Bu arada, birkaç yıl önce
bir TUS dershanesinin sahibinin sözlerini hatırladım: “Kurs sınav kazandırmaz,
çalışmak sınav kazandırır.”
Aslında hepimizin en
kolay yanıldığımız nokta bu galiba. Kursa gidince işin bittiğini sanıyoruz.
Oysa seyrettiğim videolarda bize verilenler yalnızca yöntemler ve ipuçları.
Bize düşen, bize öğretile
yöntemleri kullanarak, cümleler kurmak. Ben “cümle kurmak” dedim ama siz bunu “resim
yapmak”, “öykü yazmak” vs diye de anlayabilirsiniz. Malzeme kullanılarak ortaya
iş çıkarmadıkça malzeme sadece ortada bir yığın halinde kalacaktır.
Aslında market raflarında
yığılı duran kişisel gelişim kitaplarına rağmen bir türlü mutluluğu ve huzuru
bulamıyoruz. Herhalde bir kitap okuyarak
ama sadece okuyarak her şeyin değişeceğini bekliyoruz.
Öğrenmek aslında
dinleyerek gerçekleşmiyor, “uygulayarak” gerçekleşiyor.
Buna hemencecik “Evet”
diyebilmek pek mümkün değil. Hatta Attila İlhan’a rağmen bu soruya evet diye
cevap vermek zor.
“Hangi Atatürk” kitabında
Merhum İlhan, herkesi
Işıklarda uyu Kaptan!
n gözü kapalı imzalayacağı bir milliyetçilik tanımı
yapıyor.
Yapmasına yapıyor da o
çok övdüğü, insanlığın artık ölçüsü haline geldiğini söylediği sosyalist
demokrasi hiç de onun hayalindekine benzemiyor.
Bunun iki tür sebebi var:
Birincisi sosyalizmin
kuramı, yapısı, özü itibariyle “yanlış” olması. Sosyalizm hayatla bağdaşmıyor.
Çünkü hayatı açıklama biçimi daha en baştan tutarsız. Toplumun “sınıf” denen
tabakalara bölünerek anlaşılabileceğini düşünüyor ama varsaydığı sınıfların
kalıcı kategoriler olmadığını dahası, o çok sevilen diyalektikle hiç mi hiç bağdaşmadığını
görüyoruz. Nasıl, derseniz şöyle: Mises’in dediği gibi hepimiz hem üretici hem
de tüketiciysek eğer, “emeği sömürüp de hiçbir şey yapmadan kazanabilen burjuva
sınıfı” diye bir şey yoktur. Bir başka sebep de işçilerin tasarruf yoluyla sermaye
oluşturabilme yetenekleridir.
Dahası sınıf gibi hayali bir
olgu yegâne irade sahibi özne kabul edildiğinde, bireyin varlığı ve değeri
kendiliğinden ortadan kalkıyor. Oysa dünya, sınıfı kutsayan kolektivist sözde demokrasiler
yerine liberal demokrasilere geçmiş bulunuyor. Neden? Çünkü insanlar
varlıklarının, değer ölçeklerinin, tercihlerinin korunmadığı sistemlere güvenmiyor
ve bu sistemlerde herhangi bir şey üretmiyor. Demek ki sosyalizm milletin
refahıyla, özgürlüğüyle hukukla
bağdaşmıyor. Milletin varlığına, refahına, özgürlüğüne aykırı bu tür bir fikrin
de milliyetçilikle bağdaşması mümkün görünmüyor.
Sınıf düşüncesinin
zehirli yanı, millet, milliyet, milli egemenlik kavramlarını reddetmesi. Bunun
güncel sonucu, yakın tarihimizde kanlı bir leke halinde duran Kürtçü etnik
teröre, imkân ve ortam sağlanması.
Fakat daha güncel ve gözlenebilir
bir olay var ki o da solun “güdümlülüğü”, “dış merkezliliği”
Esenboğa’yı kana bulayan
Ermeni teröristi Levon EKMEKÇİYAN’ı savunan solcularımız, zamanında olayı SSCB yetkililerine
bildiriyor ve onlardan yardım istiyor (Bkz: Erlik*). Hiçbiri, "Yahu bu herifler
bizim babamızın oğlu mu? Neden kendi devletimizi bunlara şikâyet ediyoruz ki?”
diye düşünmüyor. Solun bu eğilimi bugün de devam ediyor. Rusların önüne gelen
her yere saldırmasını, Çinlilerin Doğu Türkistan’ı kana bulamasını, bir ASALA
teröristini savundukları vicdanla savunmaya devam ediyorlar. Yani solun
sadakati hiç de Türk Milletine, Türk devletine değil gibi görünüyor. Bunu da “evrensel
değerlere” göre Türk Milleti’ni yargılayabilecekleri düşüncesiyle yapıyorlar.
Öyle ki Atatürk dahi onlar için ancak solla bağdaşabildiği ölçüde bir değer
ifade ediyor.
Solu nihai hedefinin
silahla ya da silahsız bir devrimle kutsadıkları sınıfın iktidarını
gerçekleştirmek olduğu düşünülürse solun içinde Türk’e dair pek az bir şey
bulunduğu anlaşılıyor.
Türk’ü ancak kendi sınıf
telâkkisiyle bağdaştırabildiği kadar kabul eden, sadakatini ideolojisine göre
başkasına bağlayabilen bu ideolojik kampla uzlaşmak da bu yüzden neredeyse
imkânsız görünüyor.
Milliyetçiliğimizin nasıl olması
gerektiğini Atatürk zaten tanımlamamış mıydı, değil mi?
Aslında bu konuyu en iyi Ümit
ÖZDAĞ özetledi: “Atatürk çizgisinde Türk milliyetçiliği”.
Tamam işte! Mesele Atatürkçülük
ise CHP, VP, İyi P. Vs hep zaten bundan bahsetmiyorlar mı?
Sorunlardan birisi, mevcut
Atatürkçülük, Kemalizm gibi Atatürk’e dayandıklarını iddia eden“ideolojimsilerin”,gerçekte milliyetçilikle ilgilerinin
olmaması.
Sorunlardan bir diğeri, her gün
milliyetçiliği kullanan “muhafazakâr” siyasetin de aslında milliyetçiliğin
öznesiyle hiç ilgilenmemesi.
Bir diğer sorun, milliyetçiliğin
doğrudan siyasetini yapanların, milliyetçiliği dinle meşrulaştırmaya çalışması.
İşte bu noktada “Atatürk
çizgisinde Türk milliyetçiliği” tanımını netleştirmemiz gerekiyor.
Atatürk çizgisinde bir Türk
milliyetçiliği neyle ya da kiminle ilgilenirdi? Böyle bir milliyetçiliğin
önceliği ne olmalıydı?
Atatürk çizgisinde bir Türk
milliyetçiliği, önceliğini Türk’e veren, bütün iyiliklerin ve erdemlerin
merkezine Türk’ü koyan bir milliyetçiliktir. Bu, milliyetçiliğimizin faydacı
yönüdür. Bu faydacılıkta Türk Milleti’nin büyük erdemleri, ahlâk oluşturucu
kimliği gözetilir. Dolayısıyla bu faydacılık batılı ulusların sömürücü,
incitici ve çoğu zaman saldırgan faydacılığından tamamen farklıdır.
Atatürk çizgisinde bir Türk
milliyetçiliği, Türk büyükleri dışında hiçbir siyasi lideri, önder ve örnek
kabul etmez. Hiçbir ulusu kendi ulusundan üstün kabul etmez ve hiçi bir ulusu
kendisine örnek ve rehber kabul etmez. Bu açıdan Türk milliyetçisi,
sosyalistlerin ve şeriatçıların liderlerinin hepsini reddeder ve kendi
büyüklerinin onlarla kıyaslanmasını kesinlikle reddeder.
Atatürk çizgisinde bir Türk
milliyetçiliği ahlâkta ve hukukta akılcı bir yönelimi benimser. Akılcı
muhakemenin hiçbir tabuyla, kesin inançla, otoriteyle engellenmesine izin
vermez. Akılcılık yönüyle Türk milliyetçiliği ancak ve yalnız lâik bir toplum
düzenini savunur. Bir Türk milliyetçisi
yalnızca akılla keşfedilen ve düzenlenen kuralların egemenliği sayesinde,
toplum düzeninin ve genel rızanın sağlanabileceğini düşünür. Türk milliyetçisi “rızanın” öznesinin yalnız
ve ancak Türk Milleti olabileceğini ve “rızanın” millî egemenliğin reddi ve
inkârı için kullanılamayacağını kabul eder.
Atatürk çizgisinde Türk
milliyetçiliği, vatanın doğal ve yaratılmış servetinin yalnızca milletin
menfaati için kullanılması gerektiğini savunur. Millet fertlerinin teşebbüs
hürriyeti ve mülkiyetleri kıskançça korunmalıdır. Bu sosyalist bir yönetimi
savunmak değildir. Öte yandan, milletin doğal ve üretilmiş/yaratılmış
servetinin yönlendirilmesinde asla yabancıların telkinlerine, tahriklerine ve teşviklerine
itibar edilmemesi gerekir. Yabancılarla kurulacak ortaklıklarda, Türk millî
menfaatlerinden daha yüksek bir değer kabul edilmemelidir. Bu, gümrük birliği
gibi yeni kapitülasyon rejimlerini en baştan reddetmek demektir.
Sosyalizm sözde insanlık adına
milletin sınıf çatışmasına sürüklenmesi ve işçi sınıfının egemenliği için iç
savaş dahil olmak üzere her türlü şiddetin benimsenmesini gerektiren vahşi bir
ideolojidir. İnsanın doğasına aykırı bu ideolojinin millet hayatını yönlendirmesine
kesinlikle karşı çıkılır. Sosyalizmin siyasi öznesi millet değildir, sınıftır.
Dolayısıyla hiçbir sosyalist için Türk kimliğinin ve bilincinin bir önemi
yoktur. Sosyalizm milletle ancak sınıfla bir ilgisi olduğu müddetçe ilgilenir.
Milleti ilgi odağı haline getirmemiş böyle bir ideolojinin desteklenmesi söz
konusu olamaz.
Liberalizmin , ekonominin
doğasına uygun çıkarımları kabul edilir fakat onun işbirlikçilik,
enternasyonalizm ve yabancı sömürüler için bir kaldıraç olarak kullanılmasına
kesinlikle karşı çıkılır.
Atatürk çizgisinde bir Türk
milliyetçiliği Türklüğü yalnızca Anadolu Türklüğünden ibaret saymaz. Dünyanın
her yerindeki soydaşlarımızı bir ve eşit görerek her birinin meselesini kendi
meselesi olarak görür. Buna karşılık yayılmacı ve saldırgan değildir. Dünyadaki
her bir Türk’ün kendi ülkesinde hür, bağımsız ve egemen olarak yaşamasını
öngörür. Türklük bilincinin Türk toplulukları arasında güçlenmesini öngörür.
Atatürk çizgisinde Türk
milliyetçiliği, Türk vatanında, vatandaşlığın ancak ve yalnızca Türk kimliği ve
Türklük bilinciyle yaratıldığını ve korunduğunu bilir ve savunur. Bundan dolayı
hem Atatürk’ü savunup hem de “Kürt sorunu” gibi yapay sorunları savunmaz.
Sonuç olarak Atatürk çizgisinde
bir Türk milliyetçiliği, yayılmacılığa karşı çıkan, barışçı buna karşılık
uluslararası ilişkilerde Türk’ün menfaatlerini önceleyen ve koruyan, ekonominin
doğasına en uygun çözümleri gözeten, Türk vatanında ayrımsız, lâik bir hukuk
devleti egemenliğini savunur.
Atatürk çizgisinde bir Türk
milliyetçiliği, Atatürk’ün tartışmasız ve tavizsiz Türkçülüğünü kendisine örnek
alır ve benimser.
Ve böylece Yüce Atatürk’ün şu
sözünü her seferinde gururla tekrarlar:
Sanalağda Youtube videolarını tararken
İlber Hoca’ya sık sık “Türk kimdir?” sorusunun sorulduğunu gördüm.
O da başlıyor antik çağlardan
anlatmaya, ayrıntıların arasında, Türk’ün ne olduğunu unutuyoruz.
Buradaki asıl hata, bir
akademisyene popüler sorular sorulması.İlber Hocasazı eline alınca
konuyu en ince ayrıntısına kadar anlatıyor. Öyle bir noktaya geliyoruz ki
ortada Türk falan kalmamış. Çünkü hoca akademik bir tez savunma mantığıyla
konuşuyor.
Fakat burada başka bir noktaya
bakmak lazım.
Meselâ Fatih Altaylı ona “Hocam
Türk kimdir?” diye sorduğunda, hoca, Türk diye adlandırılan toplulukların
antropolojisine dalıveriyor. Hal böyle olunca bir bakıyoruz ki Türk denen
topluluklar belki de çok farklı kalıtsal kökenlerden gelen karman çorman bir
yığın gibi görülmeye başlıyor.
Oysa soru bunların açıklanması
için sorulmuyor. “Biz neden kendimizi Türk diye biliriz?” Asıl sorulması gereken soru bu.
Çünkü insan topluluklarının
antropolojileri ile kimliklenmeleri apayrı olgular. Kimlik, hem toplulukların
kendi bilinçleriyle hem de diğer topluluklarla ilişkileriyle ilgili bir olgu.
Oysa antropoloji, salt biyolojik bir etiketleme işi. Kendilerini Türk diye bilen toplulukların
kafataslarının birbirine benzemesi, onların Türklüğünden dolayı değil. Biz önce
bu insanların dünyaya bıraktıklarını görüyor, eserlerine göre kimliklenmelerini
anlıyor sonra da bu insanların “parmak izi” sayılabilecek biyolojilerini
inceliyoruz.
Dünyanın bir yerinde hiçbir eser
bırakmamış bir insan topluluğunun salt antropolojisine baksak böyle bir
topluluğun kimliği hakkında hiçbir şey söyleyemeyiz.
Demek ki insan toplulukları “söyledikleri”,
“anlattıkları” sayesinde tanınabiliyor.
O halde kimliklenme de insanların kendilerini nasıl
anlattıklarına bakılarak ortaya konuyor.
Yani antropolojiye bakılarak
köken tayini yapmak aslında ancak arkeolojik veya yazılı eserlerle
desteklendiğinde bir anlam ifade ediyor.
Dolayısıyla “falancalar aslında
Mongoldur, falancalar aslında Tunguzdur” gibi hükümlerantropolojik kimliklemedir ve açıkçası tarihi
süreci, siyaset oluşturma süreçlerini, mensubiyet şuurunu vs açıklamakta
kesinlikle yetersizdir.
Çünkü kimliklenme, yani insanın
kendisini dünyaya tanıtma biçimi tamamen iradidir. Hiçbir topluluk dünyaya adı
konmuş bir hayvan sürüsü olarak gelmez. Kimliklenme bir eylemdir. İnsanların
nasıl olması gerektiğini kendileri belirlediği bir etkin/aktif yürütülen süreçtir.
Bütün bunlardan dolayı “Türk”,
dünyaya siyasi, askeri, kültürel bir etki yapmış, böyle bir etki yapmayı seçmiş
bir topluluğun “siyasi kimliklenmesidir.” Siyasi bir kimliklenme de antropolojik/ırksal
verilerle açıklanamaz.
Demek ki Türklükten bahsederken
üzerinde asıl konuştuğumuz kimlik, tarih, devlet, ordu oluşturmuş bir siyasi kimliktir
ki bu da tarih içinde kesintisiz devam eden gerçek kimliğimizdir.
“Türk kimdir?” sorusunun cevabı,
haplotiperde, soy ilişkilerinde sınırlı bir ölçüde bulunabilir. Oysa bu sorunun
cevabı, benzer şekilde teşkilatlanmış, benzer şekilde savaşmış, benzer
değerleri savunmuş, sahiplenmiş bunları ortak bir siyaset çatısında birleştirebilmiş
topluluklara bakılarak verilmelidir.
Bir zamanlardinci-muhafazakâr eğilimlerin düzeltmeciliğinden
şikâyet ederdim.
Şimdi onun yerin bu yeni nesil
saf akılcı faşizmi aldı.
Buna faşizm demek bir mübalâğa
mı? Bence bu bir müblâğa sayılmaz. Çünkü kendisine kıl kadar bile uymayanları
yaftalamak, suçlamak hatta ihbar etmek
gibi kötü yönleri var.
Bu yeni saf akılcı faşizm, etik
yargılama tekelini de üstüne alarak kendi aklıyla düşünen herkesi de peşinen
silahsızlandırıyor.
Söz gelimi son zamanlarda, “Türkiye’de
Türk var mı?” “Neden herkes Türk olmalı?”” Anayasada etnik vurgu olmalı mı?”
gibi aslında basbayağı da saptırılmış, çarpıtılmış sorular tam da bu saf
akılcı-saf ahlâkçı faşizmin eliyle yaygınlaştırılıyor.
Öyle ki Türk insanının kendi kimliğine,
tarihine, kültürüne edilgen yaa da savunmacı bağlılığı bile doğrudan kötü
örneklerle ilişkilendirilerek “ahlâksızlık” sayılabiliyor. Ya da askerimizi,
polisimizi şehit edenleri savunana bir takım solcuların tavırları, onlara kötü
davranmış bir takım devlet memurlarının “milliyetçiliği” ile aklanabiliyor.
Yeni dönem faşizmi, olguları, sözde
her yerde geçerli akıl ve ahlâk
ilkeleriyle yargılamak gibi bir sapkınlıkla ortaya çıkıyor.
Öyle ki bir noktaya gelip
baktığınızda Türk isminin kendisinin, adeta bir insanlık suçu halline geldiğini
görüyorsunuz.
Bu saptırmacılık/ obskürantizm,
aklın ve ahlâkın, Türk düşmanlığı eliyle sömürülmesinden suiistimalinden başka
bir şey değil.
Çünkü Türk kimliğinin tarihi
oluşumu, Türk soyunun varlığı, Türk ulus egemenliğinin var oluşu, diğer bütün
uluslara benzer şekilde meşruiyet testinden bağımsız, gayet doğal “olgular”.
Yani? Diğer bütün uluslar nasıl
kendilerine ait “vatan” denen bir toprak parçası edinmişlerse aynısı Türkler
için de geçerli. Diğer uluslar nasıl kendi tarihlerine dayanan bir üstünlük
duygusu geliştirmişlerse aynısı Türkler için de geçerli. Diğer uluslar nasıl
dünyaya yalnız kendi pencerelerinden
bakıyorlarsa; aynısı Türkler için de geçerli.
Enternasyonalist, açıkça Türk
düşmanı, akıl ve ahlâk sömürücüsü bir yeni faşizm, Türklerin uyanmağa ve etkili
olmağa başladığı bir dönemde alabildiğine ahlâksızca üstümüze saldırıyor.
Bu sabah pek erkenden berberime
gittim. Benden başka kimse yoktu. Berberimle sohbet ederken bir müşteri geldi. “Amcanın
sırasını alsam olur mu?” gibi bir soru sordu. Benden en fazla on yaş küçük
adamın bana amca demesi beni güldürdü.
Adamın yolu uzunmuş, sıramı
verdim, açtım kitabımı okumaya başladım. Neden sonra nereden çıktığını anlamadığım
biri geldi, bir koltuğa oturdu. Berberim, onun da ensesini makineyle aldı.
İşin garip tarafı bu yeni gelen
hiç kimseye bir şey sormadan geldi oturdu.
Sonradan öğrendim, adam imammış
bunu hep yapıyormuş.
Bir imamın nezaketsizliği ve hak
bilmezliği zaten iki kat can sıkıcıydı.
Adamın yaptığını fark ettiğimde, önce neden böyle olduğunu sormak istedim, sonra azıcık sabretmem gerektiğini
düşündüm.
Berberim, bana olayı kendiliğinden
açıkladı . Bu bana daha doğru geldi.
İşin iyi tarafı şu oldu: Memduh
Şevket Esendal’ın hikâyelerini daha bir zevkle okudum. Aklıma eski Gölbaşı Sineması
geldi.
Geçen gün ilk kar yağdığında,
yalındaki fırının kalfası, abanın çıkacağı yola kül döktü deo sayede arabayı otoparktan çıkarabildim. Gün
ışımamıştı, sokaklar ıssızdı.
Sabah erken saatlerde zaten fırına
gitmeyi çok severim. Taze ekmeklerin kokusuna bayılırım.
Sabah benim için o kadar uğraşan
fırından boş çıkmak istemedim. Birkaç tane taze poğaça ve açma aldım.
Karanlığın içinde arabanın yüzüne
karlar çarparken kaymamak için uğraşıyordum. Nihayet gün ışıdıktan bir müddet
sonra hastaneye vardım. Nöbetçi
hemşirelere poğaçaları bıraktım, sevindiler. Nöbette yorulmuş insanlara bir tazelik, bir dinçlik vermek de pek hoşuma
gider.
O gün öğleden sonra eşimle
telefonda konuştuğumda, bıraktığım poğaçalardan birini oradaki hastalardan
birinin çocuğunun yediğini, çok sevdiğini söyledi.
O çocuğun sevinci her şeye değmez
miydi? O iyi kalpli fırıncı kalfasının iyiliği, bir çocuğun sevinci olup
filizlendi. Arada bir işe yaradığımda seviniyorum.
İnsan yazmayınca, çizmeyince
kendisini eksik gibi mi hisseder?
Belki de yazmak çizmek, gerçek
bir iş yapmak gibi gelir insana. Gerçek işler aslında pek azdır. Ve belki de
gerçek işler yapamayacak kadar tembel insanlar, ancak yazıp çizerler.
Yazıp çizip bir de cevapsız
kalmak hali vardır ki işte o insanı boğar, ezer, umutsuz bırakır.
Geride iki satır bırakmadan ölüp
giden nice insan vardır ama onlardan geriye pek çok şey kalır.
Yazıp çizmek belki de tembel insanın
avuntusudur. Kim bilir?
Çocukken
hayatı aslında ne kadar da parlak yaşıyoruz.
“Büyüyünce”
öyle olmadığını öğrenmemiz gerekiyor.
Aslında
yanlış. Hem de bal gibi yanlış.
Büyüyünce
“sorumluluklarımız” sebebiyle hayatın parlaklığını görmezden gelmemiz gerektiğini
sanıyoruz.
Sanırım
zamanla bu yapay yetişkinliğin farkına vardığımız için Robin Williams’ın
filmlerini daha çok seviyoruz.
Çünkü,
gülmek, kahkaha atmak ve hayatı gülerek kabullenmek, kahkahaların ışıltısından
korkmamak onun filmlerinde rastladığımız ortak öğeler.
Şimdi
tutup da onun filmlerini masaya yatırıp kesip biçsek onu anlar mıyız? Sanmam.
Onun filmlerinden aklımızda bir fotoğraf kalacaktır.
O
fotoğrafla akşamüstleri, (Neden akşamüstleri? Çünkü akşamüstleri güneş daha
munistir. Gün boyu bizi sorumluluklarımıza iten o âmir ve tarafsız aydınlatma
işinden vazgeçip artık herkese kendisinin de yorulduğunu anlatır da ondan.
Akşamüstleri güneş artık kendisine baktığımızda gözlerimizi körleştirmeyen
masalsı bir altın parlaklığına bürünür de ondan…) ışıl ışıl bakan, katıksız,
riyasız bir sevinç görürüz.
Tezi bitirdik, enstitüyle
ilişiğimizi de kestik. Ne yalan söyleyeyim, hiçbir şeye devam etmek
istemiyorum.
Kimi zaman yazmanın ne önemi var,
merak ediyorum.
Sonra kendi kendime geride yazı
bırakmanın önemli olduğunu söylüyorum.
Şunu belirtmeliyim… Doktora
sayesinde pek çok şey öğrendim.
İşin en yakıcı yanı aslında ne
çok şey bilmediğimi gördüm. Bu gerçekten ürkütücü bir şey. İnsan şu aşamadan
sonra ders vermek konusunda çok daha tedbirli düşünüyor.
Sanki doktorayı yapmak,
bitirmekten daha önemliymiş gibi görünüyor.
Yine de kalıcı ve gerçek bir
değeri, düşe kalka, dişlerimizle ve tırnaklarımızla elde etmek güzel.
Fakat dediğim gibi…
Doktorayla bir sürü şey öğrenmeme
rağmen, hakkında kesinlikle emin olduğum tek şey cehaletim oldu.
Dün Reşat Nuri’nin hikâyelerine
başladım.
Boş ve işe yaramaz bir adamın,
henüz içini bir türlü dolduramadığını bilmesi…