Reel politik, sebep sonuç ilişkilerini gözetmeksizin, sonuçları değiştirmek üzere yürütülen ve bu sırada ilkelerin gözetilmediği politika tarzıdır.
Dünyada temel sorun, siyasetçilerin ilkelerin bağlayıcılığından kurtulmak için reel politiğe yönelmeleridir.
Buradaki “reel”, yalnızca sonuçların gerçekliği anlamına gelmektedir. Meselâ devlet borçlarını ödemek için para basan bir iktidar, borçların ödenmesi sonucunu hedeflerken bunun yaratacağı başka sonuçları görmezden gelerek onların gerçekliğini inkâr eder. Davranışlarının sonucu gerçeklik alanına çıktığındaysa, bu sonuçların kendisini yok etmek için uğraşmaya ve çok daha çetrefil başka zorlukların gerçeklik alına gelmesine yol açar.
Reel politiğin “ilkesizlik” sorunu, siyaset alanının meşruiyet sınırlarını belirsizleştirir.
Siyaset alanının bir meşruiyet sınırından bahsedilebilir mi? Bu soruyu sormak “İnsan eyleminin meşruiyet sınırlarından bahsedilebilir mi?” gibi bir soru sormakla aynı şeydir.
Siyaset alanının iki meşruiyet sınırı vardır. Birinci sınır, ferdin temel haklarına müdahale olabilecek siyasî taleplerin hayata geçirilmemesi…
İkincisi ferdin içinde yaşadığı hukuk birliğini oluşturan ve bunu korumakla mükellef kurucu millî unsurun bu yetkisine saldırmamak.
Buna göre bütün otoriter veya totaliter programlar siyaseten gayrı meşrudur.
Bunun yanı sıra, millî devletin varlığına, millet egemenliğine yönelik programlar da siyaseten gayrı meşrudur.
Nasıl insanların katledilmesini, susturulmasını, varlıklarının gasp edilmesini “öneren” bir siyasi program yapılamazsa bir milletin belirleyiciliğini inkâr eden bir proram da o mileltin egemenlik alanındaki siyaset pazarında arz edilemez.
Böyle “fikirlerin” arz edilmesi, ve diyelim bunları talep edenlerin var olması bunların “meşruiyetini” sağlar mı? Bu soruya verilebilecek en güzel cevap uyuşturucu maddelere yönelik talebin onları meşrulaştırmaya yetmediğidir. (Hollanda’da “bağımlılık yapmayan” esrarın belli bir doza kadar serbest bırakılması, potent uyuşturucular için geçerli değildir.)
Her arz meşru olmadığı gibi her talep de meşru değildir. Dünyada nasıl milyonlarca kişinin eroin talep etmesi eroini meşrulaştırmıyorsa, ferdin temel haklarını çiğneyici programlar veya meşru millî devletlere ve bu devleti kuran millî oluşumlara nefrete dayalı programlar da meşru kabul edilemez ve bunlara siyaset piyasasında “tezgâh” kiralanmaz.
Neden böyledir? Başında da söylediğimiz gibi “siyaset” denen fikir piyasasının kurulduğu mekânın mülkiyeti, emniyeti ve bütünlüğü o mekânı siyasetçilere temin eden “millete” aittir.
Bir pazar yerinde neyin satılıp satılamayacağını, o pazar yerinin sahibinin kuralları tespit eder ki zaten millî devletlerin, milletin oluşumu icabı dayandığı hukuk ilkeleri siyasetin meşruiyet sınırlarını da böylece çizer.
Dolayısıyla ister beş kişi, isterse beş milyon kişinin, pazarın sahibinin meşru mülkiyetine karşı çıkması, pazar sahibinin mülkiyetini en ufak şekilde etkileyemez.
Neden böyledir? Çünkü bizi bir arada tutan şey beklentilerimizin benzerliğidir.
Meselâ Türk milleti denen toplumsal oluşum, kazandığı meşru egemenlik hakkıyla kendi topraklarında kendi dilinin egemenliğinin geçerliliğinin kabul edildiği, Türk bayrağının dalgalandığı her yerin kendi haklarının teminat altında alındığı bir yer olduğu beklentisiyle bir arada bulunan fertlerin bir beraberliğidir. Kendisiyle aynı beklentilere sahip herkesi bir Türk ferdi, “Türk” olarak bilir ve ona, bu benzerlik üzerinden davranır.
Türk toplumunun Kürtleri “kendinden bilmesi” de böyle bir beklenti ortaklığının ifadesidir. Türk toplumu içinde kişilerin etnik kökeninin önemsiz olması, “Türk egemenlik sahasındaki” büyük hukuk birliğine tam ve kesintisiz bir uyum göstermek beklentisinden kaynaklanmaktadır.
Bu beklenti, toplumumuzun ırksal farklılıkları aşan bir soyut değerler manzumesi olduğunu gösterir.
Bu beklentilerin sürdürülebilmesi için siyasetin, bu beklentileri hiçbir şekilde zedelemeyecek şekilde yapılması gerekmektedir.
Adı açık ve seçik “Türk” olan bir toplumun hukuk koruyuculuğuna duyulan güvenin, ırkçı mülâhazalarla tanınmaması bu yüzden siyaset dışı bir eylemdir. “Türk’ü tanımamak” bu yüzden bir siyasî “fikir” sayılamaz. Veya Türk’ü kendisi gibi bir kabile bilmek, Türk’ü oluşturan hukuk beraberliği ve soyut kurallar manzumesini tahkir etmektir ki bu da bir fikir arzı veya toplumsal talep endeksi muamelesi göremez.
İşte reel politik denen bataklık, siyasetin sınırlarını belirsizleştirerek adı “parti” olan her örgütlenmenin, her istediğini söyleyebilmesini hatta şiddetle, tehditle seçmen iradesini yönlendirmesine izin vermektedir.
Reel politik denen ilkesizlik yüzünden, bir vatan haini katilin sapkınlıkları, “fikir” muamelesi görmekte, hatta pazarlık konusu yapılabilmektedir.
Dünyada ırkçılığı siyaset sahnesinden kovan medeniyet, etnikçi siyasetin ırkçı mülâhazalarının da siyaset dışı olduğunu kabul etmiştir, etmelidir de. Hele siyaset sahasının ifade hürriyeti hakkını şiddet ile bağdaştırmaya kalkanların tavırlarındaki ikiyüzlülük artık ifşa edilmeli buna yönelik taleplerin dile getirilmesi kesin şekilde yasaklanmalıdır.
Aksi takdirde, para basmakla hayat pahalılığı ve fakirleşme arasındaki bağlantıyı kuramayan popülist iktidarların ilkesizliği yüzünden düşülen duruma düşeriz ki etnik ırkçılığın ilkelsel anlamda yasaklanmaması, ülkenin köy köy bölünmesine ve tam bir vahşet egemenliğine yol açar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder