Buraya kadarki tanımlarımızda dikkati çekmesi gereken nokta şudur ki liberalizm, sosyalizm gibi “kurucu” ve “âmir” bir kuram değildir. Liberalizm, insan toplumunun, özünde barışçı ve mübadeleci olduğuna dair temel kabulüyle, bu özün korunması dışında bir zor kullanıcılığa gerek olmadığı fikrini geliştirmiş “kâşif” bir kuramdır.
Size “adaletin” ne olduğunu dayatmaz. Size adaletin, zaten sizin yapmamak üzere şartlandığınız davranışlarınızın temelinde yattığını gösterir.Size, parasını vermek yerine, parasını vererek elde etmenin “normal” olduğunu söyleyen sınırlamaların, adaletin özü olduğunu söyler. Hayek’in büyük ferasetle durmaksızın telaffuz ettiği “kendiliğinden doğmuş âdil davranış kuralları” fikrinin özü budur.
Son iki paragrafın ortak özelliği, liberalizmin bir “ideal kimliksiz toplum” yaratmak amacının olmadığıdır.
Liberalizm, bütün insan toplulukların ve toplumlarının varoluşsal müşterek kurallarını ( sınırlayıcılarını) keşfetmekle uğraşır ama bu beraberliklerin renkleri konusunda bir yargıya varmaz. Şüphesiz modern demokrasinin özündeki pek çok ilke “batı kaynaklıdır”. Bu açıdan liberalizmin de aslında bir batılılaştırma çabası olduğu ileri sürülebilir. Mesele şudur ki sosyalizmin de dahil olduğu “modernizm” zaten batı kayaklıdır ve bu gün üzerinde siyaset yapıp fikir irad ettiğimiz zemini teşkil etmektedir. Bundan “batı kaynaklı” olduğu için vazgeçeceksek, hayatımızı, mülkiyetimizi ve hürriyetimizi koruyacak ama “batlı” olmayacak başka bir fikrî zeminde toplusal mutabakatı sağlamamız gerekir.
Liberalizmin toplulukların, toplumların “renklerine” dair herhangi bir yargılayıcılığının olmaması iki türlü yorumlanabilir.
Birincisi ki bu bizim liberallerimizin de içinde bulundukları yaygın ve bir o kadar yanlış bakıştır: liberalizmin bir renginin olmaması, onun “uygulandığı” ülkelerde de renklerin silinmesini gerektirir. Liberalizmin renklere karşı körlüğü ancak renkleri ortadan kaldırmakla mümkündür. Bu kanaate liberallerin derhal itiraz edeceklerine şüphe yoktur. Toplumdaki her türlü azlığın haklarının korunmasından yana oldukları için haklarında ileri sürülen bu iddiaya şiddetle itiraz edeceklerdir.
Sorun şudur ki “azlıkların” renklerinin korunması konusunda son derece duyarlı olan liberaller, kurucu çoklukların renklerinin olmasına da şiddetle karşı çıkmaktadırlar.
Toplumsal düzenin, “kendiliğinden” oluşumuna dair eşsiz bir feraseti, çoklukların varlığı için gösterememektedirler. Azlıkların varlığını doğal kabul ederken çoklukların varlığını “zorlamaya” dayandırmaktadırlar.
Bunun en belirgin örneği “ulus devlet düşmanlığıdır”. Ülkemiz liberalleri yaygın olarak “ulus” ve “devletle” ilgili bilgisizliklerini, başkalarına hamlederek, hayalî bir “kolektif” düşman yaratırlar. Onlar, “etnik” ( ki buna ırksal demeye dilleri varmaz), dinî her türlü azınlığın varlığını doğal kabul ederler ama bu azlıklara bir yaşama ortamı ve hukuk birliği sağlayan büyük soyut toplumsal yapıyı idrak edemezler.
Burada çokluğun, azlıkların temel haklarına karşı muhtemel saldırganlığına karşı uyanık kalmak hassasiyetini, çokluğu ortadan kaldırarak veya inkâr ederek sürdürebileceklerini sanırlar. Oysa düşman oldukları çokluk, ülkeyi kuran, ona adını veren ve ülkede herkesi bağlayan hukuk birliğini oluşturmuş milletten/ulustan başkası değildir.
Liberallerin, “çoklukları”, kendiliğinden doğmuş bir toplumsal düzen kuramına rağmen yok sayması çelişkisi, “herkes için ve her zaman geçerli kurallar” karinesinin de zedelenmesine yol açmaktadır. Çünkü bir ülkedeki kurucu çoğunluğun reddiyle beraber herkes için ve her zaman geçerli” kuralların yerine, kendiliğinden, “ “ ırkî veya dinî” farklılıkların demografisine/ nüfus yapısına göre” şekillenen objektif olmayan ve kayırmacılık taleplerinden beslenen bir siyasî rejim tasavvuru doğmaktadır.
Size “adaletin” ne olduğunu dayatmaz. Size adaletin, zaten sizin yapmamak üzere şartlandığınız davranışlarınızın temelinde yattığını gösterir.Size, parasını vermek yerine, parasını vererek elde etmenin “normal” olduğunu söyleyen sınırlamaların, adaletin özü olduğunu söyler. Hayek’in büyük ferasetle durmaksızın telaffuz ettiği “kendiliğinden doğmuş âdil davranış kuralları” fikrinin özü budur.
Son iki paragrafın ortak özelliği, liberalizmin bir “ideal kimliksiz toplum” yaratmak amacının olmadığıdır.
Liberalizm, bütün insan toplulukların ve toplumlarının varoluşsal müşterek kurallarını ( sınırlayıcılarını) keşfetmekle uğraşır ama bu beraberliklerin renkleri konusunda bir yargıya varmaz. Şüphesiz modern demokrasinin özündeki pek çok ilke “batı kaynaklıdır”. Bu açıdan liberalizmin de aslında bir batılılaştırma çabası olduğu ileri sürülebilir. Mesele şudur ki sosyalizmin de dahil olduğu “modernizm” zaten batı kayaklıdır ve bu gün üzerinde siyaset yapıp fikir irad ettiğimiz zemini teşkil etmektedir. Bundan “batı kaynaklı” olduğu için vazgeçeceksek, hayatımızı, mülkiyetimizi ve hürriyetimizi koruyacak ama “batlı” olmayacak başka bir fikrî zeminde toplusal mutabakatı sağlamamız gerekir.
Liberalizmin toplulukların, toplumların “renklerine” dair herhangi bir yargılayıcılığının olmaması iki türlü yorumlanabilir.
Birincisi ki bu bizim liberallerimizin de içinde bulundukları yaygın ve bir o kadar yanlış bakıştır: liberalizmin bir renginin olmaması, onun “uygulandığı” ülkelerde de renklerin silinmesini gerektirir. Liberalizmin renklere karşı körlüğü ancak renkleri ortadan kaldırmakla mümkündür. Bu kanaate liberallerin derhal itiraz edeceklerine şüphe yoktur. Toplumdaki her türlü azlığın haklarının korunmasından yana oldukları için haklarında ileri sürülen bu iddiaya şiddetle itiraz edeceklerdir.
Sorun şudur ki “azlıkların” renklerinin korunması konusunda son derece duyarlı olan liberaller, kurucu çoklukların renklerinin olmasına da şiddetle karşı çıkmaktadırlar.
Toplumsal düzenin, “kendiliğinden” oluşumuna dair eşsiz bir feraseti, çoklukların varlığı için gösterememektedirler. Azlıkların varlığını doğal kabul ederken çoklukların varlığını “zorlamaya” dayandırmaktadırlar.
Bunun en belirgin örneği “ulus devlet düşmanlığıdır”. Ülkemiz liberalleri yaygın olarak “ulus” ve “devletle” ilgili bilgisizliklerini, başkalarına hamlederek, hayalî bir “kolektif” düşman yaratırlar. Onlar, “etnik” ( ki buna ırksal demeye dilleri varmaz), dinî her türlü azınlığın varlığını doğal kabul ederler ama bu azlıklara bir yaşama ortamı ve hukuk birliği sağlayan büyük soyut toplumsal yapıyı idrak edemezler.
Burada çokluğun, azlıkların temel haklarına karşı muhtemel saldırganlığına karşı uyanık kalmak hassasiyetini, çokluğu ortadan kaldırarak veya inkâr ederek sürdürebileceklerini sanırlar. Oysa düşman oldukları çokluk, ülkeyi kuran, ona adını veren ve ülkede herkesi bağlayan hukuk birliğini oluşturmuş milletten/ulustan başkası değildir.
Liberallerin, “çoklukları”, kendiliğinden doğmuş bir toplumsal düzen kuramına rağmen yok sayması çelişkisi, “herkes için ve her zaman geçerli kurallar” karinesinin de zedelenmesine yol açmaktadır. Çünkü bir ülkedeki kurucu çoğunluğun reddiyle beraber herkes için ve her zaman geçerli” kuralların yerine, kendiliğinden, “ “ ırkî veya dinî” farklılıkların demografisine/ nüfus yapısına göre” şekillenen objektif olmayan ve kayırmacılık taleplerinden beslenen bir siyasî rejim tasavvuru doğmaktadır.
Zaten ülkemizdeki liberallerin, etnik ırkçıların, sözde hak taleplerini bir türlü eleştirememelerinin sebebi de budur.
(Devam edecek)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder