Mazhar Bağlı adlı yazarın 25/03/2009 tarihli Star Gazetesi’nde çıkan şu satırları epey dikkat çekici:
"....
Paradigma değişiyor mu?
"....
Paradigma değişiyor mu?
Kürtler, modern zamanlarda başlayan ve tüm dünyada etkisi hızla görülen etnik bilincin veya milliyetçiliğin yaygınlaştığı ve konuyla ilgili tartışmaların daha çok alevlendiği zamanlarda bu konuda bir gelişme, değişme yaşamadılar, yaşayamadılar. Siyasal alanı da içine alan bir etnik siyasi bilinç oluşturulamadı. Bundan sonra da tarih geriye döndürülemeyecektir. ‘Yeni bir ulus yaratma’ fikri bugünkü koşullara sahip bir dünyada kolay bir biçimde yer edinemeyecektir. Bu hem dünya siyaseti açısından hem de toplumsal taleplerin ve değişimin yönü açısından gerçekçi bir talep değildir. Var edilmek istenen durumun şartları geçti artık. Çünkü artık toplumlar, belli tarihsel ve kültürel dinamiklerden çok özgürlük, hukuk ve refah üzerine kurulu bir paradigmayı merkeze alan düşünceler etrafında oluşan kümelenmelere doğru hızla kaymaktadırlar. Tek etnik unsurları içeren yapılanmalardan çok kültürlü bir dünyaya doğru gidilmektedir. Zaten Türkiye’deki Kürt sorunu da tarihin dünya ile zamandaş bir pencereden okunmamasından kaynaklanmıyor mu?...."
Her şeyden önce, etnik ayrılıkçılığın her türlü eleştirisinin liberal camiada dahi susturulmaya çalışıldığı veya görmezden gelindiği bir ülkede, etnikçiliğin iki satırla olsa analiz/ tenkit edilmesi insana biraz olsun nefes aldırıyor.
Alıntılanan ikinci paragraf Türkiye Cumhuriyeti’ne mi izafeten yazılmıştır bilemiyorum ama etnik ayrılıkçı siyasetin “uluslaşma” kavramına yönelik bir eleştiri olarak okunması sanki daha isabetli olur gibi görünüyor.
Şöyle ki malum liberallerin dahi kendilerini kurtaramadıkları Hobsbaum’un “milletleşme” paradigmasına göre “ulus”, devletlerin bir icadı olarak doğmuştu. Bu durumda gerek komünist gerekse liberal bakışla “devletten kurtulmakla” milliyetçilik zehrinden de kurtulmuş olacaktık.
Toplumun oluşumuna dair kolektivist okulun erişemeyeceği bir basirete sahip liberal camianın millet gibi sosyolojik bir realiteyi, bu sığ bakış açısından yorumlaması inanılmaz bir tenakuz…
Bu bakış açısına göre uluslaşmanın yolu devletleşmektir ki 90’larda Balkan bölünmesiyle ortaya çıkan ve çabucak demode olan “mikro milliyetçilik” denen kavramın özü de budur. Herhangi bir etnik grup bürokratik bir otarşi kurduğu takdirde derhal “milletleşeceğini” sanıyordu.Bir de buna tarihsici bir meşruiyet kazandırdığınız takdirde bir millet olarak anılmamak için hiçbir sebep kalmıyordu.
Oysa milletleşme, hukuk birliği ciddi/ derin kornolojik kökene dayanan heterojen toplumlar için çoktan meydana gelmiştir ve şu zamandan sonra, dili veya ırkı farklı köylerden millet yaratmak mümkün değildir.
Kaldı ki milletlerin derin tarihi köklerinin yanı sıra, oluştukları hukuk temelinde yeniden ve modern bir dönüşüme doğru yürüdükleri de göz önüne alındığında bürokratik otarşiler oluşturmak ancak faşizan tektürlülükler meydana getirmeye yarayabilir.
Milletler neden modern bir dönüşüm geçiriyorlar? Bunun sebebi, göç hareketleri ve toplumsal beraberliğin, eskisine nazaran daha “soyut” bir hal alması. Bu iki faktör, toplumların heterojenitesini hızla arttırdığından, milletlerin kendilerine yeni katılan etnik yapıların uyumu için hukuk temelinde yeniden şekillenmesi kaçınılmaz oluyor.
Bu dönüşüm milletlerin yapısı için mümkün, çünkü millet oluşum itibariyle ciddi bir heterojenite barındırabilen en büyük sosyolojik yapı.Bu dönüşüm, milletlerin, katılan grupların kültürüyle zenginleşmesini doğururken, etnik grupları, kendi içinde kapalı yapılar halinde ayırmak onları milletleştiremeyeceği gibi, kültürel genetiğin hızla yozlaşmasına ve fakirleşmesine yol açar.
Dolayısıyla etnik gruplar için “kimliğin muhafazası”, onu “safsızlıklardan” ayırıp korumakla değil, ancak içinde yaşanan millet yapısında kalmakla mümkün olabilir. Çünkü millî kimlikleri dahi var eden ve sürdüren, “saflaştırma,” “yalıtma” değil, karşılıklı etkileşimdir.
Etnik ayrılıkçılar, fikirlerindeki faşizan özü inşallah yukarıdakine benzer eleştirilere bakarak fark edebilirler.
Her şeyden önce, etnik ayrılıkçılığın her türlü eleştirisinin liberal camiada dahi susturulmaya çalışıldığı veya görmezden gelindiği bir ülkede, etnikçiliğin iki satırla olsa analiz/ tenkit edilmesi insana biraz olsun nefes aldırıyor.
Alıntılanan ikinci paragraf Türkiye Cumhuriyeti’ne mi izafeten yazılmıştır bilemiyorum ama etnik ayrılıkçı siyasetin “uluslaşma” kavramına yönelik bir eleştiri olarak okunması sanki daha isabetli olur gibi görünüyor.
Şöyle ki malum liberallerin dahi kendilerini kurtaramadıkları Hobsbaum’un “milletleşme” paradigmasına göre “ulus”, devletlerin bir icadı olarak doğmuştu. Bu durumda gerek komünist gerekse liberal bakışla “devletten kurtulmakla” milliyetçilik zehrinden de kurtulmuş olacaktık.
Toplumun oluşumuna dair kolektivist okulun erişemeyeceği bir basirete sahip liberal camianın millet gibi sosyolojik bir realiteyi, bu sığ bakış açısından yorumlaması inanılmaz bir tenakuz…
Bu bakış açısına göre uluslaşmanın yolu devletleşmektir ki 90’larda Balkan bölünmesiyle ortaya çıkan ve çabucak demode olan “mikro milliyetçilik” denen kavramın özü de budur. Herhangi bir etnik grup bürokratik bir otarşi kurduğu takdirde derhal “milletleşeceğini” sanıyordu.Bir de buna tarihsici bir meşruiyet kazandırdığınız takdirde bir millet olarak anılmamak için hiçbir sebep kalmıyordu.
Oysa milletleşme, hukuk birliği ciddi/ derin kornolojik kökene dayanan heterojen toplumlar için çoktan meydana gelmiştir ve şu zamandan sonra, dili veya ırkı farklı köylerden millet yaratmak mümkün değildir.
Kaldı ki milletlerin derin tarihi köklerinin yanı sıra, oluştukları hukuk temelinde yeniden ve modern bir dönüşüme doğru yürüdükleri de göz önüne alındığında bürokratik otarşiler oluşturmak ancak faşizan tektürlülükler meydana getirmeye yarayabilir.
Milletler neden modern bir dönüşüm geçiriyorlar? Bunun sebebi, göç hareketleri ve toplumsal beraberliğin, eskisine nazaran daha “soyut” bir hal alması. Bu iki faktör, toplumların heterojenitesini hızla arttırdığından, milletlerin kendilerine yeni katılan etnik yapıların uyumu için hukuk temelinde yeniden şekillenmesi kaçınılmaz oluyor.
Bu dönüşüm milletlerin yapısı için mümkün, çünkü millet oluşum itibariyle ciddi bir heterojenite barındırabilen en büyük sosyolojik yapı.Bu dönüşüm, milletlerin, katılan grupların kültürüyle zenginleşmesini doğururken, etnik grupları, kendi içinde kapalı yapılar halinde ayırmak onları milletleştiremeyeceği gibi, kültürel genetiğin hızla yozlaşmasına ve fakirleşmesine yol açar.
Dolayısıyla etnik gruplar için “kimliğin muhafazası”, onu “safsızlıklardan” ayırıp korumakla değil, ancak içinde yaşanan millet yapısında kalmakla mümkün olabilir. Çünkü millî kimlikleri dahi var eden ve sürdüren, “saflaştırma,” “yalıtma” değil, karşılıklı etkileşimdir.
Etnik ayrılıkçılar, fikirlerindeki faşizan özü inşallah yukarıdakine benzer eleştirilere bakarak fark edebilirler.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder