29 Aralık 2009 Salı

Türkçe Bilmeyen Küçük Kız


Henüz on dakika oldu, olmadı, kolunda , bir kataterle gelen küçük kızım yaşlarında ve ürkek bakan bir kız çocuğuna “geçmiş olsun” dedim. O yaştaki herhalde bütün çocuklar için korkutucu bir iş olan infüzyondan dolayı şaşkın olduğunu düşünüyordum.

Bu şaşkınlığını ve ürkekliğini üzerinden atamaması normaldi ama sözlerime hiçbir cevap verememesi dikkatimi çekti. Gözleri pırıl pırıl ve dikkati yerindeydi. Herhangi bir zekâ yetmezliği olduğunu düşündürecek hiçbir belirti göremiyordum.

Dedesi ve babasının arasında sıkışıp oturan çocuğun halinden içim burkuldu. Buna rağmen onu konuşmaya teşvik ediyor, dikkatini, kolundaki tatsız şeyden uzaklaştırmaya çalışıyordum

Gereken ilâçları temin edip onları uğurlarken babası gülerek bana bu küçük kızın Türkçe bilmediğini söyledi.

Henüz ilkokula gitmeyen bir çocuğun Türkiye’de Türkçe bilmemesi beni çok üzdü. İletişim araçlarının bu kadar güçlü olduğu bir memlekette beş- altı yaşlarında bir çocuğun kendisine geçmiş olsun diyen, kendisini güldürmeye çalışan birini anlayamaması düşündürücüydü.

Elbette çocuk anasının kendisine seslendiği dil ne ise önce onu öğrenecektir. Bu hem kaçınılmaz ve doğal hem de gerekli bir şeydir. Bu dil onun çocukluk hatıralarını, çevresini oluşturacaktır. Kendi aidiyetini hissetmesini sağlayacaktır.

Herhangi birinin bu gerçekliğe itiraz edeceğini sanmıyorum.

Bu küçük kız elbet ilkokula gidecek ve orada ülkenin geri kalanının konuştuğu dilde de bir şeyler öğrenecektir. Bu gün için öğretim sistemimizin bütünlüğü bunu sağlamaktadır.

Oysa bu küçük kızı, ilkokulda ve diyelim üniversiteye kadar “Türkçe’den koruyarak” eğitmek bana gösterdiği tepkisizliği ve hatta ürkekliği derinleştirmekten başka neye yarayacaktır?

O küçük kız için dilini anlamadığı insanların bu kadar çok olması git gide kendisini daha çok yabancı hissetmesine yol açmayacak mıdır? Daha da kötüsü bu yalıtılma hissi, kendi çocukluk hatıralarının, dilinin, evinin, çevresinin, kuşatıldığı hissine dönüşmeyecek midir? Bu his şimdiden “ayrı bir coğrafyanın sahipliği” ve “işgal altındaki bir coğrafya” söylemleri ile oluşturulmaya çalışılmaktadır

Küçük kız şimdi kendisine “başka bir dilde” duyulan şefkati ve ilgiyi anlayamaz haldedir. Oysa ona öğretilmeyen bu “başka” dil ülkenin genel anlaşma vasıtasıdır. Bu gün kendisine duyulan “Türkçe” şefkati anlamayacak; yarın ise hiçbir empati girişimini algılayamayacaktır.

Küçük kız şimdiden, milletleşmiş bir topluma, kabileci bir kıskançlığın ve hırçınlığın siyasetiyle yabancılaştırılmakta.

Anadolu Türk varlığının çekici gücü olduğu “soyut kavramlara” dayanan milletleşme sürecinin, kan bağına ve feodal ilişkilere dayanan daha geri bir güdüyle inkâr edilmesi, “birlikte yaşama iradesi” geliştirmeyi sağlayamaz

İşte bu yüzden “ana dilde” eğitim ile hedeflenen şeyin sonucu nihaî bir toplumsal bölünmedir.
Türk’ü ve Türkçe’yi “yabancı” ve kendilerinden korunulması gereken olgular olarak görmekle barışın ve kardeşliğin hiçbir ilgisi olamaz.






2 yorum:

bilge dedi ki...

Bu memleket Osmanlı idaresindeyken de resmî dili Türkçeydi zaten. Ama bu, 40'larda gelişen aşırı Türkçeci akımların etkisiyle unutulan bir hakikat olduğu için, sanki Türkiye Cumhuriyeti kurulduğunda birdenbire Türkçe diye bir dili dayatmışız, resmi ve günlük ortak dil haline getirmişiz gibi bir düşünce gelişmiş durumda.

Afşar Çelik dedi ki...

Bilge can, hay ağzına sağlık! Evet sanki osmanlı'da birden fazla resmi dil varmış zannediyor çoğu insan. İyi elirttin bunu. Bu, bir imparatorluk tabiatı gereği çok kavimli veya milletli dahi olsa devleti kuran milletin kültürünün, dilinin egemenliğinin doğal sonucudur. Bu tespit gayet yerinde olmuş, aklına, eline sağlık.