30 Aralık 2021 Perşembe

Ne Yazsam Okursun Sevgili Okur?

 


Ne zamandır bir blog yazmıyorum. Bunun iki sebebi var:

 

Birincisi inanılmaz tembelim, üşengecim.

 

İkincisi Youtube’da canlı yayın yapmak daha kolay oluyor.

 

Peki ne yazmak istiyorum?

 

Felsefesizliği ve cevapsızlığı. Hayır… Aslında okuryazarlar için felsefe paketleri gırla gidiyor. Herkes bir kurtuluş reçetesi yazıyor.  Fakat felsefi edebiyat yapılıyor mu? Hayır… maalesef hayır.

 

Çünkü edebiyat bir incelik işi, bir dolaylama  işi, bir çağrıştırma işi, bir sesleniş, seslendiriş işi.

 

Ve ne yazık ki heceleri yan yana getirip de “Beş dakikada quantum şifacılık” öğrenip “anı yaşamak” bilgeliğini ediniverebileceğini gören okur kitlesi için artık edebiyatın bir anlamı yok.

 

Olmazsa ne olur? Olmazsa şu olur: Artık hiç kimse “Sefiller” gibi bir şy yazamaz. Hiç kimse için “Tutunamayanlar’ın” bir önemi kalmaz.

 

Hal böyle olunca da dünyanın en iyi hikâyesini de yazsanız okur kitlesinin  gelişimci algı seçiciliği, onun edebiyata kör ediyor.

 

“Ben var akıl, mantık, quantum, sen olmak farkındalık…” tan daha düzgün bir cümle kuramayacak gurular yetiştirmekle meşgulüz.,,

 

Piyasa basılı kâğıtla dolu ama kâğıtları lekeleyen mürekkebin kaçta kaçı edebiyatı imliyor, o ayrı bir soru…

23 Aralık 2021 Perşembe

DualSense rahatlığı PC’de de kullanılıyor

 

PlayStation 5’in en büyük teknolojik yeniliklerinden biri olan DualSense’in tüm özellikleri PC platformunda da kullanılabiliyor. 

PlayStation 5’te deneyimledikten sonra tüm PC oyuncularının sorduğu, “DualSense PC’de çalışır mı?” sorusunun yanıtı: Evet… Sony PlayStation 5’in en güçlü yönlerinden biri olan DualSense, gelişmiş dokunsal geri bildirim ve uyarlanabilir tetik tuşları ile oyunseverlere çok farklı bir deneyim sunuyor. 
DualSense PC uyumluluğu da çok kolay bir şekilde sağlanıyor. Windows işletim sistemi yüklü bilgisayarlara USB aracılığıyla bağlanabilen DualSense kontrol cihazı ayrıca bluetooth üzerinden de hem mobil platformlarda hem de PC’ye kolayca kullanılabilir.
Steam oyun platformu, DualSense’in PC’ye bluetooth üzerinden hızlı bağlantı kurmasını sağlıyor. Steam istemcisinin yüklenmesinin ardından; (bilgisayarınızda bluetooth yoksa bluetooth adaptörü aracılıyla) ekranın sağ alt köşesindeki sistem tepsisini açıp, Bluetooth simgesine çift tıkladıktan sonra sırasıyla, “Bluetooth veya başka cihaz seçin” seçeneğini ardından “Bluetooth”a tıklayın. DualSense’in ışıkları mavi renkte yanana kadar PlayStation ve Share düğmelerine (PlayStation logolu tuş ile “\ | /” işaretli tuş) aynı anda basın. Kablosuz denetleyiciyi seçtiğinizde DualSense’i bilgisayarınızla eşleştirmiş olacaksınız.


DualSense’i kablolu ya da yukarıda anlattığımız gibi Bluetooth üzerinden bilgisayarınıza bağladıktan sonra Steam size yapılandırma imkanı da tanıyor.
Steam’de sırasıyla Ayarlar, Denetleyici, Genel Denetleyici Ayarları’nı seçtiğinizde karşınıza çıkacak olan büyük resimde PlayStation Yapılandırma Desteği kutusunu seçin.
Adımları doğru takip ettiğinizde, algılanan denetleyiciler listesinde PlayStation 5 Denetleyici: PlayStation 5 Denetleyici yazacaktır. Bu mesaj, DualSense’in bilgisayar ile eşleştiği ve Steam oyunlarının DualSense ile uyumlu bir şekilde çalışacağı anlamına gelir. 
Geniş ekran modunda, oyun içi menüsünü başlatmak için PlayStation düğmesine basarak DualSense’in ayarlarını da değiştirebilirsiniz.  

Üç farklı renk seçeneğiyle tüm oyun severlerin karşısına çıkan DualSense ile ilgili daha fazla bilgiye linkten ulaşabilirsiniz.

PC oyunları, DualSense ile daha keyifli
Sony PlayStation 5’in fark yaratan teknolojisi DualSense, eşsiz özellikleriyle PC platformunda da kullanılabiliyor.
Sony PlayStation 5’in en güçlü yönlerinden biri olan DualSense kontrol cihazı, gelişmiş dokunsal geri bildirim ve uyarlanabilir tetik tuşları ile oyunseverlere çok farklı bir deneyim sunuyor. “DualSense PC’de çalışır mı?” diye soran PC oyuncuları DualSense’i hızlı bir şekilde bilgisayarlarına bağlayabiliyor. Oyuncular Windows işletim sistemi yüklü bilgisayarlara DualSense’i USB aracılığıyla saniyeler içerisinde bağlayıp, oynayabiliyor. Ayrıca Dualsense tıpkı PS5’te olduğu gibi PC’de de kablosuz olarak kullanılabiliyor. Steam oyun platformu da DualSense’in PC’ye hızlı bağlantı kurmasını sağlıyor. 
Steam istemcisinin yüklenmesinin ardından; (bilgisayarınızda bluetooth yoksa bluetooth adaptörü aracılıyla) ekranın sağ alt köşesindeki sistem tepsisini açıp, Bluetooth simgesine çift tıkladıktan sonra sırasıyla, “Bluetooth veya başka cihaz seçin” seçeneğini ardından “Bluetooth”a tıklayın. DualSense’in ışıkları mavi renkte yanana kadar PlayStation ve Share düğmelerine (PlayStation logolu tuş ile “\ | /” işaretli tuş) aynı anda basın. Kablosuz Denetleyiciyi seçtiğinizde DualSense’i bilgisayarınızla eşleştirmiş olacaksınız.


  
DualSense’i kablolu ya da yukarıda anlattığımız gibi Bluetooth üzerinden bilgisayarınıza bağladıktan sonra Steam size yapılandırma imkanı da tanıyor.
Steam’de sırasıyla Ayarlar, Denetleyici, Genel Denetleyici Ayarları’nı seçtiğinizde karşınıza çıkacak olan büyük resimde PlayStation Yapılandırma Desteği kutusunu seçin.
Adımları doğru takip ettiğinizde, algılanan denetleyiciler listesinde PlayStation 5 Denetleyici: PlayStation 5 Denetleyici yazacaktır. Bu mesaj, DualSense’in bilgisayar ile eşleştiği ve Steam oyunlarının DualSense ile uyumlu bir şekilde çalışacağı anlamına gelir. 
Geniş ekran modunda, oyun içi menüsünü başlatmak için PlayStation düğmesine basarak DualSense’in ayarlarını da değiştirebilirsiniz.  

Birçok PC oyunu, üç farklı renk seçeneğiyle gelen DualSense’in dokunsal geri bildirim ve uyarlanabilir tetik özelliğini destekliyor. DualSense ile ilgili daha ayrıntılı bilgi linkte: https://www.playstation.com/tr-tr/accessories/dualsense-wireless-controller/



PC’de DualSense deneyimi bambaşka

PC oyuncuları, PlayStation 5’in fark yaratan teknolojisi DualSense ile gelişmiş dokunsal geri bildirim ve uyarlanabilir tetik tuşlarıyla keyifli bir oyun deneyimi yaşıyor. 
Üç farklı renk seçeneğiyle gelen DualSense, PC’de de çalışıyor. Dokunsal geri bildirim, uyarlanabilir tetik özelliği gibi eşsiz özelliklere sahip olan DualSense, hızlı bir şekilde bilgisayarlara bağlanabiliyor. Windows işletim sistemi yüklü bilgisayarlara USB aracılığıyla bağlanabilen DualSense kontrol cihazı ayrıca bluetooth üzerinden de hem mobil platformlarda hem de PC’ye kolayca kullanılabilir.Steam oyun platformu da DualSense’in PC’ye hızlı bağlantı kurmasını sağlıyor. 
Steam istemcisinin yüklenmesinin ardından; (bilgisayarınızda bluetooth yoksa bluetooth adaptörü aracılıyla) ekranın sağ alt köşesindeki sistem tepsisini açıp, Bluetooth simgesine çift tıkladıktan sonra sırasıyla, “Bluetooth veya başka cihaz seçin” seçeneğini ardından “Bluetooth”a tıklayın. DualSense’in ışıkları mavi renkte yanana kadar PlayStation ve Share düğmelerine (PlayStation logolu tuş ile “\ | /” işaretli tuş) aynı anda basın. Kablosuz Denetleyiciyi seçtiğinizde DualSense’i bilgisayarınızla eşleştirmiş olacaksınız.


  
DualSense’i kablolu ya da yukarıda anlattığımız gibi Bluetooth üzerinden bilgisayarınıza bağladıktan sonra Steam size yapılandırma imkanı da tanıyor.
Steam’de sırasıyla Ayarlar, Denetleyici, Genel Denetleyici Ayarları’nı seçtiğinizde karşınıza çıkacak olan büyük resimde PlayStation Yapılandırma Desteği kutusunu seçin.
Adımları doğru takip ettiğinizde, algılanan denetleyiciler listesinde PlayStation 5 Denetleyici: PlayStation 5 Denetleyici yazacaktır. Bu mesaj, DualSense’in bilgisayar ile eşleştiği ve Steam oyunlarının DualSense ile uyumlu bir şekilde çalışacağı anlamına gelir. 
Geniş ekran modunda, oyun içi menüsünü başlatmak için PlayStation düğmesine basarak DualSense’in ayarlarını da değiştirebilirsiniz.  

DualSense ile ilgili daha ayrıntılı bilgi linkte: 
https://www.playstation.com/tr-tr/accessories/dualsense-wireless-controller/

Bir boomads advertorial içeriğidir.

9 Kasım 2021 Salı

Yeni Bir Vatandaşlık Anlayışına Doğru

 

Türkiye’de Vatandaşlık Sorununa Farklı Bir Bakış

 

“Doğduğun yer değil, doyduğun yer vatandır.” Sözünü ezelden beri hiç sevmemişimdir.

 

Bu söz, insanı yiyip içen fakat değer ve değer yargısı taşımayan bir evcil hayvan mesabesine indirir.

 

Ama gözden kaçan bir başka kötü yanı daha vardır ki o da “vatanın” sahipliği konusunu  anlaşılabilecek en yanlış hale getirmesidir.

 

Öncelikle insan sadece doyduğu yerde yaşamayan bir canlıdır. Tam da bunun aksine insan yaşadığı yeri “doyulacak” veya” bereketli”  kılmaya çalışan bir canlıdır.

 

Aksi olsaydı insan, kendisine ekmek veren  başka insanların  sağmal ineğinden başka bir şey olamazdı. Böyle insanlarla da ne devlet kurulabilir ne de adalet sağlanabilirdi.

 

Aslında böyle insanların kurduğu  bir sürü sözde  devlet var. Fakat bu devletler, hukuk sağlayıcı, ulus devletleri değil. Onlar, elleri silâhlı üç beş kabile mensubunun güçlerini diğerlerine dayattığı bürokratik çetelerden ibaret.

 

“Vatandaş” kelimesi, vatan kelimesine eklenen işteşlik ekiyle “ aynı vatanı paylaşan insanları” ifade etmek üzere  türetilmiştir; tıplı meslek-taş, pay-daş, arka-daş gibi… Demek ki bu kelime bir paylaşımı ifade etmektedir.

 

O halde “vatandaşlık” nereden geliyor? Annemizden şans eseri dünyaya geldiğimiz bir yerden mi  kaynaklanıyor? Yoksa başka bir kaynağı mı var?

 

Vatandaşlığın kaynağı, doğulan coğrafya değildir. Çünkü doğulan coğrafyanın bir “vatan” olabilmesi için oranın herhangi bir ulus tarafından önce “vatanlaştırılmış” olması gerekir. Bu da ilgili toprak parçasının kan dökülerek elde edilip yine kanla korunmak istenmesiyle ortaya çıkar. Yani “vatandaşlığı” sağlayan vatan hiç kimseye gökten inmez. O bizzat kanla elde edilir ve kanla korunur. Ve bundan dolayı da herhangi bir ulus, kanı  pahasına elde ettiği  hiçbir toprak parçasını, kanını dökmeden teslim etmez.

 

Demek ki “vatandaşlığı” sağlayan vatan, insan iradesinin bir ürünüdür, vatan doğal şartların sonucunda kendiliğinden oluşmuş bir hayat alanı değildir.

 

Dolayısıyla “vatandaşlık” da  toprağı vatan yapan ulusla aynı vatanı paylaşmak demektir. Sorun şudur ki hiç kimse bir millete mensup olmaksızın, o  milletin vatanlaştırdığı toprakları  paylaşamaz. Bu, vatanlaştırılmış toprak parçasının elde edilme ve korunma şartlarını kabul etmek anlamına gelir.

 

Bir ülkede doğanlar o ülkeyi kuran milletin dilini konuşacakları ve o milletin değerleriyle büyütülecekleri düşünüldüğünden o ülkenin “ doğal vatandaşları” sayılırlar. Dünyaya gelmek kendi seçimimiz olmadığından,  herhangi bir ülkeyi vatanlaştıran ulusun içine doğmakla bu seçimsizliğimizin karşılığı olarak içine doğduğumuz milletçe korunuruz.

 

Buradaki temel ve fakat bir o kadar ihmal edilen sorun şudur ki bir vatanda doğmuş olmak ancak ve yalnız içinde doğulan vatanı korumak, kollamak ve sevmek şartlarına bağlı kalındığı sürece vatandaşlık için bir  geçici gerekçedir. Yaşam hakkını içinde elde ettiğimiz, yaşam hakkımızın doğuştan korunduğu ve diğer temel haklarımızı da  içinde kendiliğinden elde edebildiğimiz vatan, ancak milletin diğer fertlerinin ortak değer yargılarıyla korunduğu içindir ki vatanı var eden milleti reddetmek, vatanı korumaktan vazgeçmek ya da vatanı  kuran milletin savaş mücadelesinde onu yalnız bırakmak gibi bir hakkımız yoktur.

 

Bundan dolayıdır ki kanunen yazılmamış bile olsa  içinde doğduğumuz anda  temel haklarımızın, ulus egemenliğinin organlarınca teminat altına alındığı vatanın birliği, bütünlüğü ve devamı konularında  “aykırı” düşünmek gibi bir hakkımız olamaz. Bu konulardaki her türlü aykırılık bu yüzden doğrudan doğruya “ vatan hainliği” olarak görülür.

 

Dolayısıyla her biri birer menfaat olan hiçbir hak, ister doğal ister kazanılmış olsun, vatanın mileltiyle bölünmez bütünlüğü aleyhine kullanılamaz.

 

Bugün Türkiye’deki durum ise doğrudan vatana ihanet sayılması gereken eylemleri yargılayacak kanuni kodlardan mahrum olmamız, vatana ihanetin “bedelsiz” kılınmış olmasıdır.

 

Vatandaşlık kanunumuz  mevcut belirsizlikleri için yetersiz kaldığı için de zamanla meydana gelen değişikliklere yeterli hızda ayak uyduramayan  yasama faaliyetlerimiz yüzünden, açık vatan hainliği eylemleri, kanunun boşluklarında barınarak ülkeyi zehirlemeye devam edebiliyor.

 

 

O halde ne yapılmalıdır?

 

1-     Hıyanet-i Vataniye Kanunu acilen yürürlüğe sokulmalıdır.

2-     Türkiye’nin açık ve tartışmasız Türk vatanı  olduğu kanunlaştırılmalıdır.

3-     Türk vatanında, vatanı oluşturan Türk Ulusu’nun egemenlik hakkının bölünmez ve tartışılmaz olduğu kanunlaştırılmalıdır

4-     Bu kanunla vatandaşlığın ancak ve yalnız Türk vatanına bağlılıkla mümkün olduğu kayıt ve şart altına alınmalıdır.

5-     Geniş ve doğal toplumsal kaynaşmayla  meydana gelmiş uluslaşmamıza karşı kendi ırksal kökenlerini Türk Ulusu’na bir egemenlik ortağı olarak  dayatmaya kalkanlara bir “vatandaşlık yemini” ettirilerek vatandaşlıklarının, Türk Ulusu’nun kanıyla elde edilmiş Türk Vatanında  Türk  Ulusu’nun sağladığı  haklar sayesinde  var olduğu  beyan ettirilmelidir.

6-     Buna uymayanlar derhal vatandaşlıktan çıkarılarak  sınır dışı   edilmeli ve mülklerine el konuşmalıdır.

“Vatandaşlık yemini” nasıl pek çok ülkede farklı ırklardan veya farkılı uluslardan gelenlere, vatanın ve hukukun tekliğini, egemen ulusun  gücüyle   kabul ettirmek için uygulanıyorsa bizde de aynı şekilde kullanılmalıdır. Böylece hiç kimse Türk vatanında doğmanın, kayıtsız şartsız ve bedelsiz bir hak olduğunu düşünemeyecektir.

 

Günden güne etnik terör, nüfus terörü ve fiili şeritçılıkla işgal edilen Türk vatanında, bu yüzden artık yazılı kanun metinlerinin ötesinde farklı, etkin ve ulusal bir vatandaşlık felsefesi geliştirmemiz  elzem olmuştur.

 

Sözlerimizi bugün kendisini rahmet ve minnetle andığımız Yüce Atamız ATATÜK’ün sözüyle bitirelim:

“ NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE!”

3 Kasım 2021 Çarşamba

Yazar Dediğin Ne Yapar?

 

 


İnsan  ha deyince konuşamıyor. Her zaman bir video çekmek de mümkün olmuyor.

 

Tamam da yazmayınca ne oluyor? Belki de şimdi “Yazınca ne oluyor?” diye sormak lâzım. Çetin Altan, “Bir adamın yazar olup olamayacağını anlamak için onu bir odaya  iki saat kapatıp ne yazdığına bakmak lazım.” gibi bir şey demiş. Haklı mı? Bence haklı.

 

Yemek arası tatlı mahiyetinde yazmakla hayatını yazıya vakfetmek arasında  dağlar kadar fark var.

 

Yazar, hayatını yazıya vakfeden insandır.

 

Yazar yazmadan yaşayamayan insandır.

 

Yazar, işin sonunda bir ekmek elde edemese de yazıyı vicdanî bir borç sayan insandır.

 

Yazar, başkalarına geçici, buharlaşan hayaller gibi görünen evleri, kasabaları, şehirleri, ülkeleri sözcükleriyle kuran, ebedileştiren insandır.

 

Yazar, başkalarının himmetine, kayırmasına ihtiyaç duymadan  üreten insandır.

 

“Yazar” etiketi almakla tatmin olup olmadığını kendine soramayan insan, yazar olamaz.

 

 

 

 

 

27 Ekim 2021 Çarşamba

Genç Yazara Bir Mektup

 


Sevgili Yazar Kardeşim,

Nasılsın? İnşallah iyisindir. Bizleri sorarsan kendi vatanımızda iç güveysinden halliceyiz. Sana bir mektup yazmak istedim.  Nereden başlayayım bilemedim ama mutlaka yazmak istedim. Vakt-i zamanın birinde…

Bahçeli’de bir apartumandaydık. Aylardan ocak mıydı neydi? Orta halli bir dairede bir alay adamdık. Ne hüzünlü ne şaşkın bir kalabalıktık.  Ve gene ağlaşıyorduk: “ Bizim neden senaristimiz, ressamımız, bestecimiz, yazarımız yok?” diye…

Kalbinde bu dünyanın olanca hüznünü taşıyıp ince mi ince  bir suskunlukla çekip gitmiş bir arkadaşımın ardından, lüzumsuz mu lüzumsuz  faydacılıklarımızla kendimizi teselli ediyorduk ya… Dedim ya bir yandan da ağlaşıyorduk, “Neden yazarımız, çizerimiz yok?” diye…

Ama ağlaştığımız aslında bu değildi. Ağlaştığımız şey, neden güdebildiğimiz, idare edebildiğimiz, emredebildiğimiz yazarlarımızın, yaratıcı zekâlarımızın olmadığıydı

Bir yerlerde muhakkak milliyetçi bir yazar vardır. Ararsanız bulursunuz. Ama aramaya başlamadan önce büyüklerinizden izin almalısınız. Yazarın, büyüklerce milliyetçi diye onaylanmaması halinde ağzıyla kuş tutması dahi beyhudedir.

Bir eyyam-ı bahur içre âli Osmanî peymanesinden hissedar olmamış ve hele ki part-i âlinin  menfaat-i aliyesine hadim olmamış  insana “milliyetçi” denemeyeceğinden, en evvelâ milliyetçiliğinizin büyüklerinizce tasdik edilmesi icap eder.

Çünkü kimin yazar olup olmayacağına onlar karar verirler.

Maazallah Türk İslam ahlâkına aykırı, şeriata mugayir, hele ki cins-i latifle alakalı  sevda-i masiva   konulu  bir şeyler yazan birisi varsa  zinhar yanına yaklaşılmamalıdır.

Sahi yahu! Yazar ne yazmalıdır?

Aslına bakarsanız bunu kendime yıllardır soruyorum.

Yazarlık “doğru şeyi yazmakta isabet göstermek midir?” Yoksa yazarlık, kendi doğrularımızı kendi estetiğimizle ortaya koyabilmek yetkinliği midir?

Eh… Bir yerlerde  sizi yazar yapacağını söyleyen  abiler ablalar, sizi dizlerine oturtup hangi terkib-i Osmanîyi nerede nasıl kullanacağınızı size belletirken siz de “ Ay ne güzel yazar oluyorum yavaş yavaş..” diye  sevinirsiniz.

De… Canlar ciğerler… O işler öyle olmaz. Abilerim, ablalarım, kızmayın ama uyduruk kurslarla, abi abla onayıyla hiç kimse yazar olamaz.

Şimdilerde “ Ay ne güzel bak ben de bir milliyetçi gruba girdim, abilerim ablalarım benden yazı istiyor ben de büyüyünce  evelallah onların müsaade-i  keremi ile yazar olacağım…” diye  düşünen genç kardeşlerime, böyle düşünüyorlarsa yazmayı yolun başında bırakmalarını hararetle tavsiye ederim.

Neden mi? Belki ben bir hainimdir… Belki ben bir casusumdur, değil mi ya?

 Herhalde ben milliyetçi camiada yeni yazarlar yetişmesini engellemek için Bolivya istihbaratı tarafından tutulmuş bir ajanımdır. Değil mi ya?

Genç Yazar Kardeşim!

Yazar olup olmadığına karar verebilecek tek bir insan var, o da sensin! Galip Emmi’me atfedilen şu “erken kifayet kompleksi”  mavrasıyla senin önünü tıkamak isteyenlere, istirham ederim aldırma. Çünkü bir yola girdiğinde ya kararlısındır ya da başarısız. Kararlıysan yol alırsın, kararsızsan zaten yolda kalmışsın demektir.

Ve yazarlık konusunda  karar verebilecek tek kişi de sensindir. Hiç kimseye sana yazar olduğunu söylemek iznini vermemelisin.

Eğer bir yazar olmak istiyorsan, bir yazar olarak yazmaya başlamalısındır. Her adımda büyüklerinden onay bekleyen bir çocuksan üzgünüm ama hep öyle kalırsın.

Yazarlıkta ancak yazarak yol alırsın. Yazmak senin için yemek içmek kadara doğal bir ihtiyaç değilse muhtemelen sen yazar olarak takdir  edilmek isteyen bir amatörden başka bir şey değilsindir.

Sana neyi nasıl yazmanı söyleyecek birilerine ihtiyaç duyuyorsan şöhret meraklısı bir müzmin acemisin demektir.

Genç yazar kardeşim…

Sözüm sanadır. Çünkü senin dışında hiç kimse tamamlanmış bir metnin,  kalbinin orta yerinde bir kale gibi dikilecek tatminini hissedemez. Çünkü senin dışında hiç kimse sözcüklerle bir dünya yaratma işinin yorgunluğunu, ellerindeki hayali nasırların sızısıyla hissedemez. Çünkü hiç kimse kendi dilinin sokaklarından senin gibi öyküler derleyemez.

Şunu da unutmaman lazım. Yazarsan takdir edilmeksizin ve  takdir beklemeksizin yazacaksın.

Yazıyı maceraların en heyecanlısı bilerek yazacaksın. Yazdığında,  anandan emdiğin sütün tadıyla kokusuyla yazacaksın. Onu ancak ve yalnız sen tadacaksın. Hiç kimsenin tarifine ve iltifatına bakmaksızın yazacaksın. Yazdığın her metinle Türkçe’nin bir yol tabelasını, bir harita kerterizini, diktiğini düşünerek yazacaksın. Seni bu kutlu işte, sözde mevkileriyle sözde yetkileriyle sınırlayanlara gülerek yazacaksın. Seni görmezden gelenlere gülerek yazacaksın.

Çünkü şunu  bilmelisin ki onlar seni kartondan takdirleriyle ve cehaletleriyle  güttüklerini sanacaklar ama… Onlar yazamayacaklar, sadece sen yazacaksın!

Ve onların önlerine yazdıklarını yığsan bile görmeye yanaşmayacaklar. Çünkü sen onlar gibi olmayacaksın. Çünkü sen ancak kendi ağzınla ve kendi ellerinle dünyalar yaratacaksın.

Sen öksüz Türklüğünle, Arap özentiliğinden caiz bir milliyet duygusu çıkarıp da Türklüklerini imanlarının bir yerine sığdırmaya çalışanlara aldırmadan yazacaksın.

Onlar yapamayacaklar…

Ama sen yazacaksın.

Maruzatım budur, sağlıcakla kalasın, bereketle yazasın.

“Casus” Ağabeyin  Afşar

 

.

 

 

 

 

 

6 Ekim 2021 Çarşamba

Dinci Bilim Yanılgısı Ve Yanlış Tanrı Kanıtlaması

 

 

Bir ispat ancak önermenin bağlamında gerçekleştirilebilir.

 

Neden böyledir? Çünkü her önerme ancak belli şartlarla öne sürülür. Şarttan bağımsız tanım ve önerme öne sürülemez.

 

Peki Tanrının varlığının bilimle kanıtlanması mümkün olabilir mi? Maalesef Tanrı’nın varlığı hiçbir bilimsel örnekle gösterilemez, kanıtlanamaz.

 

Bilim bize tabiatın düzenliliklerini açıklayabilir. Fakat hiçbir düzenlilik mükemmel bir aklın kusursuz tasarımını göstermez. Peki ama neden Mucize gibi gözlediğimiz olağanüstü güzellikler mükemmel bir tasarımdan başka neyle var edilebilirdi ki?

 

 Bunu iddia edebiliriz fakat şunu unutmamalıyız: Bilim bizim algı sınırlarımızla ilgilenir.  Ya da şöyle söyleyecek olursak:  Algılayamadığımız şeyi bilemeyiz.  Peki ama nasıl oluyor da algılarımız dışında kalan şeyleri de bir şekilde bilebiliyoruz? Algı sınırlarımızın dışında kalanları, çeşitli araçlarla algı sınırlarımızın içine çeker, tercüme ederiz. Kızılötesi dalgaları,  görünebilir sahaya  çekerek karanlıkta görebiliriz.

 

Teknolojimizi geliştirdikçe algı sınırlarımızı yapay olarak genişlettiğimizi söyleyebiliriz.

 

Peki ama insanlar Tanrı’ya  bilimin ve teknolojinin  sağladığı imkânlardan dolayı mı inanırlar? Yoksa onun varlığını inançlarıyla mı kanıtlamaya çalışırlar?

 

Tanrı inancı, bilimin getirdiği kanıta dayalı bir inanç değildir. Çünkü Tanrı’nın varlığının niteliği bizim algılarımızın sınırlarına çekilemez ve tercüme edilemez. Kaldı ki sınırlı bir kapsamla sınırsızlığı açıklamak ancak matematik evrende  mümkün olabilir.

 

Tanrı’nın bilimle açıklanabilmesi için açıklanabilir, kanıtlanabilir şeklide “sınırlı” olması gerekir. Oysa Tanrı sınırsızdır. Dolayısıyla kavranması mümkün değildir. Kavranması mümkün olmayan bir varlığın “tanımlanması”, “ açıklanması” mümkün değildir.

 

Dolayısıyla önce bir şeye inanıp sonra algılanan her şeyi onunla ilgilendirmek, elinde çivi olan birinin her şeye çekiç gözüyle bakmasına benzer. ( Ya da tersi)

 

Buradaki temel yanılgı ya da kasıt şudur:  Tanrı’ya bilim aracılığıyla inanmak demek onun varlığının akılla açıklanabileceği anlamına gelir.  Peki ama dini savunanlar neden  dinin sıradan insanların akılcı sorgulamasına kapalı olduğunu söylerler?

 

Eğer  Allah madde değilse maddenin unsurlarıyla nasıl açılanabilir? Kısaca söyleyecek olursak madde olmayan,  maddeyle açıklanamaz.  Hiçbir maddi benzetme  Tanrı’nın işleri veya şahsıyla ilgili bir  açıklama getiremez. Neden böyledir? Çünkü Tanrı’nın yaratımı  nedensellik dışıdır. Onu nedensellikle ilişkilendirdiğimiz anda onun iradesini ve gücünü sınırlandırmış oluruz.

 

Peki özellikle Nurcuların pek sık kullandığı sözde matematik veya fiziksel ispat yöntemi nereden geliyor? Bunların kaynakları anlayabildiğimiz kadarıyla Hurufilik, kabalizm ve Yahudi mitolojisi…

 

Tanrı’ya inanmak isteyenler başkalarının uzmanlığına,  bilimin maharetlerine sığınmak istediklerinde,başkalarının aklıyla aklın ve algının dışında kalan bir varlığı anlamağa çalışıyorlar demektir.

 

Sözde bilimle bilim sömürüsüyle Tanrının varlığı kanıtlanamayacağı gibi bu basitlik, Tanrı hakkındaki ulvi düşünceleri ve güzel hisleri bayağılaştırmaktan başka bir işe yaramıyor.

 

 

3 Ekim 2021 Pazar

Egemenlik, Bağımsızlık, Etki Alanı Ve İşgal

 

İnsanın ayağı yere basmalı, toprağa basmalı. Ama insanın ayağı  kendine ait bir yere basmalı. Yoksa hiçbir yerde barınamaz. Barınacaksa da   toprak sahibinin  kanunlarına göre barınır, yaşar.

 

 Kendi selamımızı  verip aldığımız, kendi dilimizin çayırında çimeninde dolaştığımız bir toprakta mendil kadar bir payımız olsa biliriz ki o pay, bize benzeyen inşalar tarafından korunur, saklanır. Biz de biliriz ki o mendil kadar toprakta ne istersek yaparız. İster buğday eker ekmek yaparız, ister üstüne bir ev diker , içinde sobamızı yakarız.

 

Tamam da… Bunları yapabilmek için en önce ne lâzımdır, onu hiç  düşünmeyiz, o konuda hiç tasalanmayız. Neden?

 

Çünkü bu tasayı bizden önce çeken insanlar yaşamıştır da ondan…. Çünkü bize mendil kadar bir tarla kalsın diye daha önce başkaları çarpışmıştır da ondan. Onların sayesinde, üstünde bir baraka dikebileceğin, başkalarına, sana ait olduğunu  çekinmeden söyleyebileceğin bir tarlan olmuştur.

 

İşte egemenlik budur. Egemenlik, sana ait olduğunu bildiğin yerde, gönlünce oturmak, kalkmak, koşmak, yazmaktır. Egemenlik, kendine ait olan bir toprakta  elinin emeğini hiç kimseye sormadan işletebilmen demektir. Egemenlik  kendine ait olan bir toprakta gönlünce  tembellik edebilmektir.

 

Peki ama ya  üstünde gönlünce gezdiğin  bir toprak varken birileri sana neyi nasıl yapacağını buyurabiliyorsa? Toprağın sana ait olmasının bir önemi kalır mı?   Sana ait olan bir yere  başkaları gönüllerince girebiliyorsa o toprakta ne yaptığının ya da o toprağın tapusunda ne yazdığının bir önemi kalır mı?

 

Sen, tarlanda başkası gezip dolaşamasın diye   polisine güvenirsin,  tapu dairene ve mahkemelerine güvenirsin.

 

 Bunu yaparken de  senin ülkenin sınırlarında  senin, kendi ülkende hakkını arayabilmeni sağlayan askerlerine güvenirsin. İşte  senin  yapabildiğin her  şeyi senin her insanının  yapabilmesi egemenlikken bu egemenliğin başkalarının müdahalesinden kesin biçimde korunması da bağımsızlıktır.

 

Uluslar birbirlerinin bağımsızlıklarını tanımaz, sadece buna geçici olarak tahammül ederler. Çünkü uluslar  birbirlerine yabancıdırlar ve her biri kendi tarlasını kendi bildiği gibi sürmek ister.

 

Uluslar birbirlerinden tamamen kopuk mu yaşar? Hiç mi birbirlerine ihtiyaç duymazlar? Elbette uluslar birbirlerine ihtiyaç duyarlar ama  bu onların gelişme seviyelerine göre  değişir. Dolayısıyla aslında herkes birbirine bir ölçüde bağımlıdır.

 

Bir ulus tarlasını, başkasının sürmesine gücü yettiğince izin vermez.  Uluslar tarlalarını başkasının sürmesine izin vermez ama mahsullerini alıp verirler. Bu da onları birbirlerine “bağlar”. Fakat bu bağlantıda bazılarının pazarlık gücü daha fazladır.

 

Ne yazık ki uluslar birbirlerine kendi üyelerine baktıkları gibi duygudaşlıkla merhametle ve adaletle bakmazlar.  Dolayısıyla birbirleriyle bağlantılarında adil davranmazlar. Hiçbir  güç de onları böyle davranmaya  zorlayamaz.  Onları birbirleriyle ilişkilerinde, bağlantılarında âdil davranmaya mecbur edecek bir ilâhî güç de bulunmadığından onlar  kendi aralarında  bir güç mücadelesiyle sözlerini geçirmeye çalışırlar. Ulusların sözlerini geçirebildikleri yerlere de “etki alanı” diyebiliriz.

 

Bir etki alanında herhangi bir ulus belki  tarlayı kendi ekip biçmez ama tarla sahibine ne ekip  ne biçmesi gerektiğini söyleyebilir. Bir etki alanında ulus tarla sahibinin ürününden ne kadarının kendine ait olduğunu ona söyleyebilir. Dolayısıyla meselâ Kürtçe marş söyleyip elinizde kalaşnikoflarla kendinizi erkek sanarak insanları korkuttuğunuz bir sözde Kürdistan kurabilirsiniz ama aynı zamanda,  eli kalaşnikoflu  köpeklerinizi “kara gücü”/askeri  olarak görüp de onlara kendi çıkarları için ölmelerini emreden başka bir ulusun “etki alanı” olabilirsiniz.

 

Her ulus mümkün olan en geniş etki alanını  elde etmeye çalışır. Bu ahlâkî bir iş midir? Âdil midir? Elbette hayır… Ama şunu da unutmamalıyız ki ulusların birbirlerine davranışlarında onları etkileyecek, azarlayacak, düzeltecek bir üstün güç yoktur.

 

Uluslar birbirlerine anlayışla  duygudaşlıkla adaletle falan muamele etmedikleri içindir ki  günün birinde herhangi bir ulus artık tarlanızı yeterince koruyamadığınızı  fark ederse ya da  tarlanıza yeterince değer vermiyorsanız  fiilen tarlanıza girer onu bizzat kendisi ekip biçer ki bu da işgaldir. Ama şunu unutmayınız ki bu davranış sizin için bir işgalken işgalci ulus için bir “fetih
tir”.  Yani?

 

 Yani ulusların davranışları ahlâkla sınanmaz, güçle sınanır. Kendi ordusundaki zenci askerlere açık ayrım uygulamış  ABD’nin, mağlup   Almanların ırkçılığını yargılarken sorgulanmaması da bundandır.

 

Dolayısıyla da “tam bağımsızlık” diye bağırıp çağırırken bu ülkenin Türk vatanı olduğunu kesinlikle ve severek ve isteyerek kabul etmeyen hiç kimsenin  hiçbir sözünün en ufak bir değeri   olamaz.

 

Tam bağımsızlığın, Türk’e ait olduğunu, Türk tarlasını yalnız ve ancak Türk’ün ekip biçebileceğini, Türk olmayanın, kendisini Türk kabul etmeyen hiç kimsenin Türk’ün tarlasında hakkının olmadığını kabul etmiyorsanız siz ne bağımsızlığı ne egemenliği ne de vatanseverliği anlamışsınız demektir.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

2 Ekim 2021 Cumartesi

Ateistin LGBTlinin vs. Türk’ü Olur Mu?

 


 

Olur olur.  Bal gibi olur.

 

HDPKKlılara ve Efe Aydal’ın deyimiyle “sol gericilere” falan sorarsanız ise olmaz. Nereden biliyoruz?

 


Geçen aylarda büyük kızım adını “ Türk Feminizm Hareketi”  diye hatırladığım bir kadın hareketine Kürtçü çevrelerin nasıl saldırdığından bahsetti. Sonrasında LGBT hareketinin Kürtçü/sol hiziplerce nasıl ele geçirildiğinde bahsetti. Ayrıca Ahmet BALYEMEZ, Efe AYDAL gibi bazı vatansever/milliyetçi ateist sanalağ ünlülerine yönelik saldırılar da konuyu daha belirgin hale getiriyor.

 

Yani HDPKKlı abiler vs : “Bu memlekette ateist, gey, travesti vs olunacaksa onu da biz oluruz.  Türklerin gey, ateist, travesti olmaya hakkı yoktur!”  diyor.

 

Nasıl oluyor yahu? Memleketi kuran Türkler, sosyal güvenlik kurumlarını kuranlar Türkler, bu abilerin ellerindeki kimlikteki ayyıldızla hangi canlı türünden geldiklerine bakılmaksızın  muayene ve tedavi edilmelerini sağlayan da Türkler.

 

Ama Türklerin cinsel tercihleriyle ya da inançlarıyla ilgili dernekleşmeleri “faşizm” oluyor; iyi mi?

 

Meselâ “Türk Feminizm Hareketine”  hakaret edenlerin bizatihi kendileri faşist, bir kere bunu anlamamız lazım.  Türklerin kendi adlarını taşıyan bir dernek kurmaları demek ki Kürtçü etnikçilerin hoşuna gitmiyor.

 

Ama sürekli “Kürt” dememiz gerekiyor meselâ. Her şeyi Kürtlerle ilişkilendirmemiz gerekiyor.  Ahlâkın, demokrasinin, hukukun ne olduğunu öğrenmemiz için  eli silahlı Kürt teröristlerinin talimatlarına uymamız, bebek katili teröristbaşı Apo’nun demokrasi  derslerini ezberlememiz gerekiyor. Solu da Kürt etnik ırkçılarının tekeline, insafına, inisiyatifine terk edersek hele de Irak’taki gibi devleti de  bir Kürt aşiret ağasının eline  teslim edersek tadından yenmeyecek!

 

Kürtçülüğün faşizmi kendisini LGBT gibi bir oluşumda bile gösteriyor. Başka türlü olması mümkün mü? Hayır. Çünkü etnikçiliğin ulusla barışık yaşaması, şiddetten arınması, ikna yolunu kullanabilmesi imkânsız. Etnikçilik zaten ulusun gönüllülük, değer  beraberliği, dayanışma, süreklilik arzusu gibi davranışlarını anlayamayan ulusaltı toplulukların kendilerini siyasal ifade biçimleri.

 

Dolayısıyla feminizm, LGBT, ateizm gibi konularda  Kürtçülerin, bu toplulukların sıradan birer üyesi olması mümkün değil. Onlar için tek var oluş biçimi, gittikleri her yerde kendi kabileleriyle yoğunlaşıp orayı kabile olarak ele geçirmek.  Bunu nasıl gözlemliyoruz? Bebek katili, teröristbaşı Apo’nun “ solda çatı” diye diye kurdurduğu HDPKK’dan ve CHP’nin, bütün vatansever yöneticilerini Kürtçülere yaranmak için uzaklaştırmasından.

 

Korkarım yakında  kanarya Sevenler Derneği  bile “biji serok kanaryapo”cuların eline geçmesin.

 

 

 

 

 

Yoksa Sen De NATOCU Musun?

 


 

Yoksa Sen De NATOCU Musun?

 

En sevdiklerimden!.. İlkokula gitmeden önce bildiğim üç harf vardı, onları da ’80 öncesi  çocukluğumda elime ne geçerse onunla yazardım: “MHP”

 

Bir gün de anamdan , babamdan, “ Yahu şu NATo ne güzel bir şey, bak bizi Ruslara karşı nasıl savunuyor!” falan diye bir cümle duymadım.  Şunu da belirteyim ki benim çocukluğum Ülkü-Bir kantininde geçmiştir. Hiçbir büyüğümden NATO’ya dair en ufak bir cümle duymadım.

 

6. Filo olayı da milliyetçilerin değil dincilerin ayıbıdır ki sırf sağcı görünüyorlar diye Türk düşmanı  gericilerle Türk Milliyetçilerini aynı kefeye koymak  yalancılığın ve terbiyesizliğin, dik alasıdır ki solun teleolojik ahlakında böylesi bir “gri yalanın” devrime hizmet ettikten sonra hiçbir sakıncası yoktur.

 

Şimdilerde ulusalcılar önlerine gelene “Atlantikçi”, “ NATOcu” diye hakaret ediyor. Bir adam komünist değilse, Bolşevik değilse, mülkiyet gaspından yana değilse, sosyalist kalkışma ve sosyalist şiddet yanlısı değilse doğrudan doğruya NATOcu falan oluyor.  Ha! Ulusalcılar Türk adını sevmiyor mu?  Ulussalcılar Türk Ulusundan yana değil mi?  Herhalde onlar da Türk adından yana.

 

Peki nasıl oluyor da kendilerinden olmayan herkesi NATOcu diye karalayıveriyorlar?

 

Bu, bir sosyalist partizan refleksi. Karalama, sabotaj, gerekirse siyasal cinayetler, iç savaş kışkırtıcılığı dhail olmak üzere proleter dedikleri sınıf her neyse onun diktası için  her yolun denenmesi ve kullanılmasına yönelik bir ideolojik içgüdü, bir ideolojik refleks.

 

NATOcu ya da Amerikancı milliyetçi olamaz mı? Milliyetçilerin içinden böylesi adamlar çıkmış olabilir ama istisnalar kaideyi bozmaz. Milliyetçilerin belirleyici çoğunluğunun “Türkün  mutlak belirleyiciliği/ etkileyiciliği” mantığıyla düşündüğü kesindir. Yani pek az sayıda istisnası dışında hiçbir milliyetçinin zamanın cumhurbaşkanı Abdullah Gül gibi “Amerikalılara soralım en iyisini onlar bilir.” Demesi mümkün değildir.

 

Popülist sağ siyaset, ya da merkez sağ siyaset Amerikan güdümünde olabilir mi? Olabilir ve olmuştur da… Fakat merkez sağ siyasetin “sağcılığının”, milliyetçilikle bağdaşıp bağdaşmadığını da  hiç kimse sorgulamamıştır.

 

Milliyetçiler ülkenin kurtuluşunu ABD’ye bağlamamıştır ama solcular açıkça Rusya’nın veya Çin’in sözcülüğüne soyunmuş,  Türk  vatanının,  kızıl ordularca işgalinin zeminini hem de övünerek hazırlamışlardır.

 

Şurası unutulmamalıdır ki en geniş yelpazedeki sağ ve sol ana akımların hiç biri milliyetçi değildir ve olmamıştır. Bu akımların  marjinal kolları, aşırıcıları zaten doğrudan Türk düşmanlığını sürekli kaşımış, tahrik etmiştir.

 

O yüzdendir ki merkez sağ siyasete bakarak milliyetçilerin NATOcu olduğunu söylemek en hafif tabirle cehalet en ağır tabirle vatansızlık veya Türk düşmanlığıdır.

 

 Milliyetçilere sürekli NATOcu yaftası yapıştıranların ne hikmetse Asya’da kendi coğrafyasının iki katı toprağı açık işgalle ve katliamla ele geçirmiş dünyanın en tehlikeli ve ahlaksız ülkesi Çin’in reklam ajanslığını yapmaları, Rusya’dan dış politikada medet ummaları, Türk topluluklarının kaderlerini bu iki tarihi düşmanın eline teslim etmeleri nedense hiç kimsenin namus reseptörlerini uyarmıyor.

 

Türkiye’de bugün PKK ağzıyla ve mantığıyla konuşup da nerede Türk görse öldüresiye saldıran alçaklar sürüsüne kapılmış solcuların, Rusya ve Çin hakkında tek bir eleştiri sarf etmemeleri açık bir gerçek. Oysa bu insanlar, hayatlarında NATO hakkında doğru dürüst bir şey duymamış ve NATO’ya asla bel bağlamamış sayısız namuslu Türk evlâdına her gün hakaretler yağdırıyorlar.

 


“Tam bağımsızlık” sloganlarının içini Türkle dolduramayan adamların, Rus ve Çinli etki ajanı gibi  her milliyetçiye NATOcu diye saldırması açık bir  terbiyesizliktir.

 

Hiçbir Türk milliyetçisi, egemenlikte Türk adına herhangi bir ortak kabul etmezken Allah’ın günü Kürt sorunu diye diye PKKnın bebek katillerinin sözde tezlerini Türk Milleti’ne yutturmak isteyen insanların, Doğu Türkistan’ı seven her Türk’e Çinli gibi saldıran  adamların, Karabağ konusunda bile Rusya’nın icazetini bekleyen adamların  kendi aralarındaki sözde çekişmeleri benim için hiçbir anlam ifade etmiyor. Görünen o ki ulusalcısından bölücüsüne   kadar sol yelpazenin hiçbir yerinde Türk’e yer yok.

 

O yüzden de Türk Milliyetçiliğinin namusunu   karalamakla kendilerini tatmin edenlerin  her şeyden önce yaptıklarıyla kimin  değirmenine su taşıdıklarını düşünmeleri bence daha doğru olur.

 

 


1 Ekim 2021 Cuma

Akademik Şeyler

 

Çok değerli bir ağabeyim, “Artık kaynakçalı bilimsel makaleler yazmanın zamanı geldi..” demişti. Elbette bunu, benim böyle makaleler yazabileceğimi düşündüğü için söylüyordu.

 


Ben de bazen makale yazmak istiyorum amma ve lâkin…

 

Türkiye buna hazır değil.

 

 Şaka şaka… Aslında şaka değil. Türkiye artık gazetelerdeki üçüncü sayfa haberlerini bile okumuyor ki bloğu nerden okusun da… Ayrıca “bilimsel” makale okusun…

 

Türkiye artık  akıllı  telefonuna gelen mesajı bile okumaya üşendiğinde emojilerle  haberleşiyor.  Hani bir zamanlar  hiyeroglifler varmış diye   antik Mısırla  dalga geçeriz ya. Ulan o adamlar hiç olmazsa din diyanet, mitoloji, tarih marih bir şeyler yazıyordu. Biz ne yapıyoruz?

 

“ Çok sevindim!” “ Hayırlı olsun!” “ Allah analı babalı büyütsün” ( Bu çok uzun oldu yahu…) “Geçmiş olsun!” falan artık yok…  bayram kutlamasını bile bir siteden  dördüncü sınıf mani halinde kopyalayıp yapıştırarak yolluyoruz ki biri bundan yorulduğunu söyleyip ne zaman tazminat isteyecek, merak ediyorum.

 

Hal böyleyken benim, “ Vallahi ben de Edward Sait’in yalancısıyım..” türünden şahitli, delilli makale falan yazmam  çok fantastik geliyor.

 

Zaten arada  bir ahkâm kestiğimizde, nereye dayandığımızı, kimi şahit tuttuğumuzu belirtiyoruz. Daha ne  edek?

 

 Amma ve lâkin… Diğer yandan… “Akademik” denen makalelerin yazılış şeklini, bilgi oluşturma  yolunu düşündüğümde de azıcık bu işten soğuyorum.

 

Akademik bir makalenin bilgi oluşturması için  bir yargıya varması lazım. Durmadan “Vallahi ben demiyorum, o diyor..” diye yazan bir yazarın, neyi nasıl tanımlayacağı bana meçhul  geliyor.

 

Sanki önceden oluşturduğumuz yargılarımızı desteklemek için şahit ve  kanıt toplaya toplaya yazınca daha mı inanılır ya da güvenilir oluyoruz? Eğer bilgimizin kaynaklarına arada bir değinip de o bilgiyi nasıl edindiğimizi  söylüyorsak  her cümlemizi bir başka yazara dayandırdığımızda, akıl yürütmemizin her adımında  geriye dönüp bakarak “ Albert orada mısın?  Asteroidin su içeriğini görüyorum ama senin görüp görmediğini bilmiyorum! İleride kopek var mı,çok korkuyom!” diyoruz gibime geliyor.

 

Neden? Çünkü hem durmadan “bilimde belirsizlik” vardır deyip hem de durmadan başkalarının çalışmalarının, fikirlerinin üstüne basarak ilerlemek saçmalık.

 

Muhtemelen bir doktorant olmama rağmen ben bilimsel çalışmanın metodunu ve amacını anlayamamışımdır. Tamam ben anlamadım da...

 

 Sorularım şunlar :

Bilim yapılan güzel ülkemde “gerçek” nasıl anlaşılıyor?

 Cennet ülkemde  “bilgi” üretiliyor mu?

30 Eylül 2021 Perşembe

Gerçek Şey Bu Değil!

 

 

 



Aslında birkaç kez tartıştık.

 

“ Gerçek din bu değil!” e benzer sayısız tartışmayla kendimizi çözümsüzlüğe zincirledik.

 

“O gerçek sosyalizm değildi!” “ Şu gerçek bahçıvanlık değil!” falan diye durmadan ahkâm kesiyoruz ya hani…

 

Aslında bu hoşuma gidiyor. “ Gerçek din bu değil!” tarzında düşünceler,  insanların herhangi bir  düzenin “daha insancıl”, daha müşfik, daha sevecen olması için  bir kaygı taşıdığını  gösteriyor.

 

Yani gerçek din şöyle olsa, gerçek sosyalizm böyle olsa dünya cennete dönecek diye düşünüyoruz.

 

 Peki gerçekten öyle mi?

 

Aslında bu çıkmazı aşmak basit.

 

Dinler de ideolojiler de aslında  birer yemek tarifi gibi.

 

Meselâ sosyalizm diyor ki: “Bütün üretim araçlarını sahiplerinden al, devletleştir. Mümkünse burjuvaları öldür. Hatta bu  kanın içine  kollektifleştirmeye direnen köylülerin kanını da ekle.  Önce şiddetli bir  silah ateşiyle toplumu yak, sonra kısık ateşte sürekli kavur.”

 

Böyle olmadığını  düşünüyorsanız meselâ “doğrusunun nasıl olması gerektiğini” de söylemeniz lazım. Yok eğer  “Bunlar hep idealizm! İdealizm gericiliktir!  Tarif marif gerekmez, proleter diktası kurulunca her şey düzelir!” deyip kafanıza göre takılacaksanız zaten konuşmanın bir manası yok.

 

İster şeriatı/ dini savunun ister ideolojiyi, herhangi bir işe kalkışmadan önce mutlaka ama mutlaka bir geçerlilik   şartına ihtiyacınız olacak. Bu geçerlilik şartı ne? O da “yemek tarifiniz”. Yani insanlara  “Yahu ben size en güzel yemeği yapıyorum. Bakın tarifte ne yazıyor?” diye sunabileceğiniz, sorumluluğu azıcık üstünüzden alacak bir  şeye ihtiyacınız var.

 

Eğer insanlara “ Benim yemek tarifim falan yok, kafama göre takılıyorum, istersem hepinizi keserim!” falan derseniz…. İşte orada işler biraz karışabilir.

 

“ Gerçek din bu değil!” “ Gerçek sosyalizm şu değil!” dediğinizde insanlar size “Gerçek din hangisi hemşerim,  gerçek sosyalizm ne, bilek de ona göre ş’ettirek?” diye soruverir.

 

İşte o zaman sizin de “ Yahu tarif ne diyorsa onu yaptık.” Diyebilmeniz lazım.

 

İşte burası zurnanın  zırt dediği yerdir ki  burada hiç kimse  yemeğinin tarifini veremez. Verdiği anda işin gerçek yüzünün ortaya çıkacağını bilir.

 

İşin gerçek yüzü nedir?

 

Ne şeriatla ne sosyalizmle yani ne sözde  semavi tarifle ne de dünyevi tarifle güzel bir yemek yapabilmek mümkündür.

 

O halde bu ikisi neden hâlâ  salondaki  kanepede   böğrümüze batarak bizi rahatsız edebilmektedir?

 

Bu, iki şeyden kaynaklanmaktadır ey cemaat-i sakinun! ( Burada “sakin”, “meskûn” anlamında kullanılmamıştır; olan biten her şeye rağmen hâlâ sakin kalabilenler için kullanılmıştır.)

 

 Birincisi  bu adamların  keyfi zor kullanma arzularından vazgeçememelerinden…

 

İkincisi de ahalinin bu iki zorbalık tutkusunu hâlâ yasaklamamış olmasından….

 

E  durmadan barıştan özgürlükten adaletten bahseden bu adamların kötü bir şey istemeleri mümkün olabilir mi? Sözgelimi bize cennette tomurcuk memeli yetmiş huri vaat eden insanların kötü olması mümkün mü? Ya da sabah filozof öğleden sonra aşçı olabileceğimizi, canımız ne isterse elde edebileceğimizi söyleyen bir sosyalist kötü olabilir mi?

 

Bunları söyleyenlere  “Hemşerim bu dediklerinizin olması için ne yapmamız lâzım?” diye sormadığınız için zaten işler sarpa sarıyor.

 

Bu abilerin söylediklerinin “gerçekleşmesi” için gerekenleri yerine getirdiğimizde hiç birimizin yaşaması mümkün olmuyor! Hurilere ulaşmak için önce kafası sarıklı her zorbanın dediğine kayıtsız şartsız uyup  nefes alıp vermek dışında hiçbir şey yapmadan yaşayıp  sarıklı abinin şahadetiyle imanlı ölmemiz gerekiyor.

Sosyalist bir yoldaşın mutluluk  tarifi de buna benzer bir şekilde yaşamamızı öngörüyor. “Sen proleter abilerinin dediğini yap, gerisine karışma!” diye özetleyebileceğimiz o üstün “bilimsel sosyalizmle”  ulaşa ulaşa yalnızca artık bir dakika sonra proleter abilerin dayağından kurtulacağımızı bildiğimiz  bir ölüme ulaşabiliyoruz.

 

Yanisi hazirun!... Yanisi, dincisi sosyalisti bilmem necisi sadece bize kendi   keyiflerine göre yaşamamızı emretmek istiyor. “ Bizi zorban yaparsan dünyanın en adil zorbaları olacağız!” demekten başka bir şey yapmıyorlar.  Zorbalardan zorba seçerek  çay kıyısında filozof ya da tomurcuk memeli huri kocası olmak hayaline ulaşacağımızı sanarak biz de  gerzekliğimize devam ediyoruz.

 

Sonra da “ Yahu gerçek din acaba hangisi?” ya da “ Gerçek sosyalizmin laciverdi nasıl ki?” diye kös kös düşünüyoruz.

 

Ama şunu düşünmüyoruz: Bir düzen önerisinin, bir yemek tarifinin  içeriği açıkça bilinmiyorsa ona şüpheyle yaklaşmak lazım.

 

Bir yemek tarifinin içinde bizi öldürecek bir zehir varsa o tarifle yapılan yemeği bırakın yemeyi, onu tatmaya bile gerek yoktur. Daha da anlatamadıysam: kılavuzu karga olanın burnu boktan kurtulmaz. Daha da anlatamadıysam: “ Görünen köy kılavuz istemez.”

 

Daha da anlamdıysan rahmetli babamın dediği gibi “ Denizin tadını anlamak için hepsini içmen gerekmez.”

 

Yani?  Adamın biri size “ Başa geldiğimde ideolojim senin elindeki torna tezgahını elinden almamı emrediyor. Senin elindeki tezgâhını alıp seni çok mutlu edeceğim, bütün ihtiyaçlarını gidereceğim..” diyor da sen bu “vaatle” adaletin ve barışın geleceğini sanıyorsan kusura bakma ama Sülün  Osman’ın Boğaz Köprüsü’nü satmasına kızmaman lazım.

 

Adamın biri “ Yüzü açık gezen kadın fahişedir, erkekleri azdırdığı için cezalandırılmalıdır, bende başa gelince bunu yapacağım1” diye açıkça söylerken o adamı iktidara taşıyarak cennetteki tomurcuk memeli hurileri kapacağını düşünüyorsan bu da senin ahmaklığın.

 

Peki “Gerçek din bu değil, gerçek sosyalizm hiç de şu değil!” falan gibi hurafelere nasıl cevap vereceğiz? Bu saçmalıkların akıl ve demokrasi alanını işgaline nasıl engel olacağız?

 

Gerçekleştirildiğinde zorbalığa, kıyıma sebep olacağı daha en başından  belli olan hiçbir şeyin uygulanmasına izin vermeyeceğiz!

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Olan biten bu…

 

 

29 Eylül 2021 Çarşamba

Eğer Sosyalizm…

 


 

Küçük bir cennet tasavvuru

 

Eğer sosyalizmde insanlar eskisi gibi üretmeye devam et

Üretim araçlarına el koy
Burjuvaları öldür
Açlıktan öldür
Açlıktan öl

selerdi…

 

Eğer sosyalizmde insanlar partinin programına göre üretmekten mutlu olsalardı…

 

Eğer sosyalizmde partinin üretilmesini emrettiği şeylere toplum gerçekten ihtiyaç duysaydı…

 

Eğer sosyalizmde insanlar,  proleterlerin veya partinin onlara neleri kullanmaları veya tüketmeleri gerektiğini  emretmesinden memnun olsalardı…

 

Eğer sosyalizmd
e  kaynaklar hiç tükenmeseydi…

 

 Eğer sosyalizmde ihtiyaçlar hiç değişmeseydi….

 

Eğer sosyalizmde sermaye malları hiç tükenmeseydi…

 

 Eğer sosyalizmde nüfus hiç değişmeseydi…

 

Eğer sosyalizmde herkes melekler gibi yaşasaydı…

 

Sosyalizm yalnızca iki yerde işe yarar:
Ona hiç ihtiyaç duyulmayan cennete
ve onun zaten gerçekleştirildiği cehennemde

Eğer sosyalizmde yöneticiler seçimle değiştirilebilseydi….

 

Eğer sosyalizmde  seçilebilecek farklı politikalar var olabilseydi…

 

Eğer sosyalizmde devlet hiç ordu kurmasaydı…

 

Eğer sosyalizmde insanlar uluslarından vazgeçselerdi…

 

Eğer sosyalizmde  bireylerin akılları ödüllendirilseydi…

 

Hepimiz "cennette" olurduk...

 

 

Ulusların Ortak Aklı Var Mıdır?

 


Zaman zaman siyasetçilerimizin herhangi bir sorunda uluslararası akıldan bahsettiklerini işitiyoruz.

 

Meali şu: Dünya bir köy olursa biri
mutlaka ağa olmak isteyecektir.

“Uluslararası” bir meşruiyet veya adalet alanı mıdır? Ulusların  paylaştıkları “ortak” bir akıl var mıdır?

 

Galiba herkes, “uluslararası ilişkileri”  ilâhî bir mahkeme falan sanıyor. Herkes uluslararası ilişkilerin tarafsızlıkla  adaletle ve  duygudaşlıkla yürütüldüğünü falan sanıyor.  Peki böyle mi oluyor? Hiç ilgisi yok.

 

Daha 18. YY.’da John Locke, “Uluslararası ilişkilerde doğa durumu egemendir.” demiş. Yani? Yanisi “Uluslararası ilişkilerde gücü gücü yetenedir.” demiş.

 

Peki bu söz  gerçekle bağdaşıyor mu? Mesele bu… Evet bu söz gerçeği bütün çıplaklığıyla  gösteriyor.

 

Çünkü gerçekten de hiçbir ulus  bir diğerine duygudaşlıkla  merhametle veya adaletle yaklaşmaz.  İstisnalar da kaideyi bozmaz.

 

Bu ne demek? Bu şu demek: Hiçbir ulus bir diğerinin toprak bütünlüğünü, egemenliğini “benimsemez” yani kendi toprak bütünlüğü veya egemenliği gibi kabul etmez.  Kulağa ne kadar korkunç geliyor, değil mi?

 

Yani şimdi meselâ bizim ülkemizin bütünlüğü tehlikeye girse Yunanlılar “ Aman ha! Türkiye bölünüyor, onu derhal koruyalım!” falan der mi? Ya da Suriyeli Araplar meselâ “Yahu Türkler iyi komşumuzdur aman onların ülkesini koruyalım!” falan der mi? Böyle diyeceklerini sanıyorsak ancak ahmağızdır. Böyle bir şey olmaz.

 

Her ulus, sahip olabildiği en geniş sınırlara sahip olmak ister. Hiçbir ulus daha azıyla yetinmez.

 

O zaman nasıl oluyor da barış oluyor? Çok basit: Bütün uluslar diğer uluslar tarafından engelleniyor da ondan. Yani hiçbir ulus “ Aman ha ağzımızın tadı kaçmasın!” diyerek öyle kendi başına uslu uslu  durmuyor.

 

İyi de  neden böyle?

 

Çünkü ulusları aşan bir ortak kimlik ve benlik oluşturmak mümkün değil. Çünkü hiç kimse komşusunu kendi ailesi kadara sevemiyor.

 

Kaldı ki  komşumuz bile ailemizle aynı dili konuştuğu, ailemize benzediği için birazcık bizim sevgimizi kazanabilirken başka bir ulusun bizi yetiştiren “ortak akılla” hiçbir ortak yönü bulunmuyor.

 

Ha şu olamaz mı? Bütün uluslar bir gün ortak bir aile gibi yaşayamaz mı? Olabilir. Ama o zaman da o aileyi kuracak bir araya getirecek ulus kim olursa onun dilini konuşmak onun aile reisliğini kabul etmek zorunda kalırız ki hiçbir ulus bir başka ulusun  ona böyle bir şey dayatmasını kabul etmez.

 

O zaman? Herhangi bir konuyu uluslararası aklın çözeceğini sanmak ne oluyor?  Herhangi bir sorunu uluslararası aklın çözeceğini sanmak ya cehalet ve hamakat ya da bunların arkasına  saklanmış bir ihanetten ibaret oluyor. Çünkü hiçbir ulus  kendisini diğerinden üstün görmekten ve kuralları kendi başına belirlemek arzusundan vazgeçmiyor. Vazgeçmemesi de normal…

 

Yani enternasyonal marşı okuyarak “insan” falan olunmuyor sadece ailesini satan bir hain olunuyor. Olan biten bu.