18 Aralık 2009 Cuma

Şiddet Önünde Ahlâkî Geçerlilik Problemi

Şiddetle sorun çözülemez deniyor.
Şiddeti yaratan kim? Sorun ne?
Siyasetin anlamı nedir?
Bütün bu soruların cevaplarını açık ve net şekilde vermedikçe Demokrasi, barış gibi kelimeler ikiyüzlülüklerin araçları olmaktan ileri gidemez.

Şiddetle ilgili iki taraf var. Bu taraflardan biri Türkiye Cumhuriyeti’ni savunmakla görevli olan Türk Ordusu. Bu kurum hukuk kuralları içinde hareket etikçe kendisinin şiddet kullanması tekeli tahsis edilmiş meşru bir kurum.

Şiddetin diğer tarafı Türkiye Cumhuriyeti’ni bölmek, bölemezse fiilî etnik özerklik bölgesi yaratmak için Türkiye Cumhuriyeti’ne silâhla saldıran bir etnik ırkçı örgüt. Türkiye Cumhuriyeti meşru bir devlet ise bu devlete karşı silâh çekmek gayrimeşru bir eylemdir. Türkiye Cumhuriyeti’nin gayrimeşru olduğu düşünülüyor ise o vakit bu ifade edilir, o devletin vatandaşlığından ayrılınır. Veya devleti meşruiyet sınırları içine çekmek için vatandaşlığın gereği olarak yalnız ve ancak hukuk yoluyla mücadele edilir.

Bu ikinci örgütün bir sürecin sonucu olduğunu söylemek mantığı çarpıtarak haklı sebeplerden haksız sonuç çıkarmaktır. Yani haklı gerekçelerden gayrimeşru bir netice çıkarmaktır.

Nedir o haklı gerekçeler? Bir ara rejimde ülkenin bir kısım vatandaşlarına karşı edilen insanlık dışı muamelelerdir. Bu muameleleri zaten hiç kimse onaylamamaktadır. Peki bu muamelelerden dolayı devlete silâh çekmek kabul edilebilir bir sonuç mudur?

Görüldüğü gibi etnik siyaset yaptığını iddia eden silâhlı örgüt gayrimeşru bir örgüttür. Yani hukuk açısından kabul edilemez ve bu sebeple de devletimizin yapısıyla bağdaşmayan, onun varlığına yönelik bir tehdittir.
Bu durumda ne yapılmalıdır?

Ülkemizin liberalleri başta olmak üzere bu soruya verilen cevap, sorunun bir asayiş sorunu olmadığı, karmaşık, adeta çözülemez bir demokrasi sorunu olduğu yönündedir.
Etnik terör örgütü ki hedeflerini halkı korutarak ve sindirerek elde etmek istediği için ona rahatlıkla terör örgütü diyebiliriz, Türkiye Cumhuriyeti’ne isteklerini şiddet yoluyla kabul ettirmeye çalışan bir örgüttür.

Meşru bir devlete yönelik böyle bir hak arama metodu kabul edilebilir midir?
Bu sorular gayet açık ve net sorulardır ama asla cevap bulmamakta silâhın can almaya devam ettiği bir ortamda ahlâkî ikiyüzlülükler ve kaçamak cevaplarla geçiştirilmektedir.
Öyleyse cevapları biz vermeliyiz.

Bir demokratik hukuk devletinde veya liberal demokraside devletin, temel haklara kesin riayeti şartına uyması kaydıyla şiddet uygulayıcı tekel olduğu konusunda herhangi bir şek ve şüphe bulunabilir mi?

Peki Türkiye Cumhuriyeti, tarihindeki pek çok aykırı örneğe rağmen meşruiyetini kaybedecek ölçüde hak ihlalinde bulunmuş bir devlet midir? Elbette değildir.

O halde Türkiye Cumhuriyeti’nden herhangi bir şeyi şiddet ve tehdit ile talep etmeye kalkanların görüşleri meşru ve kabul edilebilir midir? Devletimizi ve toplumumuzu şiddet yoluyla mecbur etmek isteyenlerin metodu ile onlara yöneltilen şiddet aynı kefeye konabilir mi? Şüphesiz bu iki şiddet aynı kefeye konamaz.

Bu durumda “Şiddet oluyla sorun çözülemez” denirken etnik terörün bir topluluğun meşru hak arama mücadelesi olduğu ve bu yüzden de buna karşı şiddet uygulamanın meşru sayılamayacağı gibi akıl almaz bir çarpıtmaya gidilmektedir.

Zaten sık sık teröristlerin işgal altındaki bir ülkenin gayrı nizami savaşçılarıymış gibi gerilla diye anılması da bunun işaretidir.
Bu durumda meşru bir devletin silâhlı düşmanlarını meşru bir savaş tarafı gibi kabul etmek hümanizme, ahlâka, hukuka sığar mı?

Asıl önemlisi şudur. Bir meşru devlete karşı silâhlı ayaklanmanın herhangi bir sayıdaki tabana ulaşması bu kalkışmayı, isyanı meşru bir mücadele haline getirir mi? Eğer burada bir devletin meşruiyetine karşı silâh çekiliyorsa , kategorik olarak o devletin var olmaması isteniyordur. Bir devletin var olmamasını isteyen kişilere de o devletin düşmanı denir.

Bu durumda bir devletin düşmanlarının o devletin hukuk sağlayıcılığından ve koruduğu temel haklardan yararlandırılması düşünülebilir mi? Bir devletin düşmanlarıyla aynı şeyleri savunan insanların sadece silâh kullanmamaktan dolayı “siyaset” yaptıkları düşüncesi saçmalık ve daha kötüsü ahlâksızlıktır.

Siyaset salt şiddetsizlik değil, siyasetin içinde yapıldığı ülkenin varlığına ve değerlerine karşı yapılan hiçbir saldırıyla ve şiddetle temas etmeden politik talep indekslerini karşılamak rekabetidir.
Peki ülkemizde etnik siyasetçiler böyle mi yapmaktadır?

Onlar siyaseti, hukuk birliğine dayalı vatandaşlık ile değil, ırki farklılığa kanunla imtiyaz tanınması ve bu yolla siyasi ayrışma üzerinden ve tehdit metoduyla yürütmekteler. Zira ülkede “Türk” olmanın kimseye herhangi bir imtiyaz kazandırmadığı gerçeğini gizlemekte ve açıkça etnik ırkçı bir terör örgütünü, ona gösterilen sayısal destekle meşrulaştırmaya çalışmaktadırlar.
Bu açıdan ülkemizde etnikçi siyaset ahlâkî açıdan geçerliliğini kaybetmiş ve millet nazarında, eşkıyalığın ve şiddetin aklayıcısı olduğu kanaatini bizzat bütün gayretiyle yerleştirmiştir.

Metot olarak şiddeti ve tehdidi benimseyen, devletin açık düşmanıyla müşterekliğini inkâr etmeyen bir siyasî oluşum, bu ülkeye ait olamaz! Bu metodu benimseyen siyasî oluşumları meşrulaştırmaya çalışmak da bu yüzden ahlâk dışı ve gayrimeşrudur.





Hiç yorum yok: