Bazı şeylerin izahı hemen yapılamayabilir.

Bazı şeyler doğa olayları olarak görülerek oldukları gibi kabul edilirler ki bu bile onları anlayabilmek arzumuzu azaltmaz.

İşin içine din girince bütün anlamlandırma işleri ya çarpıtılır ya da askıya alınır.

Son dönem siyasal çarpışmaları yönlendiren başlıca etken dindir. Öyle ki siyasetimizin ana ekseni din olmuştur.

Böylece dine dayalı bir toplumsal düzen kurmak hırsı ile dini sınırlamak arasında bir mücadele ortaya çıkmıştır. Ama sorunun asıl ekseni dindir.

Dinciler dinin tartışma üstü bir tür doğal fenomen gibi görülmesini istiyorlar.

Önce savundukları şeyin Tanrı emri olduğunu sonra da kişisel inançlara dokunulamayacağını söylüyorlar.

Böylece ancak bireyin vicdanına ait olmadı gereken iki hususla ulusu ve onun egemenliğini rehin almağa çalışıyorlar.

Bunu da somut bir giyim sorunu olan türbanla/ başörtüsüyle sağlamağa uğraşıyorlar.

O halde sormamız gereken sorular şunlar olabilir:

Türban Tanrı'nın emri midir? 

Türban,  tartışılması mümkün olmayan bir doğal fenomen midir?

Türban akılcı bir tercih midir? 

Türban veya baş örtüsünün Tanrı'nın emri olduğuna dair tek sözde kanıt, Nur Suresi 31.ayetteki bir kelimenin "baş örtüsü" olarak çevrilmesidir. O kelime "baş örtüsü " olarak çevrilmemiş olsaydı, bugün ülke kadınlarının %70'inin böyle bir derdi olmayacaktı.

Kaldı ki Tanrı bunu açık bir şekilde emretmiş bile olsa bir başka Ve daha büyük bir sorun ortaya çıkardı: Baş örtüsünün şekli ve ölçüsü nasıl belirlenecektir? Görünen o ki her tarikat ya da cemaat onu kendi estetik tutkusuna göre çeşitlendirmektedir. Ayrıca mesela Doğu Avrupalı mankenlerin çekicilikleriyle sunulan pek çok türban, kadınlara bir yandan örtünürken diğer yandan cinsel cazibeyi korumanı bilinçdışı mesajını vermektedir. 

Türban sorununu yaratanların tamamı, kendi akıldışılıklarına Tanrı'yı kalkan edenlerdir. Tanrı'nın insanlığın bir sürü varoluşsal sorunu dururken Arap toplumunun poligamik erkeklerinin sapkınlıklarını dizginlemekle uğraşması  aklın olduğu kadar "kutsallığın" içeriğiyle de tutarsızdır.

Türbanın doğal bir fenomen olması tamamen akıldışıdır. Çünkü o ancak bireysel bir tercih olan dinin sonucudur  Oysa doğal fenomenler engellenemez ve kaçınılmazdır. Dininizi değiştirebileceğinize göre türban doğal bir şey değildir.

Türban tercihiyle ilgili sorular ya kişisel mahremiyeti ihlal bahanesiyle susturulmakta ya da  Tanrı'nın dokunulmaz kutsallığıyla tartışma dışına itilmektedir.

Her halükarda türban akılla hiç bir ilgisi kurulamadan kabul edilen bir tabuya ve modacıların alabildiğine güzellik istismarıyla da dinci bir cinsel fetiş nesnesi haline gelmektedir.

Tartışma dışı kutsal bir konuma yükseltilen türban bu konumu ile tartışma ve eleştiri kültürünün, demokrasinin ve insan haklarının  bizatihi düşmanıdır. Sadece bu sebep bile topran ve ebediyen yasaklanması için yeterlidir.




25 Şubat 2017 Cumartesi

Kişisel Akış 2

Küçük  kızımla kahvaltı ettik.

Cumartesileri, bizim çocukların kurs günü. Her biri bir yerde çalışıyor.

Önce en küçüğümüzü Tekvando kursuna götürüyorum. O orada tepişirken küçük kızımla zaman geçiriyoruz.

Bana   hiç bilmediğim, üstelik de anlayamadığım çevrim içi oyunlardan bahsediyor. Galiba bu kuşağın en sevdiği oyun "Minecraft".

Minecraft  yaratıcılığa dayalı ve "katılımlı" bir oyun. Gene de ona bakmak bile ruhumu yoruyor. Belki de bir yoğunlaşma eksikliği falan çekiyorum ondan dolayı da oyun beni çabucak bıktırıyor.

Bir ara ne tür videolar çekerse daha  çok ilgi çekeceğini falan konuştuk.

Anlayabildiğim kadarıyla Youtube hep aynı tür oyun videolarıyla dolu. "Orijinal" bir şey çekmek ilgi görmemek riskini taşıyor.

Kızımla ABDdeki ve bizdeki Youtubecular arasındaki kazanç farkını falan konuştuk.  Sanal ağın bir yaşam tarzı haline geldiği ABD ile hâlâ biraz lüks sayıldığı ülkemizde  elbette devasa bir fark vardı.

Küçük kızımın sanalağ kültürü inanılmaz geniş. Önünde TEOG falan gibi bir sınav olmasa bu konuya yoğunlaşabilmesini isterdim.

Küçük kızım bir yandan piyano dersinin notlarına bakıyor. "İlgili akorlar"  galiba kafasını biraz karıştırıyor.

Artık oğlanı almak için yavaş yavaş hazırlanmam lâzım. Gerçi kendi başının çaresine de gayet güzel bakabiliyor.

24 Şubat 2017 Cuma

İnsan Olarak Türkçü

Tipolojiye Normatif Bir Yaklaşım

Atsız gibi bir anıt kişilik önümüzde dururken Türkçü tipolojisi hakkında konuşmak zor,

Gene de el yordamıyla da olsa "modern bir Türkçü tipi" hakkında kafa yormak yararlı olabilir. Kafamdaki "ilkesellik" şarta bağlılığı reddetmeğe eğilimli ise de... Ülkenin değişen şartları ve ahlâka değişen bakışla birlikte yeni bir yaklaşım gerekiyor sanki.

Ahlâk neden önemli? Ahlâk gönüllü bir uzlaşmanın ilk şartı. Ahlâka bağlılık konusunda bir uzlaşmaya varmasalar; insanlar nasıl bir arada yaşayabilirlerdi?

Hele söz konusu, ulus çapında bir beraberlikse ahlâk ,kurumlarımızı çok daha geniş bir çapta etkiler.

İlkel toplumsal yapılarda kurumlar öylesine az ve ilkeldir ki onların devamı için birincil referans güçtür. Kabil'e veya aşiret reisinin buyrukları birincil güçtür.

Oysa beraberliği daha çok ve karmaşık kurallara dayanan  toplumlarda birincil referans ,  bir " zarar vermemek iradesi" olarak ahlâktır. Ki ancak bu referans sayesinde insanlar her yanlarını kuşatan bir  dikenli kanunlar cehenneminde yaşamaktan kurtulur.

Atsız'ın ahlâkı, ulusun bekasına ve töresine sarsılmaz bir sadakat ile ortaya çıkar.

Zaman içinde artan nüfus, çarpık da olsa şehirleşme ve buna bağlı oluşan kozmopolitlik bu temeller üzerinde biraz daha "geniş" bir ahlâkî yaklaşımı gerekli kılmıştır ki bu yaklaşım az önce değindiğimiz "zarar vermemek iradesi" olarak ahlâktır.

Bu durumda Türkçü'nün ahlâkî yapılanmasında daha bireyci  olması ulusunun her bireyini kabullenebilmesinin ve ikna edebilmesinin şartı gibi görünmektedir.

Bu durum da onu buyrukçu ya da buyurgan olmak yerine daha ikna edici olmağa itecektir.

İknaya dayanan insan, fikirler üreten insandır. Türkçü, kendi aklıyla düşünmedikçe fikir üretemeyeceğim bilmelidir.

Kendi aklını kullanan insan onu varlığının ayrılmaz parçası olarak gördüğünden gerçek bir zararsızdık iradesini taşıyan  her fikre saygı duyacaktır.

Ve böylece o "medeniyetçi" bir insan olacaktır.

Ve böylece o medeniyeti tehdit eden her türlü ilkelliği ve şekilciliği reddedecektir.

Buraya kadar bahsettiklerimiz ulus üstü bir insan tiplemesi gibi görünebilir evvelki de öyledir.

Türkçü'nün bunlarla ilgisi nedir? İlgisi şudur:

Türkçü, medeniyet yaratıcısı olduğunu bildiği ulusunun hür ve müreffeh yaşamasını sürekli gözeten insandır. Bu yüzdendir ki Türkçü, Türk Ulusu'nun bekassının ancak medeniyetin korunmasıyla sağlanabileceğini bilir ve ona göre davranır.

Türkçülük artık kendisine şetiat prangası takmağa uğraşan şeriatçı siyasal milliyetçilikle yolunu kesin şekilde ayırmalı , fikri,vicdanı, irfanı hür Türk çocukları yetiştirmeğe odaklanmalıdır





Kişisel Akış 1

Ayıptır söylemesi yeni bir telefon aldım. Oldukça iyi bir telefon ve blog uygulaması da çok iyi.

Yen'i bir telefon edinmek, Türkiye'de olağan bir iş. Elinde son model bir akıllı telefon olmayanı nerdeyse dövecekler.

Ama ben bugünkü bloğu mesaj vermek için falan yazmıyorum. Yani kendimi tutabilirsem; kıssadan hisse falan çıkarmadan yazıyı bitireceğim.

Telefondan blog yazmağı seviyorum. Bilgisayarın hantallığından kurtulup kendimi daha özgürce ifade edebiliyorum sanki.

Üstelik bugün 1000 kelime borcumu da ödedim. Belki yeni  kitaptan bir bölüm daha yazarım bile...

Telefondan blog yazmak bende bir tür seçkinlik duygusu uyandırıyor. Kendimi daha medeni ve yaratıcı hissediyorum. 

Bir de çok uzun ve konulu yazmadan da  yazabilmek güzel geliyor bana. 

Şimdilik bu kadar...

23 Şubat 2017 Perşembe

Milliyetçi Camiada Akıl Ve Liderlik Açmazına Kısa Bir Bakış

Milliyetçi camiada liderlik tartışmaları karşısında kendimi gülmekten alamıyorum. 

Milliyetçi camianın var oluşu ciddi bir problem haline gelmişken böylesi cılız ve bilgi fakiri bir camiayı kimin kurtaracacağını tartışmak, açıkça saçmalık. 

Çünkü artık Türkiye'de milliyetçilik, dindar seçmene yönelmiş basit bir vatanseverlik haline getirilmiştir.

 Türk milliyetçiliğinin doğuda ve güneydoğuda hiç bir varlığı kalmamıştır. Bunun en büyük sebebi Türk İslâm Ülküsü hurafesinin dayandığı şeriat vaadinin, gerek Nurcu ve  Şafi Kürtçülük gerekse Menzilci Nakşilik tarafından çoktan sahiplenilmiş olmasıydı.

Dokuz Işık belki ideolojik bir  öneri olabilirdi ama  dini siyasi bir araç yapmak kolaycılığı, Dokuz Işık'ın ilet tutar bütün akılcılığını ortadan kaldırıp milliyetçi siyaseti dinci bir vaat yapmıştır.

Hal böyleyken milliyetçiliğin Kürtçülük ve İslâmcılık karşısında erimesine sebep olan  zihniyeti sorgulamak yerine   sorunun lider değişiminden ibaret olduğunu sanmak büyük bir sığlık.

Liderini bir tür dini figür gibi gören bir camianın Türk ülkesinin hiç bir sorununu çözmesi mümkün değildir.




18 Şubat 2017 Cumartesi

Türk Milliyetçiliğinde Entelektüel İsrafı


Hadi biraz özeleştiri yapalım.

“Türk Milliyetçiliği” yeknesak bir hareket değildir. Bu hareketin içinde her halükârda Türk’ü düşünen  bir avuç Türkçü’nün dışındakilerin tamamı “Türkçülüğü”, kuru ( Beşir Ayvazoğlu), dindışı, itici, Şamanist, ırkçı, hayalci bulan “Türk İslam” milliyetçileridir.

Bu iki grup arasında Türk düşmanlarına karşı  ittifak ve tesadüfi kişisel yakınlıklar dışında hemen hemen hiçbir  duygusal ve felsefi müşterek yoktur.

Bu ayrılık özellikle yaratıcılık ve “entelektüel  istihdamı” konularında  ortaya çıkıyor.

Yaşanmış bir olayla başlayayım: Bundan tam yedi sene önce , çok genç yaşta bu kötü dünyadan ayrılan, ince ruhlu bir çocukluk arkadaşımın  taziyesinde,  büyüklerimiz, milliyetçi camianın kendi yönetmenlerini, senaristlerini, ressamlarını, ediplerini vs. yetiştiremediğinden yakınmıştı.

Aradan geçen sene yedi seneden sonra aynı büyüklerimizin aynı şikâyetleri tekrarladıklarını duyunca acı acı gülmeden edemedim.

Her canlı, ancak  bünyesine uygun iklimde yaşayabilir. Filleri kutuplarda yaşatmamız doğal olarak mümkün olmadığı gibi kutup ayılarını da doğal yollardan  Fiji adalarında yaşatabilmemiz mümkün değildir.

Entelektüel insanın da bir yaşama iklimi vardır. Bu iklimin özellikleri, uygarlığın getirdiği fikir çeşitliliği ve özgürlüğü, insan hayatına ve düşüncesine saygı,  mülkiyet rejiminin korunacağına dair kesin bir hukukî  güvence, ulusal egemenlik ve bu egemenlik ile korunan ulusal hukuk birliği vs.dir.

Bu şartlar  ancak uygar ulusların yarattıkları şartlardır.  Aslında “uygar ulus” tamlaması dahi gereksizdir, çünkü “uluslaşma ve uygarlaşma”  birbirlerinin ayrılmaz parçalarıdır. Uygarlığın yaşatılması için duyulacak istek ve gösterilecek özen de ancak lâik bir hukuk devletinin gerekliliğine duyulan sarsılmaz bir akılcı inançla mümkündür.

Peki ama “Türk milliyetçiliğinin” ezici çoğunluğunu oluşturan “Türk islam Milliyetçileri” bu şartları temin edebilir mi?

Ne idüğü belirsiz bir söylem olarak Dokuz Işık’ı bile yerinden eden ve milliyetçiliği “İslam’ın zafer mücadelesi” haline getiren şeriatçi yönelimin, “Türk için Türk’e göre ve Türk tarafından” düşünecek bir  hareket doğurması mümkün müydü? Elbette değildi.

“Kanımız aksa da zafer İslâm’ın!” safsatasının ne özgür düşünceyle ne kişisel yaratıcılıkla ne bireysel vicdanla ne fikri mülkiyetle bir ilgisi vardı.  Ama bu safsatanın temel ilgisi : “İnsanların hayatlarının dinin ölçülerine göre düzeltilmesi” idi ki bu gün geldiğimiz fiilî şeriat düzeninde bu düşüncenin büyük payı vardır.  “Türk Milliyetçiliği”, Şamanist, ırkçı, kuru Türkçülük yerine “ Aleme nizamat vermeye soyunan şeriatçı doktrin üretim merkezi ve Türk’ün Arapça mealiyle uğraşan memur istihdam mekanizması” haline geldiği içindi ki ulusları yükselten uygarlıkla ilgisini kesmişti.

Oysa Türkçüler, toplumsal  kökenlerinden ayrı olarak Atatürk’ün kurduğu “ulusal uygarlık” paradigmasını benimseyen insanlardı. Sayıları az fakat entelektüel birikimleri ve dirayetleri, dinci milliyetçilere göre kat be kat fazlaydı. Bunun etkisi neredeyse elli yıl sonra ortaya çıktı. Öyle ki “Türk İslam Ülküsü” gibi uydurma amentüler, ancak ve yalnız ümmetçi, başörtücü, IŞİD sempatizanı memur kadrolaşmasına yol açarken Türkçü birikim, başta Atsız olmak üzere  kendi bilişsel mirasını geliştirdi.

Kısacası ana akım milliyetçilik “yalnız ve ancak Türk için” düşünmek yerine “ din için dünya” tasarlamaya uğraşması yüzünden entelektüelin yetişebileceği bütün toprakları kuruttu, kurutmağa da devam ediyor.

Mevcut hali bir tasvir edersek olay daha rahat anlaşılabilir. Türk milliyetçiliğinin son otuz yılında, eli kalem tutan, sanata yetenekli, felsefi bir  düşünce yeteneği olan  genç insanların hemen hemen hiç biri bu yeteneklerinden dolayı istihdam edilmemiştir. Türk milliyetçiliği denen ümmetçi hareketin tek derdi “devlet içinde nitelikli veya niteliksiz” memur istihdamını sağlamak olmuştur. Çünkü ana akım milliyetçiliğin toplumsal tabanı köylüdür ve köylü tabanın tek arzusu da “çalışmağa da gerek kalmaksızın elde edilebilecek ekmektir”.

Bu açıdan köylü dalkavuğu, fiilî ümmetçi, düşüncenin ve vicdanların bütün noktalarına en kaba biçimde tasallut etmiş bir siyasi hareketin; yönetmenlerin, yazarların, ressamların, kompozitörlerin vs.  emek biçimlerini anlaması mümkün olmamıştır. Çünkü “Türk Milliyetçiliğini” tekeline alan siyasal hareketin amacı, entelektüellerin yaşamasına uygun , uygar bir ülkeyi korumak ve kollamak değildir. Ana akım milliyetçiliğin amaçsal sapması onun kullandığı araçların da uygarlıkla bağdaşamamasına yol açmıştır. Amacınız “İslâm’ın zaferi”  ise Suna Kan, İdil Biret, Leyla Gencer, Fazıl Say vs yetiştiremezsiniz; ancak karısına türban taktırıp “hocalarının dediği” gibi yaşamayı ahlâk zanneden “Türk dilli Araplar” yetiştirebilirsiniz.

Sanat akımlarını anlamayı, edebî yetenekleri geliştirmeği, felsefi düşüncenin heyecanını “ Lider doktrin teşkilat” üçgenince anlamsız bulan insanlar, bunları “Türk Milleti’nin kaderine hükmetmek için” gereksiz sayanlar,  yaklaşık otuz yıldır  “Neden milliyetçi bir medya yok?” diye ağlaşmaktadır

Görünen o ki Türk milliyetçiliğinde  entelektüel istihdamı yerine bir “yarı okumuş kadrolaşması” hedeflenmiştir ve yapılan da bundan ileri gidememiştir.  Bu kadrolaşmanın temel entelektüel tarzı da “ akademisyen yetiştirmek” ve “akademisyenden beslenmek” şeklinde tezahür etmektedir.

Akademisyen yetiştirmek şüphesiz güzel bir şeydir. Sorun odur ki yetiştirilen akademisyenlerin entelektüel ortalamaları ortalama bir  taşralı MHP’linin pek az üstündedir. Bu pek kıyıcı bir tasvir gibi gelebilir ama Türk kimliğinin etnik ırkçı ve ümmetçi koalisyonca  tedricen silindiği şu dönemde dahi milliyetçi akademik kadroların dişe dokunur hemen hiçbir müdafaa gerçekleştiremedikleri de bir hakikattir.

Türk milliyetçiliğinde “istihdam sorunu” kişisel yakınlıklar, kayırmacılık ile çözülmeğe çalışılmıştır. Bu kayırmacılıkta da “büyüklerin” otoritesine yakınlık önemli bir ölçüdür. “falanca hocanın” övgüsüne mazhar olmak, “falanca tarikatin çemberine dahil olmak”,  adına “milliyetçi” denen bir camiada, entelektüellerin yerini işgal edebilmenin en kestirme yollarıdır.

Çünkü Türk milliyetçiliğinde okumuşların ekmek yemelerinin önündeki en büyük engel, siyasal milliyetçilikle zihinlerimize tasallut etmekten vazgeçmeyen   büyükler/ ağabeyler  kuşağıdır.   Kimse kusura bakmasın ama fantastik edebiyata ilgi duyan bir gencin öykülerinin yayınlanması için hayatında Tolkien’i duymamış ve okumamış taşralı bir siyasetçiden izin almasını beklemek, Türk milliyetçiliğinin ne ahlâkî ne de entelektüel ölçüsü olabilir.

 Adına “Türk Milliyetçiliği” denen Türkçülük cayıcısı hareket,  hem bireyleri kendi içinde eritmek hem onların akıllarına ve vicdanlarına hükmetmek hem de onlardan uygarlık eserleri meydana getirmelerini istemektedir.  Türkçülüğü “şeriat düşmanı bir ırkçılık” olarak gören siyasal milliyetçilik gerek amaç araç uyumsuzluğu gerekse uygarlık dışı bilinci ile kahredici bir “entelektüel israfına” sebep olmuştur. 

Türkçüler acil olarak siyasal milliyetçilikle bağlarını kopartmalıdırlar. Ayrıca gene acilen kendi içlerindeki yetenekli insanların üretimlerini sergileyebilecekleri ortamları yaratmalıdırlar. Bunun için büyüklerin veya ağabeylerin onayını vs. de beklememelidirler.






10 Şubat 2017 Cuma

Bir Empatidir Yaşamak

Türkiye büyüsün mü? Evet!
Terör bitsin mi? Evet
Ekmek ucuzlasa mı? Evet!
İşsizlik bitsin mi? Evet!
Eh o zaman referandumda falan da ne diyeceğimiz belli olmalı değil mi?

Bu canı çıkası Hayırcılar ne istiyor?
Onların ne dedikleri az çok ortada.Ben yukarıdaki soruları başka şekilde cevaplarsak ne olur biraz ona kafa yoracağım.
Fakir "BüyüyenTürkiye" dendiğinde, daha çok üreten, daha çok satan, daha etkili bir Türkiye anlıyor.

Akgezen abilerin kafasında ise galiba Fatih zamanı Osmanlı haritaları falan canlanıyor.

Kürtler falan hemen halife efendiye biat edip Kürdistan'ın Yeni Bossmanli Devleti'nin yeni eyaleti olması için yalvarıyorlar.Lazlar derhal mebuslarını meclise yolluyor.

Hatta Ermeniler "Yahu siz bu memleketi Türk olmaktan kurtardınız ya İsa Mesih sizden razı olsun!" diyerekten Ermenistan'ın dahi Yeni Bossmanli'ye iltihak edilmesi için ricacı oluyorlar.

Milliyetçilik ayaklar altına alınıp Türk olmaktan vazgeçildiği için PKK vs. "Kürt silahlı gudubet- leri" derhal silâh bırakıyor.Tey tey li falan halaylar eşliğinde TSK ve PKK beraberce silah bırakıyor.

Devlet baba fırıncılara bir Karun hükmünde kabarnağme çıkarıyor, hepsi bedava ekmek dağıtmaya falan başlıyor.

Devlet baba bir başka kabarık Hurşit kazarnağmesi çıkarıyor.  Millet sokaktan işsiz toplamaya başlıyor. Hatta toplamayana dayak atılıyor.

Saçmalıyor muyum ?

Vallahi bilmiyorum. Ben sadece evetçi abilerle empati yapayım dedim.

8 Şubat 2017 Çarşamba

Varlığımın Fonu: İzahatta Mahfi Eğimez’in Suyunun Suyu


Ve Hatta Ekonomik Zurnalar Konçertosu 

Kim ne derse desin Mahfi Eğilmez bence iktisadın bir numarası. Terminoloji ile günlük dili  nefis harmanlıyor. Yani : “ Senin anlayacağın dile mümkün olduğunca  yaklaşıyor, hacım…”

Merak edenler asıl Mahfi Hoca’yı  okusun ama “suyunun suyuyla” bile idare edebilen yüce irademe bir de ben tercüme edeyim dedim; elbette Mahfi Hoca’ya istinaden!

Varlık Fonu denen havalı şeyin iki kaynağı varmış. Aslında bunları bire indirebiliriz ama iki diyelim:

Birincisi bütçe fazlalarıymış. Yani senin anlayacağın hacı ağabey;  bizimkilerin, dört bakanlıktan fazla bütçesi olan DİB (Diyanet İşleri Başkanlığı)  gibi kurumları varken , senin cebinden  ödediğin vergilerle edindikleri  paraları, doğru dürüst harcayarak devletin kasasında biriktirebilmesi gerekiyor. Daha da anlamadıysan: “Devlet   topladığı vergilerden daha azını harcayacak ki “bütçe” denen cüzdan, fazla versin.”

Olmadı şöyle düşün: maaşı aldın nı? Aldın. Gereksiz harcamalar yapmazsan ve ay sonunda cüzdanında hâlâ para kalabilmişse senin bütçen “fazla” vermiş oluyor. (Tabii be senin “bütçe” mütçe yapamayacak kadar üşengeç olduğunu, kendimden biliyorum ya neyse…)

İkincisi de emtiya satışlarından veya emeklilik fonlarından vs elde edilen fazlalıklarmış.  “Emtiya” denince yüzüne bir “enfiye” memnuniyetsizliği yerleşenleri görür gibiyim ama enfiye insanı hapşırtır ve  inanılmaz faydalıdır.

“Emtiya” denen şeyler, para dışında alınıp satılabilen ve bir yerden bir yere  taşınabilen mallar anlayabildiğim kadarıyla. Hani Marks’ın meşhur yabancılaşma kuramına temel teşkil eden ve ticaretin o “kirli” yüzünü temsil ettiğine inandığı “meta” denen şey var ya hah, onun çoğuluna “emtiya” diyoruz. Hah! Ama buna hisse senetleri vs dahil değil ha! Onlar sembolik paralar. Para yerine geçebildikleri için emtiyadan sayılmıyor. Yani “Ulan  on yüz bin milyon tane Sabancı hissemi çantamda taşıyorum işte, bu da mı emtiya değil?” diyorsan,  maalesef değil güzel kardeşim.

Yani fakirin anlayabildiği kadarıyla senin dışarıya mal satışın, dışarıdan mal alışından fazla olursa… Ki o zaman “cari açık” denen şey meydana gelmez… işte o zaman meydana gelen fazlalıkla  bir "varlık fonu" oluşturabiliyorsun.

İşin özü şu: Devlet baba senden benden topladığı vergileri düzgün kullanır da  cebinde fazla parası kalırsa “keyfe keder” bir “yatırım sepeti” meydana getiriyor. Bankacıların sana kabara kabara söylediği “Sepet yapalım” cümlesi var ya hah, işte bunu ekstre ekstra ekstra hatta on yüz bin ekstra larç beden gömlek giymiş biri söylerse yapmayı düşündüğü şeyin adına varlık fonu deniyor.

Şimdi bu hayali süper kahramanın  eşkalini birazcık da olsa anlayabildik mi?

Şimdi düşünmemiz gereken şey şu: Bey ağabeyciğim! Sen yılda iki kere ( Gelir vergisi ve bir sonraki yıla mahsuben alındığı söylenen peşin vergi) vergi verirken ( Milletin damına kuş  konduran ağabeyleri tenzih ederim, onlardan vergi aldığımız için özür dilemiş ve vergilerini affetmiş bulunuyoruz.) ve her gün  2. Devlet-i  Deliye-i  Bossmanli’ye  yeni alınmış on yüz bin milyon yıldızlı makam uçaklarının ve “Ankara’nın seyredilmeğe değer saray, külliye, camilerinin” ve dahi çok değerli bir bakanlarımızın “ vergiler yetmiyor!” feryatlarını işitirken….

 Cidden “varlık fonu” denen şeye kaynak olacak bir “bütçe fazlalığı” meydana getirilebileceğine inanıyor musun? Gene çok “seçkinci” konuştum , kahretsin! Yani: “ Ağabeyciğim! Senin paralar devletin harcamalarına yetmiyormuş, bakanlar kendi ağızlarıyla söylüyor! Hadi beni s.ktir et,  bakan der ki: “Fakiriz!”

 Gelelim “emtiya satışından elde edilecek fazlalıklara”. Bu da şu anlama geliyor: İhracatın, ithalatından fazla olacak ki” kâr etmiş” olasın. ( Ki “cari açık” bana göre tartışmalı bir terim olmasına rağmen üretim gücüne ışık tutması açısından anlamlıdır.) Kâr ettikten sonra da  “Ulan paraları Leyla’ya mı bassak yoksa sepet mi yapsak?”  diye koyacak yer bulamayacak durumda olacaksın ki “varlık fonu” falan kurabilesin.

Emeklilik fonu olayına hiç girmiyorum, o ipin ucu, Bağ-Kurlular reel/ gerçek gelirlerine bakılmaksızın toptan eşitlenip de borçlandırıldığında çoktan kaçmıştı. Yani? Mahalle bakkalınla on yüz bin çalışanlı patronun, aynı  kefeye konup da ikisine de “ İkiniz de on ikinci  basamaktansınız; verin bakalım  dört yüz bin lira prim!” deyip da bakkalının iflâhını kestiğinde iş bitmişti zaten. Ondan sonra da hemen her yıl “Bağ-Kur affı çıkardık. Ulan bakkalın neyini affediyorsun, adamın senin istediğin prim kadar kâr etmesi için  kaç lira ciro yapması gerektiğini biliyor muydun? Hadi bakkallar gene de götürü vergiye taabi olduklarından biraz nefes alabiliyorlardı belki ama… ha bir de diğer emekliler var. Besim Tibuk ağabey henüz etkin siyaset yaparken Türkiye’de emeklilerin nasıl “dolandırıldıklarından” bahsetmişti. Yani yirmi yıl çalışan bir insandan kesilen primlerin bankadaki faizle kazanacağı paraya karşılık emekli ikramiyelerini kıyasladığında, emeklilerin devenin kulağına razı edildiklerini göstermişti.

Yani? Yanisi varlık fonuna kaynaklık edecek sağlam bir emeklilik fonları kaynağımız falan da yok!

O zaman nereden çıkıyor bu “varlık fonu” fantezisi? Acizane fikrim bu varlık fonu denen şeyin, “ Ulan sayıştayla fala uğraşmayacağımız, canımızın istediği gibi harcayabileceğimiz şöyle tatlı bir havız falan yok mu?”   düşüncesinin ürünü olduğudur. Türkçesi : ( Bu topraklar hâlâ Türkiye, dilimiz de hâlâ Türkçe) Senin alın terinle verdiğin vergileri  har vurup harman savurabilmenin “seçkince” söylenmiş hali…

Hani durmadan “Allah bu okumuşların şerrinden cümle ümmeti Muhammed’i muhafaza buyursun!” falan diyerek Osmanlı oluyorsun ya… Hah güzel ağabeyciğim “ Paranı ver gerisine karışma!” diyen  yeni Bossmanli  sultaların, bunu sana “varlık fonu” diye kakalayınca  nedense  aklına hiç “seçkincilik” yapıp yapmadıkları gelmiyor.

Kısacası: Yüce TBMM’nin denetiminden uzak bir keyif havuzu senin  gözünün önünde inşa edilmişken hâlâ “Çalıyorlar ama çalışıyorlar” vecizenle beni büyülüyorsun ya hiçbir şey demiyorum.

Not:
( Bu arada bir ukalalık daha edeyim mi? Hadi edeyim! “Çalmak” hırsızlık etmektir. “Çalışmak” meşru bir emek harcamaktır. Ama gelinen noktada “çalışmak”, “çalmak” fiilinin, işteşlik eki olan –iş ile çal-ış-mak olarak “ortaklık halinde çalmak”  diye  uydurabileceğimiz  hali olarak algılanıyor  neredeyse… Cümle de pek bir bozuk oldu ya idare ediverin gari!)


7 Şubat 2017 Salı

Hokkabaz Keynes Tasarrufa Karşı







Tarihi figürler cemiyetine hoş geldiniz! 

Başbakan M. Teatcher,  ekonomist Joh Maynard Keynes'e eşlik ediyor






















Geçen yıllarda bir slogan uydurulmuştu “Al, ver ekonomiye can ver!” diye.

Buram buram Keynes kokan bu sloganı milletçe pek sevdik. Keynes ne diyordu? “ Güzel kardeşim ne kadar çok harcarsan bu harcama ekonominin bir “çarpan etkisiyle” büyümesini sağlar!”

İlk bakışta mantıklı görünen bir düşünceydi. Yani siz bir liralık harcama yaptığınızda yalnızca bir liralık etki yapıyordunz ama aynı etki milyonların katkısıyla büyüyerek üreticilere sermaye oluyordu.. Nüfusun artmadığı, enflasyonun olmadığı bir cennet için mükemmel bir hayaldi bu.

Eğer teknolojik gelişmeyi durdursak “Hemşerim artık başımıza icat çıkarma!” diyerek bütün yaratıcı zekâları susturup  durumu bugünkü haliyle dondursak; belki Keynes’in söyledikleri haklı olabilirdi.

Ne yazık ki işler öyle yürümüyordu. Çünkü  nüfusun artışı ve teknolojinin  durdurulamaz gelişimiyle birlikte  hayatımızı bir önceki günkü para hacmiyle sürdürmek artık mümkün olmuyordu.

Keynes para hacmi için “Artsın da nasıl artarsa artsın!” diyordu. Dolayısıyla  para hacmi ve fiyat ilişkisini görmezden geliyordu. Asıl görmezden geldiği şey ise fiyatlarla kaynak arzı arasındaki ilişki yani elimizdeki toplam hammadde miktarını  ölçmemize yarayan ibreydi. Kısacası “ Yahu yemişim petrol rezervlerini dayı! Bas bas paraları Leyla’ya!” diyerek para basma işini bir tür popüler yayıncılık haline getirmek istiyordu. Birinin “Abi petrol azaldı, artık  benzin daha pahalı olmalı!” ya da “ Aga petrol üretimimiz güzel valla! Hadi benzininiz bol olsun!”  demesine falan aldırmıyordu Keynes. İşin açığı bizim hükümetlerimizin de buna pek aldırdığı söylenemez.

Buradan nereye geleceğim?

Keynes bir noktada haklıydı evet. Bir maldan ne kadar çok alınırsa o malın üreticisi o kadar kâr eder ve işini büyütmek imkânına kavuşur. Burada iki sorun öyle bir  köşede mahzun ve melül beklemektedir.

Bunlardan birincisi ekonominin hacmidir. Ekonominin hacmi göbeklerimiz dolduran paradan mı ibarettir? Yoksa asıl belli bir zaman zarfında yaratılan yeni işler ve bu işlerde üretilen yeni mallar ve hizmetleri  de içerir mi?

İkincisi biraz daha minnak görünümlü ve bu yüzden daha az ciddiye alınan bir sorundur ki o da  sermaye sorunudur.

Birinci sorun bize şunu anlatır: “ Ekonomi denen şey yalnızca artan nüfusun temel ihtiyaçlarıyla ilgili değildir. Yaratılan her türlü malın arz ve talebinin özgürce gerçekleştirilebilmesi demektir. Yalnızca bisküvi üretilen hayali bir ekonomi kuralım. Nüfus artsa bile tüketicilerin püskevite olan ilgisi sayesinde püskevit üreticisi güzel bir kâr edip fabrikasını büyütüp yeni işçiler işe alabilir. Para  tüketiciden doğruca üreticiye gider ve üretici ekonomiyi geliştirir. “  Bunda ne kötülük var be? Ne bozgunculuk yapıyorsun?” diyen bazı akgezenleri duyar gibiyim.

Tamam da yarın bir gün evin çocukları “Ya bu nedir baba? Sabah akşam püskevit yemekten nur topuna döndük! Canımız azıcık da sucuk istiyor!” derlerse ne olacaktır? Şimdi yiğit akgezenlere sormak istiyorum: “Bütün paramızı püskevitçiye verdik. Başka bir yere verecek paramız kalmadı, püskeviti bırakırsak ne bok yememizi önerirsiniz?” Demek ki tüketicinin parasının doğrudan tüketilmesi, üreticinin büyümesi anlamında geçici bir büyüme yaratabilir ama ekonomide genel bir büyüme yaratamaz. Yani bütün parayı püskevitçiye verdiğinde sucuk üretmek isteyen adam ancak avucunu yalar. Görüldüğü gibi tüketime yolladığımız para pek de ciddi bir işe yaramadan öğütülür gider.

İşte bu noktada, köşede  mahzun ve melül bekleyen “sermaye sorunu” parmak kaldırıp söz ister. “Söyle evladım!” dediğimizde bize şunları söyler: “ Hayata “sıfırdan başlayanlar” ancak sermayeyi bir şekilde borç alarak işe başlayanlardır. Yani ben olmadan, sermaye olmadan  hiçbir iş yaratılamaz!” der. Biz de “Aferin sana !” der başını okşarız.

“Tamam da evladım seni yani sermayeyi nasıl bulacağız? Bütün para tüketici ile püskevitçi arasında dolanıp duruyor!” diye sorarsak bize muhtemelen şunu söyleyecektir: “  Bütün paranızı püskevitçiye vermeyip de bir bankaya yatırırsanız elinizde yarın daha fazla bir paranı olabilir.”

Muhtemelen bir çoğumuz “Faiz haraaaaam!” deyip kıçımız tutuşmuş gibi orayı terk edeceğizdir çünkü  bankaların para satanlarla para alanlar arasında aracı birer kurum olduklarını düşünmek  cücük beynimize zor gelecektir.

Püskevit ekonomisinde akıllının biri bir gün çıkıp şunu diyebilir:  “ Hanım abla, sizin çocuklar sucuk istiyor, zaten sucuk  üretecek bir abi var şu köşede ama para bekliyor. Senin parayı alıp ona verelim, uygun bir sakal da alarak tabii… Ondan geri alacağımız parayı kırışırız, ne diyon? Ama bana azıcık mühlet vereceksin, parayı da durmadan püskevite harcamayacaksın. Gene harca ama hepsini harcama bari bak, çocuklar duba gibi olmuşlar puahahaha!” der. Tabi son  kısmı söyleyebilecek kadar cesur bankacı henüz doğmamıştır ama…

Sermaye sorunu tekrar söze karışır: “Ayrıyetten canım abim! Püskevitçi hem üretimi büyütecek hem sermayesini arttıracak falan bu işler öyle kolay değil. Sen bütün paranı püskevitçiye verdiğinde iş bitmiyor. O bütün parasını üretime harcayıp da tüketemez. Tüketirse ikinci gün püskevit de bulamazsın başka şeyde! En nihayetinde püskevitçi abim de bankanın kapısını çalacaktır!”

Tamam da bu kutsal bankacılık işi parayı nereden bulacaktır? Bankayı icat eden akıllı ağabeyimizin yaptığı gibi parasının geleceği için onu bir yerlere uygun faizle borç vermeğe gönüllü insanların “tasarruflarından” bulacaktır. “Ya verilen borçlar ödenemezse!” diyen müzmin karamsara yanıtım: “Eğer ödenemeyen borçlar sorunu o kadar büyümüşse zaten ortada ne banka ne de tasarruf kalmıştır” demek olurdu.

Üreticiyle tüketici arasındaki “tasarruf-sermaye-kredi” üçlemesi olmazsa hiçbir darphane, ekonomi falan yaratamaz. Yani hanım ablamın  “tasarruf” diye adlandırdığı şey onun açısından parasının değerlendirilmesi ve kâr ettirilmesi iken sucuk üreticisi için işini yaratabilmenin can suyudur.

Yani? Ekonomi öyle alıp vermeyle falan olmuyormuş. Ekonomi ancak insanların birbirlerini besleyebilecekleri verimli   rezervler yaratmasıyla büyüyebiliyormuş ki  bunun ilk ve vazgeçilmez adımı tüketimi ertelemek yani tasarruf etmektir. Yani elimize geçen parayı har vurup harman savurmak  hiçbir işe yaramıyormuş. Umarım ben dahil herkes biraz aydınlanmıştır…









6 Şubat 2017 Pazartesi

İbrani Tanrısı Ve Çarpıtılan Tasarruf Anlayışımız



Kime Uysak Bilgisayarı Alırız Hat’çe’m?
Bundan önceki yazımız ziyadesiyle tatsız bulunduğundan dolayı  daha hazmedilir bir şeyler yazmak farz oldu.

İbrani Tanrısı kindar, ve öfkelidir. Tevrat hikâyelerine ki çoğu hiç değişmeden doğrudan İncil’e ve Kur’an’a da girmiştir,  baktığımızda İbraniler Tanrılarından pek korkar. Dikkat edilirse peygamberlerinden sürekli mucize isterler. Mucize olmadan inanmaya gönülsüzdürler. Mucize olayının aslı “ Ulan inanıyoruz ama bakalım hâlâ çalışıyor mu?” tarzındaki şüpheciliktir. İbraniler, Tanrı’larından merhamet falan beklemez.  Onlar için Tanrı, “yeterince tatmin edilmezse kıyameti koparacak bir mega kraldır.”

Bunun bizimle ne ilgisi vardır? Şöyle bir ilgisi  vardır: Araplar putlarından bekledikleri davranışları, Allah’tan da bekler olmuşlardır. Bu anlayışı da görünen o ki kendilerinden daha önce adam akıllı , kurumsal, allı güllü bir din sahibi olmuş Yahudi’lerden devralmışlardır. “ Allah korkusu” denen şeyin özünde, “kızdırılmaması gereken bir tür kadim Mısır Tanrısı” olduğunu düşünmek mantıklı. ( Yahudilerin Mısır’dan çıkmaları acaba ne anlama gelmelidir?)

İmdi: “ Aga tepemizde bayağı bir kuvvetli biri  var. Kızdırmasak iyi olur. “ diye özetleyebileceğimiz bu korku, aslında Tanrı’yı “insanlaştırmak” anlamına geliyordu.  “Müslümanlığın özü bu değil!” tarzı savunmalara karşı şunu söyleyebilirim ki dünyadaki hemen hemen hiçbir Müslüman o “öze” bir gıdım bile yaklaşamıyor.  (İslâm ne hikmetse asla doğru anlaşılamayan bir özle sürekli yanlış uygulanıyor.)

Tanrı’yı “insanlaştırınca” ne oluyordu? Tanrı’yı insanlaştırınca onu aynı zamanda, kindar, öfkeli, bazen cimri vs bir hale  getrmiş oluyorduk. Böylesi bir yaratıcıdan “Yarattığını her zaman sevecek sonsuz merhamet sahibi bir yaratıcı olmasını” bekleyemiyorduk. Bu kolayımıza geldi.

Çünkü onu insanileştirebildiğimiz zaman krallarımızı, sultanlarımızı, halifelerimiz de Tanrılaştırabilmek imkânı doğdu. Bu çok daha kolaydı çünkü Tanrısı kindar ve öfkeli olanın, kendisi haydi haydi despot olabiliyordu. “Lan nasıl olsa Tanrı’nın gölgesi, halifesi falanım, kim ne diyebilir bana?” tarzı hodbinlikler yalnızca Arap çobanlarına has değildi. Sami dinlerin hepsi hükümdarlara bu tip “kıyaklar” geçmiştir. Meselâ 8. Henri, Luter’in “ Kralın otoritesi Tanrı’dandır!” ilkesini havada kapmıştır. İngiliz Protestanlığının( Anglikan kilisesi), ulvi ilahiyat tartışmalarıyla kabul edilmediğini bilmek, bazılarımızı şaşırtabilir.

Bunun tasarrufla ne ilgisi var? Oraya geliyorum.

Tasarruf, kabaca “ertelenmiş tüketimdir” ( Hocam olsaydı, ellerinden defalarca öpeceğim Mises’ten)… Yani “ Dur bakalım ya bu  telefonu bir yıl daha kullanırız, onun taksidi kadar parayı bir kenara atsak gelecek yıl oğlana  güzel bir bilgisayar falan da alabiliriz !” diye  düşünen çalışan annenin veya ona uyan babanın bu fikri,  tasarrufun temelidir.( Erkekler kızmasın ama dünyayı ayakta tutan, kadının zekâsıdır.)

Tasarruf için insanlar işlerini kendilerinin bildiği gibi düzenleyebilecekleri bir ortam isterler. Yani? Yanisi, fiyatların gelecekte az çok nasıl artacağını, telefonun ne kadar pahalanabileceğini, maaşlarının veya gelirlerinin ne kadar artabileceğini falan az çok tahmin edebilmek isterler.  Böylesi kaba hesapları yaparken de işlerine pek kimsenin karışmayacağını farz ederler. “ Döviz çok kıpraşmazsa ki şu an öyle görünüyor biz o bilgisayarı alırız be!” hayali böyle gelişir.

Peki iyi de İbrani   Tanrı’sı ne yapar da bu işler sarpa sarar? İbrani veya daha doğrusu Sami Tanrısı, Müslümanlar tarafından insanlaştırılıp bir köşeye kaldırıldıktan sonra onun yetkileri halifeye falan devredildiğinde işler sarpa sarmağa başlar. Çünkü böyle yaptıklarında, Müslümanların “emiri” kendisini bir anda “ … ama ekmeğimizi o veriyor..” denen Mısır firavunu gibi görmeğe başlar. “ Güç yozlaştırır, mutlak güç mutlaka yozlaştırır!” diyen merhum Lord Acton bu vecizesiyle yöneticilerin Tanrı komplekslerinin üstüne örtülmüş gazeteyi kaldırıyordu.

“ Sadede gel hemşerim!” diyorsunuz, farkındayım… Gelecek yıl oğullarına afili bir bilgisayar almayı hayal eden ebeveynimiz, bir gün asrın lideri halife-i ruyi zemin hazretlerinin “ Mozambik Gomburiktirası ( para birimini bilmiyorum) alan yandı! Hatta cehennemin dibini boyladı. Hatta kaynar kazanda körili tavuk oldu!” falan dediğini duyduklarına önce ne olduğunu anlayamaz.

Vatandaşların bir kısmı, ellerindeki on yüz bin Gomburktayı bozdurarak Gomburiktira havuzunu boşaltacağını sanır, diğer bir kısmı ise Gomburiktira kesesini hiç bozmaz.

Öyle ya da böyle Gomburiktira ile ilgili kriz mesela bir anda Gomburiktira  kurunu zıplatır. Eh… Sanayileri neredeyse tamamen dışa bağımlı canım Müselman memleketlerinde ki “Petrol görgüsüzleristan’ı”   tenzih ederim(!),  “ Ulan ne oldu da cep telefonu, bilgisayar ateş pahası oluverdi?” diye ıkınmağa başlar. “ Gomburiktira’dan bize ne Mozambikliler düşünsün!” diyen bir kısım ibibik, döviz kuruyla pahalanan akaryakıttan daha az  satın alabildiğini düşünmek yerine “Allah’ın halifesi” halife-i ruyi zemin efendimizi hazretlerinin nutuklarındaki celalete, hamasete, husumete, vukufete, cülusete, cibubiyete vs. hayran olarak fakir gönlünü ve cebini avutur.

Oğullarına afili bilgisayar almak hayli kuran fedakâr ebeveynimiz ise “ Ulan Allah şu Mises’in belasını versin! Cehennemde çatır çatır yansın! Hani tasarruf iyiydi? Hani bizim tasarruflarımız girişimcilere sermaye olup üretimi arttırıyordu?” diye yana yakıla döner durur.

Ama buna rağmen meselâ “Ulan biz halife-i ruyi zemin efendimiz hazretlerine güvendik ama faizler, petrol vs emtiya fiyatları aksini söylüyordu, ne demeğe ona oy verdik?”  diye düşünemeyebilirler. (Gerçi  oğulları için bu denli bilinçli düşünen ebeveynin öyle bir halifeyi seçmesi olası değildir ama neyse…)

Peki ne olmuştur? “Ulan Allah orada, halifesi burada! O ne derse o oluyor, ondan iyi bilecek değiliz ya!” deyip de aklının değil de sözde şeriatının, ulemasının, halifesinin aklına uyanlar, eninde sonunda ekonominin kayalıklarına bindirir.

Peki akıllı ebeveynimizin hayallerinde tahrip  olan şey nedir? Tahrip olan şey tasarruf anlayışıdır. Çünkü insanların genellikle akılcı davranacaklarına güvenilerek  giriştikleri tasarrufları, dünyanın efendisi halifei ruyi zemin efendimiz hazretlerinin ani gaz sancıları, kaynana zırıltıları veya yengeyle atışmaları yüzünden bir anda yer ile yeksan oluverebilecektir.

Sözün özü: Neye veya  kime iman ettiğinizin önemi yoktur,  sadece saklınızı kullanıp kullanmadığınızın bir önemi vardır. Herkes aklını, kendi bildiğince ve müdahalesizce kullanırsa “ekonomi” ortaya çıkar. Akıl üstü saydığı birine iman ederek ona uyanların egemenliğindeyse ancak kaos ortaya çıkar.

Sözün özünün özü: Lâikliği korumazsak açlıktan  geberip gideceğiz.







5 Şubat 2017 Pazar

Müslüman Türk Toplumunun Trajedisi


Türk Ekonomisinde Psikopatolojik Sapma



Psikolojizm iktisatçıların biraz da küçümsemeyle yad ettikleri bir anlayış. Ekonomik davranışları psikolojik güdülenmelerle açıklamaya çalışmaya karşı özellikle liberal  iktisatçılar şüpheyle yaklaşıyor.

Bu şüphecilik sanırım, Homo economicus’un akılcı davranışlarının “duygulardan arındırılmış” olduğu kabulüne dayanıyor.  Normal bir  insanın hazzzı acıya ve çok olanı da az olana tercih edeceği  kesindir. Zahitler sahi bu konuşan ayrık değildir. Çünkü onlar da en nihayetinde “mutlulukların en büyüğüne” ulaşmak arzusuyla bugünkü ömür  sermayelerinden tasarruf ederler. Yani özünde cennete veya doğrudan Tanrı’ya ulaşmak vaadinin getirisini bugünkü zevklerden üstün tutarlar. Bu da özünde bir “zaman tercihidir” ve bizatihi ekonomik bir davranıştır.

Homo economicus’u tanımlayan iktisatçıların ülkelerinde, insanların davranışları, ekonomiyi tanımlayan davranış düzenliliklerini oluşturmuştur. Dolayısıyla meselâ Mises  insan eyleminin doğrudan doğruya ekonomi veya ekonominin doğrudan doğruya  insan eyleminin kendisi olduğunu düşünebilmiştir. Buna göre insan eyleminden ayrı bir ekonomi yoktur. Misesin bu yaklaşımına “prakseolojik açıklama” diyebiliriz. ( Mises, “eylemle” “davranış” arasında, bilinçlilik ve istençlilik (iradilik) yönlerinden bir ayrıma gider. Eylem, amaç ve araç gösteren özel bir davranıştır. Oysa bakteriler de bilinçli olmamakla beraber tepkisellikleriyle vs “davranışta” bulunabilirler.)

Doğu toplumları için bir genelleme yapmak orientalist bir mübalâğa olabileceğinden  sadece  Türkiye örneğinde prakseolojik sapmanın üzerinde durmak belki de daha anlamlı ve yararlı olacaktır.

Türkiye örneğinde Türk insanının ekonomik davranışlarındaki sapmaların temelinde, “tersine zaman tercihini” görebiliriz. Batı insanı “tasarrufu” ,  birikime dayalı  uzun vadeli bir  önlem olarak görürken Türk insanında tasarruf, “mümkün olan en kısa sürede mümkün olabilecek en yüksek kârı elde etmeğe” yönelik  bir tür kumar halini almaktadır.

 Bu tespiti yapıp da burada bırakmak bir ölçüde faydalı olabilir ama yetersizdir. Çünkü bu eylem, bir tür panik kalıbı göstermektedir.  Önemli olan bu kalıbın hangi algıya  dayandığını bulabilmektir. Çünkü  panik kalıbına yol açan temel algı kuşaktan kuşağa aktarılmaktadır. Hele Türk toplumundaki katı ve dirençli etnik  ve dinsel kistlerin uluslaşmaya ve uygarlaşmaya gösterdikleri direnç göz önüne alındığında, Türk toplumunun akılcı bir ekonomik eyleme yöneltilmesi daha acil bir sorun halini almaktadır. Çünkü uzun vadede birikime dayalı tasarruf anlayışıyla işleyen çağdaş dünya ekonomilerinin içinde yer alabilmek için bu düşünüş biçimini içselleştirmemiz artık hayatî bir zorunluluktur.

Muhtemel Türk insanındaki “panik kalıbının” temelinde açlık korkusu yatmaktadır. Peki ama açlık korkusu, ekonominin bunca geliştiği bir dönemde hâlâ nasıl yaşayabilmektedir?
Türk insanı    üretim süreçlerinin gerektirdiği  uzmanlaşmaya ve sabra sahip değildir.

Çünkü Türk insanı diniyle çağdaş kapitalist dünyanın üretim kalıpları arasındaki tercihini dinden yana yapmış, “namaz vakitlerini” vardiyaya tercih ederek hayatının ritmini namaza teslim etmiştir. Peki ama bunu neden yapmıştır?

Bunu yapmasının temel sebebi dinle yozlaştırılmış otoriter kişilik yapısıdır. Emir almayı ve emir vermeyi benimseyen yapısıyla Türk insanı  asker tabiatlıdır. Sorun asker tabiatıyla meydana getirdiği töresinin yerine Arap şeriatını getirmesidir.

Arap şeriatıyla beraber Türk disiplini, “soyut değerlere bağlılık” amacından sapmıştır. Türk bilincindeki Türk  ahlâkına kaynaklık eden Tanrı’nın yerini, İslâmla beraber, kendisine her ne pahasına olursa olsun yaranılması gereken bir İbranî tanrısı almıştır.

Kendisine yaranılması gereken bir Tanrı’nın insanlarda yarattığı ahlâk, kalıcı ve aktarılabilir bir ahlâk olmamıştır. Bu ahlâk “bugün için yapılması gerekeni” esas alan bir çıkar ahlâkıdır. Çünkü İbrani  telâkkisinde Tanrı, “insan üstü bir merhamet kaynağı” değildir; sadece “sonsuz güçte bir başka insandır”. Dolayısıyla İbrani  Tanrısı, hepimiz gibi kin güdüp, aldatabilen, öfkelenen ve intikam alan bir aşkın insandır.

Bu telâkki İslâmla beraber bütün Müslüman toplumlara da sirayet etmiştir. Böyle düşünen, “Tanrısına yaranmak için” kendini patlatan bombacının , “  mümkün olduğunca başkalarına zarar vermemek iradesini” esas alan bir  ahlâkı anlayabilmesi mümkün değildir.

Çünkü bombacı, “ Bugün elde edilebilecek en yüksek kârı, yarın elde edilebilecek daha büyük bir kâra tercih etmektedir.”

Türkiye’de seçmen davranışı da aynı zaman tercihiyle güdülenmektedir. Çünkü aslında Müslüman Türk seçmeni,  İbrani/Arap  söyleminden öğrendiği öfkeli , “oyun kuran”, Tanrı’nın yarın ne yapacağından da çok emin olmadığı için bugün mümkün olan en büyük yararı ve yiyeceği temin etmeyi gözetmektedir.

Buradaki ayırt edici eylem, belirsiz de olsa bir iktidara yaranmanın, nispeten çok daha belirlenebilir, kestirilebilir  faydalara tercih edilmesidir. Bu eylemin gündelik yansıması da siyasal iktidara yaranmanın, doğru ekonomik eyleme tercih edilmesi olarak ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla meselâ yükseleceği neredeyse muhakkak olan döviz kuruna rağmen iktidarın sözüne itaat ederek zarara uğramak Türk insanını rahatsız etmemektedir.

Aklın verilerine karşı,  tehdit algısının yarattığı korkuya boyun eğmek, saf akılcı bir ekonomik analizin konusu olamaz. Bu doğrudan doğruya  psikiyatrinin ve psikolojinin konusudur. Türk toplumunun psikolojisindeki patolojik sapma üzerinde artık ciddi şekilde durulmalıdır. Çünkü bu sapma yalnızca ülke ekonomisini tahrip etmekle kalmamaktadır.

Bu psikoloji bir intihar histerisine dönmektedir. Bu ayrı bir tartışma konusudur.

Türk ekonomisinin düzelmesinde hükümetlerin çıkar güdülü kısa vadeli  düzenlemeleri yerine artık eylemde bulunan Homo economicusların akıl ve ruh sağlığının düzeltilmesine öncelik verilmelidir.



KERKÜK ZİNDANI


  Bu aralar Cem Karaca’dan Kerkük Zindanı türküsünün muhteşem rock yorumunu dinliyorum. Gözlerim doluyor, yetersiz bir ifade olacaktır; çünkü içimi öfke kaplıyor. Biz millet olarak balık hafızalıyız, yaşadıklarımızı unutuveririz. Kin tutmanın günah olmasının İslam öğretisinde yer alması ya da hoşgörü safsatasının da bu konudaki payı da büyüktür. Kin tutmak iyidir. Kişisel olarak olmasa da millet olarak diri ve tetikte olmanızı sağlar.



Diriyseniz, bütün duyularınızda tam olarak çalışıyor demektir. Düşüne bilirsiniz, gözünüz görür, kulağınız duyar, nereden tehlike geldiğini anlarsınız, kendi varlığınızı korursunuz, hayatta kalmak için en nihayetinde şahsiyetiniz, namusunuz için, yaşam tarzınızı korumak ve özgürlüklerinize sahip çıkmak için refleks gösterir, direnirsiniz. Diğer türlüsü balık gibi kimin ağına düşeceğini beklemek anlamına gelir ki hangi sofranın yemeği olacağınızı Tanrı bilir.

Sekiz aydır, Türk Askeri, üstelik TSK’nın en seçkin birlikleri Suriye topraklarında. Kuzey Irak’ta ki birliklerden söz etmiyorum bile.. Terör saldırıları, her gün gelen şehit cenazeleri..Devlet refleksi bu müdahaleleri gerektiriyorsa tabii ki millet olarak devletimizin her daim olduğu gibi arkasındayız. Ancak şu anda sonuçlarını yaşadığımız olayların nedenlerini düşünen beyinler elbette irdelemeli ve unutmamalıdır.


 Hadi düşünce tembelisiniz, hafızanızı harekete geçirip, yanı başımızda ki ülkelerin yaşadıkları iç savaşları, o ülkelere barış getirmek için dünyanın bir ucundan gelip, o ülkelerin ırzına geçilen kadınlarını, diri diri yakılan çocuklarını hatırlamak lazım. Belli ki Kurtuluş Savaşını, işgalicilerin zulmünü, Ermenin çetelerinin gariban Anadolu kadınına yaptıklarını hatırlamak daha güçtür.


Yaşam tarzınız, kişisel özgürlüklerinizi de kapsar. Yaşam tarzı, yasalar tarafından korunur. Dolayısı ile kuvvetler ayrılığı ilkelerinin uygulandığı demokrasilerde yasaların ve yasama organlarının bir anlamı vardır. Hak verilmez, alınır derler. Belki bunun içindir ki Türk Halkı kendilerine verilen özgürlükler ve tercih yapma hakkından bu kadar kolay vazgeçmeye hazır gözüküyor. Onun için de, eski devir artığının bilmem kaçıncı göbekten torunu çıkıp, kendisine yalakalık yapan sunucuya ‘bana prenses değil sultan demeniz, daha uygun olur’ diyor, o zavallı adam da seyirciye kadını alkışlattırıyor.


Bu sultan, bir gecekondu semtine gitse ve dese ki, bu topraklar benim ailemin malı boşaltın evlerinizi, devlet benim, bundan sonra yeşil kart falan bilmem, iaşenizi kestim. Yeni bir fetih dönemine giriyoruz, ilk hedefimiz Tahran, İran’a savaş ilan ettim. Bizim garibanlar hafızalarına uygun şekilde sudan çıkmış balığa dönerler. Bu gün geldiğimiz nokta da belki halk kendi eliyle yeni bir monark olmasa da bir tek adam yaratacak, üstelik bu gücün kendisinde olduğunun farkına bile varmadan, bu güçten vazgeçecek.