27 Aralık 2009 Pazar

Bir Salyangoz Satıcısından Hümanizm Dersleri





Sevan Nişanyan, bir “orijinallik” ettiğini sanıp Atatürk’ün “Gençliğe Hitabe’sini “düzeltmeye kalktı. Hümanist arkadaşlarımız da doğru mudur, yanlış mıdır diye hiç düşünmeden üstüne atladılar.
Şimdi bir bakalım bu “yeni gençliğe hitabenin” gerçekten bir anlamı var mı yok mu?

Ey Türk gençliği! Birinci vazifen, insan olmaktır.



Hitap edilerek varlığı kabul edilen bir Türk Gençliği var. Ve bu cümleye göre “insan olmak” diye ayrı bir kategori var. Bu durumda Türk gençliği aslında “doğal” haliyle insan olmayan ama insan olmak için çaba göstermesi gereken bir gruptur. Yani aslında “Türk” adını taşıyan ve biyolojik olarak insan olan grup aslında insan değildir? Yani? İnsanı insan yapan değerlere sahip olmadan doğar ve muhtemelen Türk olmak da bu değerlerden uzak olmak anlamına gelmektedir?

İnsan olmanın yegâne temeli insana sevgidir.




İnsana sevginin bir gereği ve şartı olup olmadığı konusu hiç tartışılmıyor. Acaba sevgi gerçekten bu kadar karşılıksız ve bedelsiz ve şartsız dağıtılabilecek bir şey midir? Burada klasik Hıristiyan öğretisiyle Marxizmin izlerini görüyoruz. Sebebini ileride daha çok açıklayacağız ama sanki insana sevgi istisnai bir şeymiş veya insanların çoğu aslında insan olmayı bilmiyormuş gibi bir yaklaşımı burada görüyoruz. Devam edelim

Hayatın boyunca, insanlara güzelliği, aklı ve adaleti öğretmeyi görev bileceksin.




Güzellik akıl ve adaletin içinin nasıl doldurulduğu belli değil. Akıllı bir liberal burada adaletten neyin kast edildiğini sorardı ama maalesef bu ferasetin çoğu liberalimizde olmadığı bu sözde hitaba hiçbir eleştiri gelmemesinden anlaşılıyor. Akıldan kasıt her şeyi yeni baştan kuracağı düşünülen o “sınırsız yetenek” midir? Akla hangi felsefi pencereden bakılmıştır bu da belli değil. Oysa kurucu rasyonalizmin Hegelci, Marxçı yaklaşımlarının kıyım düzenlerini nasıl da desteklediği düşünülürse buradaki aklı öğretmek sözü hiç de hümanist görünmemekte.

Bilgin varsa, bedel beklemeden paylaşacaksın.




Neden? Bilgi bireyin kendi mülkiyeti değil midir? Bunun bedelsiz paylaşılması şartını kim ona dikte edebilir? Bilgi ancak sahibi rıza gösterirse bedelsiz paylaşılabilir. Hümanizm , emekle elde edilen bilginin emeksizce paylaşılmasını mı gerektirir? Burada da sosyalist bir yağma anlayışının hümanizm istismarına şahit oluyoruz ama görünen o ki liberallerimize romantizm daha çekici geliyor.

Buna imkân ve şeraitin müsait değilse, yanındaki üç veya beş kişiye katıksız sevgini vermeyi deneyeceksin; onların hayat yükünü bir nebze hafifletmeye çaba göstereceksin. Bunu yaparken Türk mü, yoksa Hindu mu, Yamyam mı diye sormayacaksın. Çünkü insan, galiplerin hasbelkader çizdiği sınırlara sığmayacak kadar kıymetli bir hazinedir.

“Katıksız sevgi” ne demektir? Belli değil. Yanımızdakilerin hayatlarının yükünü hafifletmenin onların kökeniyle zaten bir ilgisi var mıdır? Burada esas olan yakınımızdakilere duyduğumuz ilgi ise bu zaten doğal değil midir? “yakınımız olmaları zaten bize yakın olmaları hususunda karşılıklı mutabakata varmamız anlamına gelmez mi? Bu mutabakat gerçekleşmiş ve yakınlaşma sağlanmış ise zaten etnisite, kültür gibi ayrımlar aşılmış demek değil midir? O halde “yakınlaştığımız” kişilere nasıl yardım edeceğimizi Nişanyan’dan öğrenmemiz gerekmekte midir?






Dahili ve harici bedhahlarla etrafın çevrili olabilir. Sen şerri bahane etmeyecek, hayırhahlığını ilelebet muhafaza ve müdafaa edeceksin. Zira kötülük, esarettir. Manevi istiklalini ve manevi hürriyetini ancak insan olmakla kazanabilirsin.

Sevan Nişanyan burada klasik Hıristiyan öğretisini yegâne ahlâk ve insan sevgisi olarak bize dayatmakta. “şerri bahane etmeyecek” derken şerre karşılık vermek imkânlarımızı felsefî anlamda yok etmektedir. Varlığımıza yönelik kötü niyetler tebarüz ettiğinde bu niyetlere karşı sessiz kalmak kendi varlığımızı inkâr etmek anlamına gelir mi, gelmez mi? Kötülüğün bize yönelmesine ses çıkarmayarak “iyi” olmak bu anlamda kötülüğe esir olmak demek değil midir? İnsan varlığının hüsn-ü zanna dayanması, açıklanan kötülüklere mukabele etmemeyi gerektirmez.






Düşman bütün tersanelerine girmişse, vazifeye atılmadan önce düşüneceksin. Önce, düşman mı diye soracaksın. (Çünkü bugün düşman olan yarın dost olabilir.) Sonra onu kendine düşman etmek için ne hata yaptığını düşüneceksin. (Çünkü düşmanlık, herkes için ağır bir yüktür.) Gönlünü kazanmayı deneyeceksin. Tersaneyi beraber işletmeyi teklif edeceksin. (Öylesi her ikiniz için daha kazançlı olabilir.) Sonuç alamasan, bir tersane uğruna düşman olmaya değer mi diye bir kere daha kendine soracaksın. Bunları yapabilirsen, inan, dünyanın tüm tersaneleri senin olur. Tüm ordular sana boyun eğer. Tüm kalelerini terkedecek gücü ve güveni kendinde bulursun.

Bir yağmacıyla, mütecavizle uzlaşmak mantıksızlığı ile liberal temel haklar düşüncesinin nasıl uyuşturulabildiği hakikaten ilginçtir. Bu paragraf ahlâkın açık bir inkârıdır. Hırısızın, mütecavizin gönlünü kazanmaya çalışmak demek “ Sana vurana öbür yanağını dön” diye dayatılan muharref Hıristiyan öğretisinin bir başka ifadesi. Bu durumda davranışların adil sayılıp sayılmamasının, yargılanıp yargılanmamasının bir önemi kalabilir mi? Bu paragraf meselâ Yahudi’lere “Düşmanlık ağır bir yüktür, Hitler’i kızdırmak için ne yaptığınızı düşünün!” demekle aynı şey değil midir? Davranışlarını “kuralla” sınırlamanın bir anlamı olmadığını düşünen insanı sınırlamak medeniyetin özüdür ve hiçbir hümanist yaklaşım bu ilkeye aykırı olamaz. Burada sapkınca mazoşizm övgüsü yapılmaktadır.






Memleketin dahilinde iktidara sahip olanlar sana "düşünmeyeceksin!" diyebilirler. Kendi çorak ve bencil emellerine seni muhafız ve müdafi yapmak isteyebilirler. Kuşaklardan beri süren iktidarlarını bir gün daha korumak için senin damarlarındaki kanı talep edebilirler. Memleketin bütün tepeleri kan ve intikam bayraklarıyla donatılmış, bütün mektepleri zaptedilmiş, bütün mahkemeleri elde edilmiş, bütün gazete köşeleri bilfiil müstevlilere terkedilmiş olabilir. Millet, cehalet ve propaganda içinde serseme dönmüş olabilir.



Buraya kadar olan teslimiyet ve mazoşizm cümlelerinden sonra bu paragraftaki kategorizasyonlar ilginçtir. Çünkü bu kategorizasyonlara gidebilmek için yazara göre “insan” olmakla reddedilmesi gereken değerlerin kabul edilmesi gerekmektedir. “Memleket” derken bir insan grubuna ait bir fizikî mekândan bahsedilmektedir. Oysa buraya kadarki paragraflarda “insan” denen ama kendisine ait hiçbir kimlik taşıdığını görmediğimiz bir canlının memleketinden bahsetmek açık bir çelişkidir. Bir önceki paragrafta tersanelerimize girmiş insanlar “müstevli” olarak nitelenmezken bu paragrafta “müstevlilerden” bahsedilmektedir. Kimdir bu müstevliler meselâ? Öbür yanağımızı vurmaları için dönmemiz gereken, gönüllerini almamız gereken tersane işgalcileri midir meselâ? “Millet” denerek belli özelliklerle diğer toplumlardan ayrılan bir kategoriden bahsedilmekte ama bir yandan da hiçbir ad taşımayan insan olmak övülmektedir.




Ey insan evladı! İşte bu ahval ve şerait içinde dahi vazifen, insan olduğunu unutmamaktır. Muhtaç olduğun kudret tanrı vergisi olan vicdanında ve her gün çalışarak geliştireceğin aklında mevcuttur.

Demek ki Türk olmak insan olmaya yetmemektedir! Bundan ötesi Türk olunca insan olunduğunun unutulmasıdır. Akıl ve vcidan sahibi olmak da ancak ne olduğunu inkârla mümkündür

Cümle cümle, paragraf paragraf cevapladığımız bu hitabenin genel felsefesi, yukarıda da belirttiğimiz gibi muharref Hıristiyan öğretisidir. Yani bu açıdan orijinal, eşsiz bir metin değildir. Medeniyetin üzerine kurulduğu “kurallı” yaşamak ve “zarar vermemek iradesi” ilkelerini inkâr etmektedir. Varlığımıza yönelik “bedhah” niyetleri tabii ve “verili” kabul ederken bu niyetlere mukabeleyi gayri tabii saymaktadır. “İlk günah” öğretisinin tipik bir örneğidir yazılan… Ayn Rand’ın isyan ettiği saptırılmış dinî taassubun bir başka ifadesidir.

İnsan olmanın “milletler” üstü bir kategori olduğu düşüncesini esas almaktadır ki bu da çarpık bir insan anlayışının ürünüdür.

Liberal düşünce açısından bakıldığında tipik bir kurucu rasyonalist metindir. Bu da insan olmanın yani âdil davranış kurallarına göre hareket etmek iradesinin ancak sonradan öğrenilen bir “insan olmak” ideali ile kazanılacağını sanmasındandır.

Bu durumda meselâ “milletler”, insan- altı toplumlardır. Onlar ancak artık millet olmadıkları, onları millet yapan bütün farkları sildikleri zaman “insan” olacaklardır!

Burada ilk olarak kendiliğinden doğmuş âdil davranış kuralları fikrine yabancı bir “ahlâk” kurulmaya çalışılmaktadır. Milletlerin, kendi içlerinde, “âdil davranış” kuralı barındırmayan yığınlar olduğu fikri zımnen savunulmaktadır. Bu durumda “insan olmayı” sağlayacak kurallar bilahare konularak, kurularak insanlar milletlerinden kurtarılacak ve “insan” yapılacaklardır.

Marx’ın bütün inkârlarına rağmen dibine kadar ütopik ve zorba olan ideolojisinin bir perde arkasından sırıttığını burada rahatlıkla görebiliriz. Çünkü mevcut haldeki millet gerçekliği ile çelişen ütopik insan tasavvuru arasındaki çelişkiyi “doğal” bir çelişki gibi göstererek çelişkiyi “insan olmak” lehine milleti, yani gerçekliği reddetmekle giderebileceğini düşünen psikotik bir sapmayı yazar bize bedaeti tartışılır bir romantizm paketi içinde sunmaktadır.

Bir diğer yandan Hegel’den mülhem değer yoksunluğu ve Marx’tan alıntı görece ahlâka dayanarak temel haklara hayasızca saldırmakta ve hırsızla, mütecavizle muvakkat işbirliğinden bile bahsedebilmektedir. Yazarın mütecavizi ve hırsızı kategorik olarak “kötü” bile kabul etmiyor olması dahi maalesef liberallerimizi hiç rahatsız etmemektedir. Bu yaklaşımın Marksistleri rahatsız etmemesi normal olabilir. Çünkü onlar zaten kabul edilmiş ve mevcut her değeri, “gerici” her ahlâkî normu “burjuva” diyerek küçümseyecek bir fikri zeminde olduklarından onlar için “kötü” veya “adaletsiz” gibi yargılar açıkça anlamsızdır. Eve girip hırsızlık eden veya çalmak için adam öldürenleri kahraman yapıp namusuyla zengin olmuş herkesi peşinen “sömürücü” diye tahkir etmek garabeti sol kampın Hegelci/Marxçı çarpık fikrî yapısının en güzel örneğidir.

Yazar bütün kimlikleri aştığını, insan olmanın adsızlık, ailesizlik, soysuzluk ve kültürsüzlük olduğunu ifade ettiğini sansa da aslında çocukluğundan aklına kalan kilise vaazlarından başka bir şey yazmamıştır. Yani kimliğinden, kültüründen kurtulabilmiş falan değildir. Bu yazının Türk çocuklarına orijinal gelmesinin tek sebebi muharref Hıristiyan inancı ile ilgili yoğun propaganda ve bu inanca dair cehaletleridir.



Dolayısıyla bu metin de bol romantizm soslu kolektivist bir Hıristiyan ilkokul çocuğu romantizmi kompozisyonundan öte bir anlam taşımamakta.

6 yorum:

selcen dedi ki...

Bu adamı ciddiye almaya değmez ama bazıları ciddiye alınca da işte böyle cevap vermek gerekiyor.Elinize sağlık.

Yaren dedi ki...

Afşar bey çok teşekkürler, Nişanyan'a birileri cevap vermeye çalışmıştı ama aklındakini kalemine dökemeyen yazarlar kafilesine mensup oldukları için okunmadılar. Sizse felsefik temelleriyle mükemmel bir eleştiri kaleme almışsınız. Hakikaten de kulaktan dolma+ezber+dogmatik unsurlarla süslü bir yazı Nişanyan'ınki. Tekrar teşekkürler.. Acaba yazınızı kaynak belirtmek şartıyla etrafımıza yayabilir miyiz?

Afşar Çelik dedi ki...

Selcen Hanım, cevapsız bırakıldığında yanlışlanamaz, eleştirilemez sanılıyor. Mantıksızlık eleştirilmezse mantığı kovar. Okuduğunuz için ben teşekkür ederim.

Afşar Çelik dedi ki...

Yaren Bey,

Sondan başlarsak; yazıyı paylaşmanızda hiç bir mahzur yoktur, beğendinizse ne âlâ!
Öte yandan söylenen her sözün belli felsefi kabullere dayanması gerektiği artık Türkiye'de yerleşmeli. Bundan dolayı neyi, niçin söylüyoruz eğer izah edemiyorsak fikirlerimizin çöpe gitmesine de itiraz etmemeliyiz.

Her fikir değerlidir şüphesiz ama en nihayetinde akla ve mantığa vurularak nihaî değeri takdir edilir. Mantığa uyamayanlar satılamaz ve piyasa dışı alır, kalmalı da.

Liberallerden en azından iktisat mantıklarını bu şekilde kullanabilmelerini beklerdim ama sanırım mantık, bizim gibi geri kalmış bir ülkede pek de matah bir mal değil. :) Zahmet edip okuduğunuz için teşekkür ederim. Gene beklerim.

Adsız dedi ki...

Afşar Bey, Nişanyan'ın Ant'ı tamam. Peki bir de mevcut Andımızı akla ve mantığa vurup nihai değerini takdir etsek diyorum, mevcut pratiği çok mu kıymetli bulmalıyız?

Afşar Çelik dedi ki...

Sayın Adsız, hoş gelmişsiniz.
Nişanyan'ın uydurduğu, bir ant değil, bir sesleniş. Bu farkı bir kenara koyarak mevcut andımıza bakacak olursak...

Benim anlayabildiğim kadarıyla andımızda hümanistlertimizi rahatsız eden şey "Türk" adına yapılan vurgu ve çocuklarımızın Türk adıyla ilişkilendirilmesi.

Yoksa andımızdan Türk adını çıkarsak veya Türk kelimesi yerine "kuğu" kelimesini koysak mesela hiçkimse itiraz etmeyecek, yanılıyor muyum?

Sorun şu ki mevcut sol kökenli hümanizm modası bu memlekette çoklu kimlik tartışmalarının bağlamını kaydırarak memlekete ad vermek, egemen olmak hakkını Türk Milleti'nin elinden almak istiyor.

Şimdi bir an için bunun geçerli olduğunu düşünelim ve bu düşünceyi dünyanın diğer milletlerine de uygulayalım. Almnya'da "Almanya bir mozaiktir her grup "anaysal teminat altına alınsın" ve ülkenin resmi dilleri için her dil alınsın, anayasadan da Almanlık kavramı çıkartılsın... Veya Fransa için, İngiltere için hatta ABD için bu tip bir akıl yürütmeyi sürürelim. Bir toplumda fertlerin temel haklarının teminatı onların anayasalarda ırklarına dayanarak telafuz edilmesine bağlı değildir! Bir milletin anayasal egemen olması da onun temel hakları muhakkak çiğneyebileceği anlamına gelmez!


O vakit bu düşüncenin iki sebepten saçma olduğu ortaya çıkar.

Birincisi, bütün bu memleketlerde egemen olan şeyin bir ırk değil büyük birer kültür olmasından dolayı, soyut bir kavramsal uzlaşmanın, ırkla mukayesesi gibi bir saçmalıkla ortadan kaldırılamayacağı gün gibi ortadadır.

İkncisi bu ülkeler birer millî egemenlik alanı olarak tanınmak mücadelesinin sonucu ortaya çıkmışlardır ve bu millî egemenliğin özelliği zaten, kendinen daha başka hiç bir grupla belirleyicilik yetkisini paylaşmayacağını kesin şekilde belirtmesidir.

Dolayısıyla andımızda Türk milletine bağlılık ve adanmışlığın dile getirilmesi Türk çocuklarına ( bunun soyut bir ad olduğunu ve bundan dolayı da ırksal farklılıkları hiç göz önüne almadığın söylemek mi daha hümanist olur, yoksa ırksal farklılıklaırn her birine ayrı adlar vermek mi?) "Hukuku tanımayın ve yalnızca milletiniz için her türlü zorbalığı yapın!" anlmına gelmemektedir.

Kaldı ki bu tür bir andın sadece biz de olmadığı, dünyanın en demokratik ülkelerinden ABD'de bile olduğu ortaya çıktığına göre, daha geri memleketlerin uygulamalarını mı esas alacağız? İsterseniz hümanist endişelerle Küba'ya bir göz atalım?

Türk adına düşman olmak hümanizm için ne gereklidir, ne de yeterlidir. Andımız da hukuku ve insani değerleir hiçe saymayı değil, bunların hangi bağlamda ve kimin için en başt gözetilmsi gerektiğini götermek için bir müşeviktir.