Aslında birkaç kez tartıştık.
“ Gerçek din bu değil!” e benzer
sayısız tartışmayla kendimizi çözümsüzlüğe zincirledik.
“O gerçek sosyalizm değildi!” “
Şu gerçek bahçıvanlık değil!” falan diye durmadan ahkâm kesiyoruz ya hani…
Aslında bu hoşuma gidiyor. “
Gerçek din bu değil!” tarzında düşünceler, insanların herhangi bir düzenin “daha insancıl”, daha müşfik, daha
sevecen olması için bir kaygı taşıdığını gösteriyor.
Yani gerçek din şöyle olsa,
gerçek sosyalizm böyle olsa dünya cennete dönecek diye düşünüyoruz.
Peki gerçekten öyle mi?
Aslında bu çıkmazı aşmak basit.
Dinler de ideolojiler de aslında birer yemek tarifi gibi.
Meselâ sosyalizm diyor ki: “Bütün
üretim araçlarını sahiplerinden al, devletleştir. Mümkünse burjuvaları öldür.
Hatta bu kanın içine kollektifleştirmeye direnen köylülerin kanını
da ekle. Önce şiddetli bir silah ateşiyle toplumu yak, sonra kısık
ateşte sürekli kavur.”
Böyle olmadığını düşünüyorsanız meselâ “doğrusunun nasıl
olması gerektiğini” de söylemeniz lazım. Yok eğer “Bunlar hep idealizm! İdealizm
gericiliktir! Tarif marif gerekmez,
proleter diktası kurulunca her şey düzelir!” deyip kafanıza göre takılacaksanız
zaten konuşmanın bir manası yok.
İster şeriatı/ dini savunun ister
ideolojiyi, herhangi bir işe kalkışmadan önce mutlaka ama mutlaka bir
geçerlilik şartına ihtiyacınız olacak.
Bu geçerlilik şartı ne? O da “yemek tarifiniz”. Yani insanlara “Yahu ben size en güzel yemeği yapıyorum. Bakın
tarifte ne yazıyor?” diye sunabileceğiniz, sorumluluğu azıcık üstünüzden alacak
bir şeye ihtiyacınız var.
Eğer insanlara “ Benim yemek
tarifim falan yok, kafama göre takılıyorum, istersem hepinizi keserim!” falan
derseniz…. İşte orada işler biraz karışabilir.
“ Gerçek din bu değil!” “ Gerçek
sosyalizm şu değil!” dediğinizde insanlar size “Gerçek din hangisi hemşerim, gerçek sosyalizm ne, bilek de ona göre ş’ettirek?”
diye soruverir.
İşte o zaman sizin de “ Yahu
tarif ne diyorsa onu yaptık.” Diyebilmeniz lazım.
İşte burası zurnanın zırt dediği yerdir ki burada hiç kimse yemeğinin tarifini veremez. Verdiği anda işin
gerçek yüzünün ortaya çıkacağını bilir.
İşin gerçek yüzü nedir?
Ne şeriatla ne sosyalizmle yani
ne sözde semavi tarifle ne de dünyevi
tarifle güzel bir yemek yapabilmek mümkündür.
O halde bu ikisi neden hâlâ salondaki
kanepede böğrümüze batarak bizi
rahatsız edebilmektedir?
Bu, iki şeyden kaynaklanmaktadır
ey cemaat-i sakinun! ( Burada “sakin”, “meskûn” anlamında kullanılmamıştır;
olan biten her şeye rağmen hâlâ sakin kalabilenler için kullanılmıştır.)
Birincisi
bu adamların keyfi zor kullanma
arzularından vazgeçememelerinden…
İkincisi de ahalinin bu iki
zorbalık tutkusunu hâlâ yasaklamamış olmasından….
E
durmadan barıştan özgürlükten adaletten bahseden bu adamların kötü bir
şey istemeleri mümkün olabilir mi? Sözgelimi bize cennette tomurcuk memeli
yetmiş huri vaat eden insanların kötü olması mümkün mü? Ya da sabah filozof
öğleden sonra aşçı olabileceğimizi, canımız ne isterse elde edebileceğimizi
söyleyen bir sosyalist kötü olabilir mi?
Bunları söyleyenlere “Hemşerim bu dediklerinizin olması için ne
yapmamız lâzım?” diye sormadığınız için zaten işler sarpa sarıyor.
Bu abilerin söylediklerinin “gerçekleşmesi”
için gerekenleri yerine getirdiğimizde hiç birimizin yaşaması mümkün olmuyor!
Hurilere ulaşmak için önce kafası sarıklı her zorbanın dediğine kayıtsız
şartsız uyup nefes alıp vermek dışında hiçbir
şey yapmadan yaşayıp sarıklı abinin
şahadetiyle imanlı ölmemiz gerekiyor.
Sosyalist bir yoldaşın
mutluluk tarifi de buna benzer bir
şekilde yaşamamızı öngörüyor. “Sen proleter abilerinin dediğini yap, gerisine
karışma!” diye özetleyebileceğimiz o üstün “bilimsel sosyalizmle” ulaşa ulaşa yalnızca artık bir dakika sonra
proleter abilerin dayağından kurtulacağımızı bildiğimiz bir ölüme ulaşabiliyoruz.
Yanisi hazirun!... Yanisi, dincisi
sosyalisti bilmem necisi sadece bize kendi
keyiflerine göre yaşamamızı emretmek istiyor. “ Bizi zorban yaparsan
dünyanın en adil zorbaları olacağız!” demekten başka bir şey yapmıyorlar. Zorbalardan zorba seçerek çay kıyısında filozof ya da tomurcuk memeli
huri kocası olmak hayaline ulaşacağımızı sanarak biz de gerzekliğimize devam ediyoruz.
Sonra da “ Yahu gerçek din acaba
hangisi?” ya da “ Gerçek sosyalizmin laciverdi nasıl ki?” diye kös kös
düşünüyoruz.
Ama şunu düşünmüyoruz: Bir düzen
önerisinin, bir yemek tarifinin içeriği açıkça bilinmiyorsa ona şüpheyle
yaklaşmak lazım.
Bir yemek tarifinin içinde bizi öldürecek
bir zehir varsa o tarifle yapılan yemeği bırakın yemeyi, onu tatmaya bile gerek
yoktur. Daha da anlatamadıysam: kılavuzu karga olanın burnu boktan kurtulmaz.
Daha da anlatamadıysam: “ Görünen köy kılavuz istemez.”
Daha da anlamdıysan rahmetli
babamın dediği gibi “ Denizin tadını anlamak için hepsini içmen gerekmez.”
Yani? Adamın biri size “ Başa geldiğimde ideolojim
senin elindeki torna tezgahını elinden almamı emrediyor. Senin elindeki
tezgâhını alıp seni çok mutlu edeceğim, bütün ihtiyaçlarını gidereceğim..”
diyor da sen bu “vaatle” adaletin ve barışın geleceğini sanıyorsan kusura bakma
ama Sülün Osman’ın Boğaz Köprüsü’nü
satmasına kızmaman lazım.
Adamın biri “ Yüzü açık gezen
kadın fahişedir, erkekleri azdırdığı için cezalandırılmalıdır, bende başa
gelince bunu yapacağım1” diye açıkça söylerken o adamı iktidara taşıyarak
cennetteki tomurcuk memeli hurileri kapacağını düşünüyorsan bu da senin
ahmaklığın.
Peki “Gerçek din bu değil, gerçek
sosyalizm hiç de şu değil!” falan gibi hurafelere nasıl cevap vereceğiz? Bu
saçmalıkların akıl ve demokrasi alanını işgaline nasıl engel olacağız?
“ Gerçekleştirildiğinde
zorbalığa, kıyıma sebep olacağı daha en başından belli olan hiçbir şeyin uygulanmasına izin
vermeyeceğiz!”
Olan biten bu…