Sanalağda Youtube videolarını tararken
İlber Hoca’ya sık sık “Türk kimdir?” sorusunun sorulduğunu gördüm.
O da başlıyor antik çağlardan
anlatmaya, ayrıntıların arasında, Türk’ün ne olduğunu unutuyoruz.
Buradaki asıl hata, bir
akademisyene popüler sorular sorulması.
İlber Hoca sazı eline alınca
konuyu en ince ayrıntısına kadar anlatıyor. Öyle bir noktaya geliyoruz ki
ortada Türk falan kalmamış. Çünkü hoca akademik bir tez savunma mantığıyla
konuşuyor.
Fakat burada başka bir noktaya
bakmak lazım.
Meselâ Fatih Altaylı ona “Hocam
Türk kimdir?” diye sorduğunda, hoca, Türk diye adlandırılan toplulukların
antropolojisine dalıveriyor. Hal böyle olunca bir bakıyoruz ki Türk denen
topluluklar belki de çok farklı kalıtsal kökenlerden gelen karman çorman bir
yığın gibi görülmeye başlıyor.
Oysa soru bunların açıklanması
için sorulmuyor. “Biz neden kendimizi Türk diye biliriz?” Asıl sorulması gereken soru bu.
Çünkü insan topluluklarının
antropolojileri ile kimliklenmeleri apayrı olgular. Kimlik, hem toplulukların
kendi bilinçleriyle hem de diğer topluluklarla ilişkileriyle ilgili bir olgu.
Oysa antropoloji, salt biyolojik bir etiketleme işi. Kendilerini Türk diye bilen toplulukların
kafataslarının birbirine benzemesi, onların Türklüğünden dolayı değil. Biz önce
bu insanların dünyaya bıraktıklarını görüyor, eserlerine göre kimliklenmelerini
anlıyor sonra da bu insanların “parmak izi” sayılabilecek biyolojilerini
inceliyoruz.
Dünyanın bir yerinde hiçbir eser
bırakmamış bir insan topluluğunun salt antropolojisine baksak böyle bir
topluluğun kimliği hakkında hiçbir şey söyleyemeyiz.
Demek ki insan toplulukları “söyledikleri”,
“anlattıkları” sayesinde tanınabiliyor.
O halde kimliklenme de insanların kendilerini nasıl
anlattıklarına bakılarak ortaya konuyor.
Yani antropolojiye bakılarak
köken tayini yapmak aslında ancak arkeolojik veya yazılı eserlerle
desteklendiğinde bir anlam ifade ediyor.
Dolayısıyla “falancalar aslında
Mongoldur, falancalar aslında Tunguzdur” gibi hükümler antropolojik kimliklemedir ve açıkçası tarihi
süreci, siyaset oluşturma süreçlerini, mensubiyet şuurunu vs açıklamakta
kesinlikle yetersizdir.
Çünkü kimliklenme, yani insanın
kendisini dünyaya tanıtma biçimi tamamen iradidir. Hiçbir topluluk dünyaya adı
konmuş bir hayvan sürüsü olarak gelmez. Kimliklenme bir eylemdir. İnsanların
nasıl olması gerektiğini kendileri belirlediği bir etkin/aktif yürütülen süreçtir.
Bütün bunlardan dolayı “Türk”,
dünyaya siyasi, askeri, kültürel bir etki yapmış, böyle bir etki yapmayı seçmiş
bir topluluğun “siyasi kimliklenmesidir.” Siyasi bir kimliklenme de antropolojik/ırksal
verilerle açıklanamaz.
Demek ki Türklükten bahsederken
üzerinde asıl konuştuğumuz kimlik, tarih, devlet, ordu oluşturmuş bir siyasi kimliktir
ki bu da tarih içinde kesintisiz devam eden gerçek kimliğimizdir.
“Türk kimdir?” sorusunun cevabı,
haplotiperde, soy ilişkilerinde sınırlı bir ölçüde bulunabilir. Oysa bu sorunun
cevabı, benzer şekilde teşkilatlanmış, benzer şekilde savaşmış, benzer
değerleri savunmuş, sahiplenmiş bunları ortak bir siyaset çatısında birleştirebilmiş
topluluklara bakılarak verilmelidir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder