Türk Ekonomisinde Psikopatolojik
Sapma
Psikolojizm iktisatçıların biraz
da küçümsemeyle yad ettikleri bir anlayış. Ekonomik davranışları psikolojik
güdülenmelerle açıklamaya çalışmaya karşı özellikle liberal iktisatçılar şüpheyle yaklaşıyor.
Bu şüphecilik sanırım, Homo
economicus’un akılcı davranışlarının “duygulardan arındırılmış” olduğu kabulüne
dayanıyor. Normal bir insanın hazzzı acıya ve çok olanı da az olana
tercih edeceği kesindir. Zahitler sahi
bu konuşan ayrık değildir. Çünkü onlar da en nihayetinde “mutlulukların en
büyüğüne” ulaşmak arzusuyla bugünkü ömür
sermayelerinden tasarruf ederler. Yani özünde cennete veya doğrudan
Tanrı’ya ulaşmak vaadinin getirisini bugünkü zevklerden üstün tutarlar. Bu da
özünde bir “zaman tercihidir” ve bizatihi ekonomik bir davranıştır.
Homo economicus’u tanımlayan
iktisatçıların ülkelerinde, insanların davranışları, ekonomiyi tanımlayan
davranış düzenliliklerini oluşturmuştur. Dolayısıyla meselâ Mises insan eyleminin doğrudan doğruya ekonomi veya
ekonominin doğrudan doğruya insan eyleminin
kendisi olduğunu düşünebilmiştir. Buna göre insan eyleminden ayrı bir ekonomi
yoktur. Misesin bu yaklaşımına “prakseolojik açıklama” diyebiliriz. ( Mises, “eylemle”
“davranış” arasında, bilinçlilik ve istençlilik (iradilik) yönlerinden bir
ayrıma gider. Eylem, amaç ve araç gösteren özel bir davranıştır. Oysa
bakteriler de bilinçli olmamakla beraber tepkisellikleriyle vs “davranışta”
bulunabilirler.)
Doğu toplumları için bir
genelleme yapmak orientalist bir mübalâğa olabileceğinden sadece Türkiye
örneğinde prakseolojik sapmanın üzerinde durmak belki de daha anlamlı ve
yararlı olacaktır.
Türkiye örneğinde Türk insanının
ekonomik davranışlarındaki sapmaların temelinde, “tersine zaman tercihini”
görebiliriz. Batı insanı “tasarrufu” ,
birikime dayalı uzun vadeli bir önlem olarak görürken Türk insanında tasarruf,
“mümkün olan en kısa sürede mümkün
olabilecek en yüksek kârı elde etmeğe” yönelik
bir tür kumar halini
almaktadır.
Bu tespiti yapıp da burada bırakmak bir ölçüde
faydalı olabilir ama yetersizdir. Çünkü bu eylem, bir tür panik kalıbı göstermektedir. Önemli olan bu kalıbın hangi algıya dayandığını bulabilmektir. Çünkü panik kalıbına yol açan temel algı kuşaktan
kuşağa aktarılmaktadır. Hele Türk toplumundaki katı ve dirençli etnik ve dinsel kistlerin uluslaşmaya ve
uygarlaşmaya gösterdikleri direnç göz önüne alındığında, Türk toplumunun akılcı
bir ekonomik eyleme yöneltilmesi daha acil bir sorun halini almaktadır. Çünkü
uzun vadede birikime dayalı tasarruf anlayışıyla işleyen çağdaş dünya
ekonomilerinin içinde yer alabilmek için bu düşünüş biçimini içselleştirmemiz
artık hayatî bir zorunluluktur.
Muhtemel Türk insanındaki “panik
kalıbının” temelinde açlık korkusu yatmaktadır. Peki ama açlık korkusu,
ekonominin bunca geliştiği bir dönemde hâlâ nasıl yaşayabilmektedir?
Türk insanı üretim süreçlerinin gerektirdiği uzmanlaşmaya ve sabra sahip değildir.
Çünkü Türk insanı diniyle çağdaş
kapitalist dünyanın üretim kalıpları arasındaki tercihini dinden yana yapmış, “namaz
vakitlerini” vardiyaya tercih ederek hayatının ritmini namaza teslim etmiştir.
Peki ama bunu neden yapmıştır?
Bunu yapmasının temel sebebi dinle
yozlaştırılmış otoriter kişilik yapısıdır. Emir almayı ve emir vermeyi
benimseyen yapısıyla Türk insanı asker
tabiatlıdır. Sorun asker tabiatıyla meydana getirdiği töresinin yerine Arap
şeriatını getirmesidir.
Arap şeriatıyla beraber Türk disiplini,
“soyut değerlere bağlılık” amacından sapmıştır. Türk bilincindeki Türk ahlâkına kaynaklık eden Tanrı’nın yerini,
İslâmla beraber, kendisine her ne pahasına olursa olsun yaranılması gereken bir
İbranî tanrısı almıştır.
Kendisine yaranılması gereken bir
Tanrı’nın insanlarda yarattığı ahlâk, kalıcı ve aktarılabilir bir ahlâk
olmamıştır. Bu ahlâk “bugün için yapılması gerekeni” esas alan bir çıkar ahlâkıdır. Çünkü İbrani telâkkisinde Tanrı, “insan üstü bir merhamet
kaynağı” değildir; sadece “sonsuz güçte bir başka insandır”. Dolayısıyla
İbrani Tanrısı, hepimiz gibi kin güdüp,
aldatabilen, öfkelenen ve intikam alan bir aşkın insandır.
Bu telâkki İslâmla beraber bütün
Müslüman toplumlara da sirayet etmiştir. Böyle düşünen, “Tanrısına yaranmak
için” kendini patlatan bombacının , “
mümkün olduğunca başkalarına zarar vermemek iradesini” esas alan bir ahlâkı anlayabilmesi mümkün değildir.
Çünkü bombacı, “ Bugün elde
edilebilecek en yüksek kârı, yarın elde edilebilecek daha büyük bir kâra tercih
etmektedir.”
Türkiye’de seçmen davranışı da
aynı zaman tercihiyle güdülenmektedir. Çünkü aslında Müslüman Türk seçmeni, İbrani/Arap söyleminden öğrendiği öfkeli , “oyun kuran”, Tanrı’nın
yarın ne yapacağından da çok emin olmadığı için bugün mümkün olan en büyük
yararı ve yiyeceği temin etmeyi gözetmektedir.
Buradaki ayırt edici eylem,
belirsiz de olsa bir iktidara yaranmanın, nispeten çok daha belirlenebilir,
kestirilebilir faydalara tercih
edilmesidir. Bu eylemin gündelik yansıması da siyasal iktidara yaranmanın,
doğru ekonomik eyleme tercih edilmesi olarak ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla
meselâ yükseleceği neredeyse muhakkak olan döviz kuruna rağmen iktidarın sözüne
itaat ederek zarara uğramak Türk insanını rahatsız etmemektedir.
Aklın verilerine karşı, tehdit algısının yarattığı korkuya boyun
eğmek, saf akılcı bir ekonomik analizin konusu olamaz. Bu doğrudan
doğruya psikiyatrinin ve psikolojinin
konusudur. Türk toplumunun psikolojisindeki patolojik sapma üzerinde artık
ciddi şekilde durulmalıdır. Çünkü bu sapma yalnızca ülke ekonomisini tahrip
etmekle kalmamaktadır.
Bu psikoloji bir intihar
histerisine dönmektedir. Bu ayrı bir tartışma konusudur.
Türk ekonomisinin düzelmesinde
hükümetlerin çıkar güdülü kısa vadeli
düzenlemeleri yerine artık eylemde bulunan Homo economicusların akıl ve
ruh sağlığının düzeltilmesine öncelik verilmelidir.
6 yorum:
Sayın Yazar, ellerinize sağlık. Tasarruf din ilişkisine getirdiğiniz yorum çok dikkat çekici. Din vurgusunun yanı sıra üretim toplumu olamamanın etkilerini tartışmalısınız, bir başka yazınızda.
Derya Hanım, sabırlı okumanız için çok teşekkürler. Zira yazı biraz dağınık olabilir. Teşvik edici eleştiriniz çok teşekkürler.
Üretim kısırlığı başlı başına bir tartışma konusu, haklısınız.
Aklımız erdiğince onu da ele alalım.
Teşekkürler , saygılar.
Elinize sağlık. İlginç bir tahlil olmuş gerçekten. Hiç bu açıdan bakmamıştım,teşekkür ederim
Ssevgili Ayarsız,
Ne zamandır yoktunuz, unuttunuz, sanmıştık. beğendiğiniz sevindim. ben teşekkür ederim.
Sizin de aklınıza , elinize sağlık.
Maalesef bu toplumsal psikolojik tembelliğe ve garanticiliğe öyle alışıyoruz ki, bu tembellik beraberinde umutsuzluk ve bezginlik getiriyor. İzninle konuyu biraz daha özele indirgeyerek son zamanlardaki gündemimizden bahsetmek istiyorum.
Şimdi mezuniyete yaklaşmamızla birlikte bütün dönem arkadaşlarımı bir mezuniyet sonrası iş telaşı sardı haliyle, kendi aramızda sürekli konuşuyoruz. Çoğumuz bir şirkete girip aylık belli bir maaşla çalışmak niyetinde, ben de dahil olmak üzere. Çünkü hiçbirimiz mezuniyetten sonra girişimcilikte bulunup aylarca, hatta belki senelerce geçimini sağlayamacak olma riskini göze alamıyoruz.
"Ben girişimcilikte bulunacağım, istihdam sağlayacağım ve özgün üretimler yapacağım." dediğimiz zaman en büyük engellerden bir tanesi toplum baskısı (Yazında belirttiğin etkenlerle oluşmuş toplumun baskısı). Üretimi temel almadan, sadece işe gidip gelerek aylık maaş almanın normal olduğu düşünüldüğü için; kendi şirketini kurmak, üretimde bulunmak ( ki bu bilişim sektöründe diğer sektörlere göre daha az zahmetli olmasına rağmen ) etrafımızdaki insanlara aykırılık veya başıboşluk, hayalperestlik gibi geliyor. Dışlanıyorsun. Ailen tarafından desteği de en fazla 1 sene görüyorsun, sonra onlar da haklı olarak senin için endişelenmeye başlıyorlar. Kendini başarısız hissedip hayallerini bir kenara bırakıp gidip bir yerde maaşlı işe giriyorsun. Türkiye ekonomisine kazandırılacak, dahası diğer akranlarına da örnek olacak bir girişimci ruh daha böylece kaybedilmiş oluyor.
Hal böyle olunca toplumdaki genel iş ve ekonomi atmosferi "maaşlı iş, ooh mis git gel" olunca, kimsenin ağzından "üretim, milli üretim, üretmezsek bir gün öleceğiz" filan gibi sözler çıkmayınca, ben de dahil olmak üzere büyük bir kesim hiç böyle riskli işlere girmiyor. Atmosferin dışında davranmak herkesi tedirgin ediyor çünkü. Dediğin gibi kısa zamanlı faydayı gözetiyoruz, 20 sene sonra bu ülkenin hali ne olacak diye düşünmüyoruz.
Bu motivasyonsuzluğumuzu milletçe ne şekilde yüksek motivasyona çevireceğimiz hakkında ise hiçbir fikrim yok.
Yelizciğim ne zamandır görünmüyordun, iyi ettin, geldin. Mükemmel bir tespit yapmışsın! Eline aklına sağlık! Ekmeğin gökten geleceğine inanan bir toplum kendi ekmeğini yapamıyor.
Sen moralini bozma.
Maaşlı iş talebinin en önemli sebebi, işini iyi bilmemektir. Ne yapacağını bilmeyen insan maaş almak ister.
İşini sevmeyen, bilmeyen insan yaratmak, üretmek de istemez, istese de yapamaz.
Her zaman gel, fakirhaneyi boş bırakmayalım.
Sağlıcakla kal.
Yorum Gönder