İsviçre’de minare, bizde açılım meselesi vs’nin üzerinde dönüp dolaştığı ana konu egemenlik ve temel haklar ilişkisi…
Liberallerin genel eğilimi, “egemenliğin” temel haklar lehine sündürülmesi veya mümkünse görmezden gelinmesidir.
Bazı kötü örneklerinden dolayı milliyetçiliğe karşı gelişen önyargının da haklılaştırmasıyla egemenliğin, çoğunluğun kayıtsız şartsız bir diktası haline geleceğinden endişe duyarlar. Burada kavmiyetçiliğin ve kabileciliğin de “milliyetçilikle” aynı şey sayıldığı yanlışını bir kenar notu olarak yazmamız gerekiyor.
Egemenlik kavramına genel liberal bakış, bunun kurgulanmış bir toplumsal yapının hurafe kabilinden geliştirdiği bir kumanda paneli olduğu yönündedir. En az sosyalistler kadar ezberci oldukları göz önüne alındığında, ithal kötü hatıra standından bulabildikleri yegâne düşüncenin bu olmasına şaşmamak gerek.
En başında, hakkında konuştuğumuz “devletin” meşru bir devlet olduğunu, işgalci olmadığını belirtmeliyiz. Zira fetihler döneminin dışında ve ancak İkinci Dünya savaşı sonrasında haritaların büyük ölçüde kazanmalarının ardından artık ordu gücüyle toprak kazanmak, kabul edilir bir davranış olmaktan çıkmıştır.
Peki ama egemenlik nedir? Egemenlik bir tür Tanrısal, sorgulanamaz, kayıtsız şartsız hâkimiyet midir?
Egemenlik en genel anlamıyla “belirleyiciliktir”. İngilizler, “Her İngiliz, kendi evinin kralıdır!” derken ferdin özel mülkiyet üzerindeki egemenlik/ belirleyicilik durumunu özetlemişlerdir.
İşe bu noktadan baktığımızda ki doğru bakış açısı budur, egemenlik durumunun veya davranışının tabiatı hakkında açık bir fikir edinebiliriz. Zira örnekte de görüldüğü gibi kişinin “egemenliği” belli sınırlar içinde geçerlidir, meşrudur.
Egemenliğin fert temelindeki bu doğal ve kaçınılmaz sınırlılığı sayesinde, egemen milletlere dayanan hukuk devletlerinden bahsedebilmemiz mümkün olabilmektedir.
Ferdin , “herkes için ve her zaman uyması” gereken kuralların sınırlandırması ile ile “belirleyici” davranabilmesi, kuralların herkes için ev her zaman geçerli olduğu bir hukuk devleti yapısının çoğunluğun egemenliğini de kendiliğinden sınırladığı anlamına gelir.
Çünkü hiç kimse bir başkasının temel hakkına rağmen “belirleyici” olamaz!
Millî devletlerin egemenlik hakları, millî devleti oluşturan millî çoğunluğun fertlerinin kendi hayatları hakkındaki benzer/ müşterek belirleyici olmak kararlarının bir neticesidir.
Dolayısıyla bir millî devlette, kurucu millî çoğunluğun fertlerinin birbirleriyle ilişkilerinde gözetmek istedikleri kıstasların, kodların, kuralların o memleketin genelinde cari olması durumuna “millî egemenlik” diyebiliriz.
Bu hak, millî çoğunluklara, herkes için her zaman geçerli kurallara uyma sorumluluğunu da yükler aynı zamanda. Çünkü hiçbir hak veya yetki sorumluluktan âri olamaz! Sorumluluk, yetki veya hakkın “zarar vermemek” sınırlarını aşması haline kişiye müeyyide uygulama imkânıdır.
Bu durumda şunu görürüz ki aslolan, dev
letin, hukuk devleti olarak işletilmesidir. Bu, egemenliği aşkın bir durumdur, bir zarurettir.
Aksi takdirde devletin varlık şartı ortadan kalkar ve bir çeteye dönüşür.
Bir hukuk devletinin kadir-i mutlaklığı söz konusu değildir fakat bu sınırlılık millî çoğunluk ve azlıklar için farklı şekilde işler.
Gerçek bir liberal demokrasi de devletin ne azlık ne çoğunluk taleplerine yönelik herhangi bir pozitif, müteşebbis hali olmamalıdır.
Yani ideal bir liberal demokraside devlet, talep karşılayıcı, tedarik edici bir rol üstlenmez. Adalet ve emniyet dışındaki diğer mal ve hizmetlerin tedarikine karışmaz. Çünkü onun zor kullanıcı tabiatı ile müşterilerine ayrım gözetmeksizin hizmet veren bir pastanenin tabiatı asla aynı olamaz.
Buna rağmen devlet bir millî çoğunluğa dayanır ve ona göre biçimlenir, “belirlenir”. Bir hukuk devleti tamamen şekilsiz, nötr ve kimliksiz bir devlet değildir.
Bu nokta egemenliğin yarattığı kaçınılmaz eşitsizliğin noktasıdır. Millî çoğunluk, vatanını nasıl biçimlendireceğine hukuk ilkeleri dışında hiçbir sorumluluk taşımaksızın ancak kendisi karar verir ki bunun adına da zaten bağımsızlık denir. Bu eşitsizliğin sınırı da devletin bütün vatandaşların temel haklarına karşı kendini sınırlandırmasıdır. Kaldı ki ifade hürriyeti konusu temel haklar içinde en sınırları en zor belirlenen alan olduğundan genellikle problem, bu hakkın kullanımıyla ilgili olarak çıkar.
Bu noktada millî çoğunluk hukuk ile sınırlandırılmış egemenliğinin kesin şekilde tanınması kaydını ve şartını ifade hürriyeti hakkı için koyar ve koymalıdır. Bunun dışında kendi ülkesinin örf ve adetleri ile çelişen gelenek ve inançların açıkça ifadesi konusunda sınırlayıcı davranabilir. Nitekim İngiltere’de Müslüman grupların ibadethaneleri vardır ama ezanın, ortak kullanım sahasına okunması yasaktır. Sihler polis hizmetinde bulunabilir ve türbanla çalışabilir ama İngiliz parlamentosunun kanunlarını uygulamakta istisna gösteremezler. Hatta polislik hizmetinde çalışan Müslüman ve çarşaflı kadınlar da vardır ve bu onların İngiliz kanun görevlileri oldukları gerçeğini değiştiremez.
Görüldüğü gibi temel hakların kullanımı, azlık grupların özerk egemenlik sahaları oluşturmasını gerektirmemektedir. Haringey Belediye Başkanı oylamayla seçilmiş bir Türk’tür ama bu ona İngiltere’nin geri kalanından farklı bir haklar kümesi sunmamaktadır.
Egemenlik hakkı, ülkede herkesin, millî çoğunluğun belirleyiciliğini tanımasını gerektirir. Yani hiç kimse kendi özerk alanını teşkil ederek bu egemenlik hakkından korunamaz ve bu belirleyicilikten kaçamaz. İngiltere’de İngilizce konuşulmayan bir özerk bölge oluşturamazsınız. Yerel dilin konuşulduğu ve kendisini bağımsız örgen İskoçya’da dahi ki yakın zamanda krallığa bağlılığını kahir ekseriyetle ifade etmiştir, dilekçenizi İngilizce verir ve kraliçenin asker ve polislerinin emniyeti altında hayatınızı sürdürürsünüz.
Bir hukuk devleti, herkese ama herkese, kendisine ve millî çoğunluğun egemenlik hakkına yönelik şiddeti davet etmemek ve bunları yıkmamak kaydıyla belli bazı ölçülerle ki bunların örneklerini yukarıda verdik temel haklara kesin bir saygıyı garanti eder, fakat bundan fazlasını değil! Dolayısıyla bir hukuk devletinde eşitlik her şeyin herkese eşit olarak tedarik edilmesi anlamına gelmez!
Bir hukuk devletinde eşitlik, bütün vatandaşların, egemenlik hakkına ve devletin bütünlüğüne yönelik kesin saygısı şartına uyarak temel haklarını kullanmakta ayrımsız olmaları anlamına gelir. Dolayısıyla bir hukuk devletinde veya tadil edilebilir bir hukuk devletinde ki hukuk devletinin pratikteki hali ancak budur, kendisi ile ilgili egemenlikten korunmuş özerk egemenlik alanları tahsisini istemek “eşitlik” ilkesi ile bağdaşmaz, böyle bir talep egemenliği tanımamak anlamına gelir.
Egemenliğin temel haklar ile sınırlandırılması kayıt ve şartının tekrar tekrar vurgulanması ne kadar gerekli bir ilkeyse; bu şartı haiz bir egemenliğin kesin şekilde tanınması o kadar büyük bir önemi haizdir. Hiçbir millî çoğunluk, azlıkların varlığından dolayı devletine kendi adını koymaktan, resmî dilin belirleyicisi olmaktan, vatanının her yerinde kendi silâhlı güçlerini bulundurmaktan, anayasasına ad koymaktan ve onu kendi örfünce şekillendirmekten men edilemez, bu konudaki hakkının birileriyle bölüşmesi ondan istenemez!
Üzerinde en çok tartışmanın yaşandığı ifade hürriyeti hakkı, azlıkların kendi kimliklerini korumaları için ne kadar gerekliyse bu hakkın, millî egemenin koruyuculuğuna ve hukuk sağlayıcı devletinin varlığına tam bir saygı sorumluluğu kayıt ve şartı altında geçerli olması da bir o kadar önemlidir. Velev ki devlet, hukuka riayet şartından kendisini ayırsın… Bu durumda devlet azlık veya çokluk herkes için bir tehdit unsuru haline gelmiş demektir zaten. Bu halin dışında devletin tadil edilebildiği sınırlarda kaldığı her ülkede millî çoğunluğun belirleyiciliği inkâr edilemeyecek, göz ardı edilemeyecek bir haktır.
Bu hakkın tanınmaması demek, devleti oluşturan millî çoğunluğun kimliğinin ve varlığının azlıklar lehine tanınmaması demektir ki bu, kendisinden kaçınılan ırkçılık ve faşizme çok daha ilkel bir biçimde saplanmak anlamına gelir.
Hukuk devleti idealine göre tadil edilebilen bir millî devletin varlığında, o devleti kuran millî çoğunluğun egemenliği, vatandaşların yaşam maliyetlerini düşüren, onların temel haklarını teminat altına alan bir kimliklendirilmiş koruyuculuktan başka bir şey değildir. Bu koruyuculuğun tanınıp tanınmaması, o devleti kuran millî çoğunluğun varlığına karşı tutumların adlandırılmasını sağlar.
Millî çoğunluğun, hukuka bağlı egemenliğine karşı hasmane davranışlar, kimden gelirse gelsin “düşmanlık” olarak nitelenir ve millî çoğunluğun kendisini böyle bir husumete karşı her türlü vasıtayla koruması da meşru bir hak olarak ortaya çıkar.
Dolayısıyla bir devleti hukuk devleti haline getirmek onu kurucu millî çoğunluğunun belirleyiciliğinden ayırmakla sağlanamaz. Anayasası’nda millî çoğunluğunun egemenlik hakkı telaffuz edilmemiş tek bir devlet yoktur. Bu bazı etnik ırkçıların çarpıttıkları sosyolojik realitenin ta kendisidir.
Öte yandan, tadil edilebilir bir devleti ve onun egemenini inkâr ederek, o devletten kendi haklarını korumasını istemek açık bir çelişki ve ahlâkî yoksunluk ve daha kötüsü iki yüzlülüktür.
Hiçbir egemen millet, azlık taleplerinin gütmesiyle belirleyiciliğinden vazgeçmez. Hayat, mülkiyet ve ifade hürriyeti haklarını temin eden bir millî egemen çoğunluğun bu teminat dışında hiçbir pozitif taahhüdü de olamaz. Kendilerinin hayat, mülkiyet ve ifade hürriyeti haklarına saygıyı yeterli görmeyenler egemenlik hususunda millî çoğunluğu tanımamakta ısrar edenler olabilir ki onlar da zaten vatandaşlık sıfatını kendiliğinden kaybetmişlerdir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder